Konferanslar

Kur’an’a Davet Platformunun Düzenlediği “Kur’an’a Davet” Paneli Yapıldı

“Kur’an’a Davet Platformu”nun organize ettiği “Kur’an’a Davet Panelleri”nin ikincisi 18 Mayıs Cumartesi günü İstanbul Bahçelievler Necip Fazıl Kısakürek Kültür Merkezi’nde gerçekleşti. 

Küre Medya / Haber Merkezi 
“Kur’an ve Davet” konulu panel, Mevlüt Akbal’ın okuduğu Kur’an-ı Kerim tilaveti ile başladı. Rıdvan Dinçer’in oturum başkanlığı yaptığı panelde, Kalemder İstişare Kurulu Başkanı Ahmet Kalkan ve İLKAV Yönetim Kurulu Üyesi Emrullah Ayan konuşmacı olarak katıldı.

Organizasyonunu Kur’an’a Davet Platformu bölge Kur’an halkalarından olan Kur’an Nesli Kültür Merkezi’nin üstlendiği panel, ilgiyle takip edildi.

Programın açılış konuşmasını yapan Rıdvan Dinçer, davetin insanlığın imtihan sürecinin ilk anından itibaren başladığını söyleyerek bu davet sorumluluğunun Hz. Âdem’den(s), Hz. Muhammed’e (s) kadar ifa edilmiş bir sorumluluk olduğunu belirtti.
Kur’an’ın davet sürecini kesintisiz olarak gerek kıssalarda, gerek kıssaların dışında bizlere sunduğunu ifade eden Dinçer buna örnek olarak Bakara suresi 38. Ayetini hatırlattı: “...size benden bir hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.”   (2/Bakara/38)  

Rıdvan Dinçer, Yusuf suresi 108. ayetinde Resullerin sonuncusu, hatemul enbiya olan Resul (s) ve onun şahsında ümmeti olan bizlere davetin emir olarak buyurulduğunu söyledi: “De ki: “Bu, benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah’a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim.”

Kur’an’a davet gibi Rabbimiz nezdinde değerli olan bir ibadete gönül vermiş olan bizlere ve diğer mü’minlere Resul’ün Hz. Ali’ye yönelik yaptığı “Ey Ali  bir insanın hidayetine vesile olman, üzerine güneş doğan her şeye sahip olmandan daha değerlidir.”  uyarısını paylaşan Dinçer daha sonra sözü konuşmacılara bıraktı.

Ahmed Kalkan’ın konuşmasından öne çıkanlar:

Ma’ruf, Allah’ın râzı olduğu, İlâhî hükme, şeriata muvâfık olan, Dinin ve aklın uygun gördüğü Allah ve Rasûlü’nün emrettiği şeylerdir. Münker de, Allah’ın râzı olmadığı, İlâhî hükme ve şeriata muvâfık olmayan, Dinin ve aklın uygun görmediği, Allah ve Rasûlü’nün çirkin görerek yasakladığı her kötü ameldir. 

Emr-i bi’l-ma’ruf, sadece ahlâkî öğüt değildir. Esas olarak İslâm insanını inşâ etmektir. İman, ibâdet, ahlâk ve tüm sosyal ilişkileri kuşatır. İyiliği emir ve kötülükten yasaklama denilince, her şeyden önce tevhidin ikamesi ve şirkin izâlesi akla gelmelidir. Sözgelimi sakalsız ve şirk içinde birine sakalı tavsiye, sakalsız bir müşriği sakallı müşrik hale getirmektir ki, bu tür uygulama, kişiye emr-i bi’l-ma’ruf ve davet sevabı getirmez.

İmamlar, vaizler camilerde Allah’ın dininin özü olan tevhid gibi bir ma’rufu ne kadar emrediyorlar, en çirkin münker olan şirk ve putperestliğin güncel boyutunu ne oranda yasaklıyorlar? Bu konular hemen hiçbir şekilde devlet dairesi haline getirilen Allah’ın mescidlerinde gündeme gelmiyor. Öyleyse, bizlere, dâvâ insanlarına çok iş düşüyor. Bu görev, sadece hocaların, âlimlerin değil; hepimizin, bütün dâvâ insanı muvahhidlerin. Peygamberimiz öyle buyuruyor: “Sizden kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şâyet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin/buğzetsin (onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”(Müslim, İman 78) Öncelikle ve güçlü mü’min olmanın şartı olarak elle (otorite ile) kötülükleri kaldırmayı tavsiye eden Ekrem Rasûl, alternatif oluşturmamızı isteyip “değiştirsin” diye emrettiği kimseler, bizden kimseler, hepimiz.

Dâvet ve tebliğ bilincine sahip emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker göreviyle mükellef olduğunu düşünen her dâvâ eri, bazı mesleklerin özelliklerine sahip olmak zorundadır. Bunları kısaca açıklayalım:

 a-     Tebliğci, doktor olmalıdır, gönül doktoru. Kalp hastalarının, yani münafık, kâfir ve müşriklerin mânevî hastalıklarının tedavisi için uğraşacaktır.

b-     İtfaiyeci olmalıdır. Nerede bir yangın varsa oraya koşan, elinde ne imkân varsa o imkânları kullanarak yangını söndürmeye çalışan itfâiyecidir tebliğci. Yangında öncelikli kurtarılacak şeyleri iyi bilmelidir.

c-     Cankurtaran olmalıdır. Denize açılıp boğulma ile karşı karşıya kalanları kurtarma görevlisidir dâvetçi. Günah denizlerine dalıp sâhil-i selâmetten uzaklaşan kimseler kurtarıcı ve cankurtaran bekleyen felâketzededir. Yüzme bilmeyen insanın cankurtaran olmaya kalkmaması gerekir, yoksa başkasını kurtaracağım derken kendisi boğulur.

d-     Asker ve polis olmalıdır. Her dâvâ adamı, cündullahtır, Allah’ın askeri ve polisidir.

e-     Dâvetçi, iyi bir şoför olmalıdır. Kullandığı aracı, üzerindeki yolu, gideceği hedefi iyi tanıyıp bilmeli,  aynı yoldaki başka araç ve sürücüleri hesaba katabilmelidir. Başka yolu tercih edenlerin sebebini, oradaki toplu taşıma araç ve şoförleri iyi tanıyabilmelidir. Yolun neresi kaygan, neresi düz, nerede hız yapılamaz; iyi bilmeli ve ona göre davranabilmelidir. Sırât-ı müstakîm adlı o yol, insanlık tarihiyle yaşıttır ve dünyanın sonuna kadar, yolun en sonuna kadar yolcuları bitmeyecektir. Ömür biter, yol bitmez; ama her yol cennete gitmez.

f- Hoca, vâiz, müezzzin, hatip, öğretmen olmalıdır. Durum ve mekân neyi gerektiriyorsa, toplumun önüne geçmek gerektiğinde onları aydınlatmaya çalışan hoca, vâiz veya öğretmen olabilmelidir.

f-      Psikolog ve pedagog olmalıdır. İnsanları iyi tanıyan, her insanın psikolojisine uygun çözümler getiren bir yaklaşım içinde olmalıdır tebliğci. İnsanların akıllarına göre hitap edebilmeli, onların sosyal konumlarına uygun sözlerle mesajını sunabilmelidir.

g-     Aşçı ve garson olmalıdır. Güzel, nefis, leziz yemekler pişirebilmelidir zihin mutfağında aşçılık yapan tebliğci. Ve bunları haliyle ve diliyle güzel bir şekilde sunabilen bir garson olabilmelidir. Güzel malzemeler katıldığı halde, kötü pişirilmiş, fazla ateşte tutulmuş ya da yeterli pişirilmemiş çiğ yiyecekler yakışmaz usta aşçıya. Kimse bu lokantadan yemek yemek istemez. Hasta etmemeli, iştah kaçırmamalı, tiksindirmemeli pişirilenler. Ve unutulmamalı ki, çok güzel bir yemek bile, güzel bir şekilde sunulmazsa, insanlar onu yemekten hoşlanmazlar. Karnı aç birisi, usta elinde pişmiş yiyeceği, üstü başı pis, kaba ve ısıracak kimse arayan yılan dilli bir garsonun yemeği sunmasıyla iştahı kaçacak, belki yemeden aç aç masadan kalkacaktır. Sunulan yemek çok güzel (Kur’an âyetleri ve Peygamber hadisleri) de olsa, açlığını gidermek için gelen kimsenin suratına atar gibi masasına atıp giden bir garson, bir çuval inciri berbat etmiş olacak, lezzetli yemeklerin tadına bile bakmadan kişinin masadan kalkmasına sebep olacak, ya da lezzetli yemeği sabote etmiş olacaktır.

h-     Tiyatrocu, aktör olmalıdır. Özellikle ana-babalara ve kendilerine saygı duyulmasını bekleyen büyüklere karşı rol yapabilmelidir dâvetçi.

i-      Terzi olmalı. Kişiye uygun özel elbise dikilebilmelidir. Giydirmek istediğimiz elbise, karşımızdakine ne büyük ne de küçük gelmeli, üzerine tam oturmalıdır. Konfeksiyon tipi, hazır kalıp, herkese giydirilecek tek tip elbiselerden kaçınmalıyız.

j-      Çiftçi, ziraatçı olmalıdır. Toprağa attığı tohumu, diktiği fidanı, ektiği ekini sabırla ürüne dönüşmesini bekleyecek, aceleci olmayacaktır.

Dâvetçi; Sağlam iman sahibi, yeterli ilmî birikimi olan; dini, insanı, psikolojiyi, çağı ve dünyadaki fikir akımlarını, insanların münkerleri niçin işlediği gibi konuları iyi bilip tahlil edebilmelidir. Yüzmesini bilmeyen kişinin, başkasını boğulmaktan kurtarmasının mümkün olmadığı bir gerçektir. İnsanlara ayna olmalı, kendi yanlışlarını bizim temiz ahlâkımızda/aynamızda görüp düzeltebilmesine vesile olabilmeliyiz. Sevilmeyen bir insanın tebliği fayda getirmez. 

Emrullah Ayan’ın konuşmasından öne çıkanlar:

İslam’a dâvet sadece müslüman olmayanları resmen ve zahiren müslüman olmaya çağırı vermek şeklindeki bir anlayış yanlıştır. Kişilerin sadece kelime-i şehadet getirerek “müslüman oldum” demeleriyle dâvet, o şahıs açısından bitmiş olsaydı iş ne kadar da kolay olacaktı. Fakat, Kur’an’ı kerimde dâvet bu şekilde tarif ve tavsif edilmemiştir. Resulullah’ın sözleri ve tatbikatı bunun aksine cereyan etmiştir. 

Kişinin heva ve hevesinin iddia ve kinlerini tatmin için bir kamp ve grup psikozuna büründürülmemiş saf Allah sevgisi ile davet ki bu, güzele ve iyiye dâvettir ve Allah’da bu değerlerin esas kaynağıdır- varlığın en onurlu, en yüce faaliyetidir.

Bu anlamda davetçilerin başında peygamberler gelir. Peygamber, Allah adına ve Allah’a çağırır. Ve onun çağrısı, hayat veren aydınlığın insanın gönlüne ve hayatına sokmak içindir.

Allah’ın davetinin hedefi silm ve selam yani barış ve esenlik yurdunu kurmaktır.

Bunun yolu ve metodu da İslam’dır; yani silm ve selam düzeni. Bu düzene gönül vermemek için bahaneler uydurmaksa, zulümlerin en beteridir.

Davet faaliyeti Müslümanların kaçınılmaz görev ve sorumluluklarından birini oluşturmaktadır. Gücü, bilgisi ve bulunduğu konum nispetinde ayrı ayrı her müslüman üzerine düşeni kadarıyla davet vazifesini yerine getirmekten mesuldür. Kur’an ayetlerinde tebliğ, Müslümanların temel vasıflarından birisi olarak yer alır. Bu görevin mutlak gerekliliği, şu ayette kullanılan emir kipinden, açık bir şekilde anlaşılmaktadır; “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (3/ Ali İmran, 104)

Hikmet ise menetmek, karar vermek, işi sağlam yapmak anlamındaki ha-ke-me künden türemiştir. Hikmet, ilim ve akılla gerçeği bulmak emektir. Allah için kullanıldığında, ‘eşyayı tanıması ve onları son derece sağlam yaratması’ anlamındadır. İnsan için kullanıldığında, ‘insanın varlıkları tanıması ve Salih ameller yapması anlamına gelir.

Hikmet açısından, ilim ve amel arasında yakın bir ilişki vardır. Nitekim hikmetin bazı tanımlarında bu ilişkiye dikkat çekilir; Hikmet, batılı yapmaktan alıkoyan bir bilgi türüdür. Hikmet, insanın ilim ve amel düzleminde kendisi için mümkün kemale yönelişidir. Hikmet sahibini uygunsuz davranışlardan alıkoyar. 

Nebini taşıdığı hikmet, sadece öğüt üretmede başarılı olan bir hikmet değil, insanı elinden tutup bir aksiyonun içine çekerek varlığın seyrine dâhil eden bir hikmettir. Nebi, hem vahyi öğretip belletir, hem de hikmeti. Nebi, vahyin sunduğu mantalite ve meleke ile ilahi kitabın paralelinde, fakat onun verileri dışında bir takım değerler de üretir ki, bunlar da genel anlamda hikmettir.

Hikmet Davet’in kural ve ilkelerini koyan, Kur’an-ı Kerimdir. Davet’in araç ve yöntemlerini belirleyende O’dur. Gerek Hz. Peygamber’in(s) ve gerekse kendisinden sonra bu sarsılmaz dinin davetini yapan kimselerin izleyeceği metodu tayin eden de Odur.

Davetçinin şahsı veya kavmi için yapılan bir davet değildir. Davet; hikmetle, muhatapların durumu şart ve yetenekleri göz önünde tutularak yapılır. Her davet yapıldığında bu hususlar göz önünde tutulur. Maksat; üzerlerine ağırlık bindirmemektir. Ağır görevler yükleyip zora koşmamaktır. Çünkü ruhlar hazır hale gelmeden, davetin yükümlülükleri ağırlık verebilir. Daveti anlatmada izlenen yola ve gerektikçe davet yollarına çeşitlendirme görüldüğü gibi “hikmet”te geniş bir anlam zenginliği vardır. Hikmet kelimesinin “derin anlayış sahibi olma, dinin inceliklerini bilme” anlamı yönünden “fıkıh” kelimesiyle, her şeyi yerli yerine koyma anlamı yönünden “adalet” kavramıyla, anlamak bilmek manası yönüyle “ilim” kavramıyla yakın ilgisi bulunmaktadır.

Hikmet; 

a- Faydalı, amele götüren ilim

 b- İlme dayalı olarak ortaya konulan Faydalı amel,

 c-İlim ve amelde sağlamlık ve tutarlılık

İnsanları İslam’a davet ederken hikmetle, yani hakkı açıklayan, şüpheleri gideren delillerle, sağlam hüccetlerle çağırmamız emrediliyor. Çünkü, bilgisiz, hikmetsiz, kaba davetle, taassupla hareket etmenin faydası olmaz; hatta zararı olabilir. Ancak hikmet, tatlı dil, güzel üslup gönülleri etkiler, insanları yumuşatır, yoldan çıkmışları yola getirir.

Ve en güzel şekliyle tartışmak… Muhalife yüklenmeden, rezil etmeden ve kötülemeden tartışmak lazımdır ki, davetçiye güven duyabilsin. Davetçinin, tartışmada galip gelmeyi amaçlamadığını anlayabilsin. Şu halde en güzeli ikna yoluyla hakka varmaktadır. İnsan nefsi, kibir ve inatla maluldür. Savunduğu bir görüşü, ancak yumuşak bir tartışmayla bırakabilir.

Kur’an’ı çağrı her şeyden önce basiret üzere olmalıdır. Basiret üzere davet, hem nebinin, hem de onu izleyenlerin tavrı olmalıdır. Basiret geniş anlamıyla uzak görüşlülük, gönül gözü demek olduğuna göre Kur’an’i davetin temsilcisi açık sözlü, samimi, ileri görüşlü, kaba idraki aşmış, şekle, kaprise, acele-peşin hüküm vermeye uzak olmalıdır diyebiliriz. Basiret adamı, basar(kafa gözüyle bakan) adamdan farklı bir görüş sergileyen adamdır. O daima uzak görüşlüdür, feraset sahibidir. İki adım önünü zor gören, ayakları yere değmemiş, hayalci, saplantılı insan basiret adamı da olamaz.

Davetçi,Hud:112’de buyrulduğu gibi; “O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” ayetinin gereğince Rabbinin yolunda, vahyin istikametinde dosdoğru olmak durumundadır.

Davetçiye düşen, mesajı güzel bir temsille, açık bir şekilde ortaya koymak, Yunus süresi 108. Ayette de belirtildiği gibi muhatabını zorlamadan, kendi tercihiyle baş başa bırakmaktır.

Program, hatiplere yöneltilen sorular üzerinde değerlendirmelerin yapılmasının ardından sona erdi.

Kur’an’a Davet Panellerinin üçüncüsü 22.Haziran.2013 Cumartesi günü Ümraniye Cemil Meriç Gençlik Kültür ve Eğitim Merkezi’nde KUR’AN VE ADİL TOPLUM üst başlığıyla gerçekleştirilecek. Asım Şensaltık’ın yöneteceğiprogramın konuşmacıları Hamza Er ve Mehmet Pamak olacak.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir




Enter Captcha Here :

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Başa dön tuşu