Yazılar

Kadınların Kadınlara Tebliği Konusunda Değerlendirmeler ve Kadın Konusundaki Görüşlerimiz 2

Kadının Fitne ve Fesat Unsuru Olması Ya da Böyle Algılanması

“Kadınların yüzünün örtülmesi şart değildir; bazı mezhep ve ulemâ da böyle söylüyor; ama bu hüküm bugün uygulanamaz; çünkü fitne dönemindeyiz. Eskiden câizdi, o zamanlar fitne yoktu; yaşadığımız zamanda fitne olduğu için bugün yüzün örtülmesi şarttır.” diyenlere nasıl cevap veririz?

Kadının toplumdaki konumunu ve hareket alanının kısıtlama yönünde bir gerekçe olarak fitne, kadın evden çıktığında, başta cinsel günahlar olmak üzere erkek ve kadının günaha düşmeleri ve dinî hayatlarının bozulması ihtimali olarak tanımlanmaktadır. İçinde yaşanılan zamanın fitne zamanı olduğu, bu yüzden müslüman kadının evinden çok zarûrî durumlar dışında çıkmaması gerektiği görüşü, kadının İslâm’a hizmetini, cihadını, insanî etkinliklerini eviyle sınırlandırır. Ancak, İslâmî ve insanî hakların; tebliğ, cihad, ilim öğrenme ve öğretme, doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma gibi hak ve sorumlulukların, sûistimal edilebileceği gerekçesiyle ve sınırsız bir zaman için kayıtsız şartsız yürürlükten kaldırılmasını veya yasaklanmasını kabullenmek mümkün değildir ve zaten hayatta bu yaklaşımın somut, kalıcı karşılığını bulmak zordur. Kadının din adına, sosyal felâket ve zararlardan korunması adına veya toplumun salâhı için toplum hayatından yalıtılması sûretiyle salt eve ve ev işlerine uygun bir kişiliğe büründürülmesi; giderek onun Kur’an’ın muhâtap aldığı sorumlu, akleden, düşünen, duyarlılıkları körelmemiş kul olmaktan uzaklaştıracaktır. Bu tür kısıtlamaların, kişide hayata gerçek anlamda ve dolaysız katılım imkânlarını yok edeceği ve psikolojik rahatsızlıklara sebebiyet vereceği de büyük ihtimal dâhilindedir.

Öte yandan, toplumda fesad çıkması muhtemelse, Kur’an buyrukları göz önünde tutularak bu konuda kadın kadar erkeğin de sorumlu tutulması ve hassâsiyet göstermesi beklenmelidir. Fesâda yol açmak elbette her iki kesim için de haramdır. “Kadın şeytanın ağıdır” şeklinde, Hıristiyan meczuplarının söylemlerini, İsrâiliyyatı hatırlatan ifâdelerin ne denli İslâmî olduğu, Kur’anî ifâdelere başvurularak anlaşılabilir. Sözgelimi, yeryüzünde gezerek geçmiş kavimlerin bıraktıklarından ibret alması istenenler, yalnızca Allah’ın erkek kulları değillerdir. Ayrıca Kur’an’da kadının varlığı erkek için, erkeğin varlığı da kadın için bir “iyilik ve hayır” unsuru olarak nitelenmektedir.

Fitneye yol açacağı varsayılan kadın bütün ömrünü dört duvar arasında geçirse bile, günah işlemesi ihtimaline karşı ruhbanlığa, inzivâya başvurma eğilimlerini hatırlatan bu önlem, hele ki iletişimin, telekomünikasyonun günümüzde ulaştığı boyutlar düşünülünce, fitne sorununun çözümü için asla yeterli olmayacaktır (Gerçekte günümüzde televizyon, internet, cep telefonları, insanları eve bağlayan ve kapatan; ancak, seyredilen programların genel niteliğiyle uyutma ve suskunlaştırma araçları haline gelmişlerdir). Hem, insanlık tarihi incelendiğinde kadınların ya bütünüyle toplumdan tecrit edildiği veya istismâra ve yozlaşmaya müsâit bir tarzda topluma “katıldığı” durumlarda özellikle cinsel kaynaklı fitnenin daha kolay ve müsâit yayılma zemini bulduğu anlaşılmaktadır. Sultanların haremleri, derebeylerin şatoları ve ruhbanların manastırları yüzyıllarca, doğunun ve batının bütün entrika yüklü öykülerinde okunabileceği üzere, dört duvar arasında cinsel ahlâkın ille de güvencede olamayacağının ibret verici örnekleri olmuşlardır.

Hem tesettür de, zâten kadının fitneye yol açmadan topluma katılmasını sağlayan bir yol, bir üslûp değil midir? Ve tesettür de, gözleri sakınma yükümlülüğü de, sadece kadınlar için değil; erkekler için de vardır. Yalnız kadınlar değil; erkekler de, toplum içinde veya tek başına, dört duvar arasında ya da sokakta, insanî faâliyetlerini sürdürebilmek, Allah’a ve insanlığa karşı ödevlerini yerine getirebilmek, kendi kendine yeterliliğe sahip olabilmek için dikkatli hareket edebilmelidir. Fitne ihtimaline karşı yaptırımlar, bir insan cinsinin insanlık durumunu ezip geçecek boyutlara uzatılmamalıdır. Zaten Kur’an, insanların nefislerini düzelterek fitneden kaçınmaları için ölçüleri ve yaptırımları belirlemiştir. Kadında İslâmî örtü, cinsel özelliğine bağlı olarak toplum içine gereğince çıkabilişinin ölçüsü olmuştur. Ve zaten örtünün varlığı, kadının toplum içindeki varlığıyla tanımını bulmaktadır. Bir başka ifâdeyle, örtü olgusu zaten özünde toplumsal olanla ilgilidir.

Gerçi İsrâiliyyat kökenli olduğundan kuşku duyulamayacak kimi menkıbelerde ne kadar örtülü olursa olsun, “toplumun selâmeti ve kendisinin de hayrına olacağı üzere” kadının sokağa çıkmaktan kaçındırılması; mümkün olduğunca da en iç odalara kapatılması öğütlenir. Hicap ve iffet gibi erdemler kadın için, varlığını mümkün olduğunca kamufle edişle, unutturuşla eş anlamlı tutulur. Ve öyle olur ki, olağan ifâdeli sesiyle yabancı bir erkeğin duyabileceği ortamda meramını anlatışı bile, fitneye yol açacağı endişesiyle haramdan sayılır. Bu konuda ilginç bir örnek, benzeri bir yaklaşımla, başkalarının yanında erkeğin hanımına adıyla hitap etmesinin günah sayılması, bazı düğün dâvetiyelerine fitneye sebep olmasın diye evlenecek kızın adının yazılmayışıdır.

Gerçi çok zaman kimi müslüman kadınlar da, tarihsel ve toplumsal şartların kendilerini mahkûm kıldığı geri planda bu edilgenleştirilmiş kadın kimliğini iffetli ve takvâlı İslâm kadını olma adına harâretle savunmuşlardır. Kuşkusuz bunun en çok görülen nedenlerinden biri, İslâmî duyarlılıktır; dinin emirlerine sorgulamadan teslim olmaya sevkeden iman düşüncesidir. Oysa iman, sosyal görevler unutulup sadece bireysel bir endişe halini aldığında yeryüzündeki harekete geçirici ve itici tarihsel mesajı son bulur. Ancak, bu kabulleri hazırlayan daha önemli bir nedenin kadınlardaki bilgi, bilinç yetersizliği ve öğrenip araştırma imkânlarının kıtlığı olduğu da bir gerçektir (Cihan Aktaş, Kadının Toplumsallaşması ve Fitne, İslâmî Araştırmalar, c. 10, sayı 4, s. 244).

Kadınlar İslâm toplumunda özgürdürler ve topluma katılmaları önlenemez. Önlenmesi gereken şey ahlâkî fesattır; bu hususta da hem erkek, hem kadın aynı muâmeleye tâbi tutulurlar. Fesad, her iki kesime de haramdır ve İslâm nizamında kadın, erkeğin sahip olduğu tahsil hakkı, çalışma hakkı, mülkiyet hakkı gibi tüm haklara sahiptir. Erkek hangi haklara sahipse kadın da onlara sahiptir. Ama, kimi işler vardır ki, fesâda sürüklemesi ihtimalinden dolayı erkeğe haramdır. Aynı şekilde kimi işler de vardır ki fesâda sürüklediği için kadınlara haramdır. İslâm erkek ve kadının insanî yapısını muhâfaza etmek ve kadının oyuncak haline gelmemesini sağlamak istemiştir.

Bütün bunların yanında, kadının dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer etmesi, erkekleri tahrik edecek veya onların dikkatlerini üzerine çekecek kıyafet, davranış ve tavırlarda bulunmaması gereklidir. Bazı müslüman kadın ve kızların gayri müslim bayanlardan toplum içinde sadece başörtüsüyle ayrıldığı, onun dışında davranış ve hatta giysi yönüyle pek farklı olmadıkları görülen bir vâkıadır. Şuh kahkahalar, yabancı erkekle samimi tavırlar, aşırı serbest hareketler, müslüman bir hanıma yakışmayacak basitlikler içinde toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir kimliksizlik ya da çok kimlilik problemidir. Bu davranışların hem kendilerini küçülttükleri, hem örtülü bayanlar hakkında yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara koz verdikleri ve hem de dini yanlış tanıttıkları yönüyle fitneye sebep olan “çeyrek tesettürlü” bayanlar da yok değildir. Ama, bunu toplumdaki tüm müslüman bayanlara şâmil kılmak veya böyle davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan uzaklaştırmak doğru olmasa gerektir.

Ekrandaki Kadın Görüntüsü

Bu bir tecessüs değil midir?

Kadınların bulunduğu belli olan özel bir odayı gözetleyip oradaki kadınların şöyle veya böyle yaptıklarını gündeme getirmekten pek bir farkı yok. Kendilerinin örtülmesini istediği tarzda peçe ile örtülmeyip yine yüzün örtü ile kapatılmış ve sadece gözlerinin gözüktüğü bir tebliğ konuşmasının videosunu açıp gördüğü bayan gözünün erkekleri etkileyici olduğunu ve bu yüzden gösterilmemesi gerektiğini söyleyen bir hocanın, bir hanımın kadınlara yaptığı özel konuşmasını takip edip gözlerinin gözüktüğünü tespit etmesi, tam bir tecessüs örneği değil midir?

Hz. Ömer, halifeliği sırasında gece dolaşırken bir evde bazı kişilerin içki içtiğine şahit olmuştur. Sabah olunca ev sahibini çağırdı ve niçin içki içtiğini sordu. Adam, kendisinin içki içtiğini nereden öğrendiğini kendisine sormuştu. Bizzat gözleriyle şahit olduğu cevabını alan adam Hz. Ömer’e, “Hz. Peygamber’in evleri gözetlemeyi yasakladığını” hatırlatmıştır. Bunun üzerine (kendisinin câiz olmayan bir yöntemle tespit ettiği suçu, işlenmemiş sayarak) Hz. Ömer adamı serbest bırakmıştır (İbn Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, II, 453).

Bu arkadaşlar, fesadın her türlüsünün, çıplaklığın hayvanlarla yarışacak şekilde sınırsızca işlenildiği bir ülkede yaşamıyorlar, sanki… Bardağın dudak payı denilen üstten yarım santimlik boş kısmını göstererek “bu bardak boş!” diyen kimse gibi; dâvet çalışması yapan hoca hanımlarının gözüken gözlerinin bile erkekleri etkilediği kanaatinde olan kimsenin, hanımların kendi cinslerine karşı konuşmalarını merak edip o programı açmaları öncelikle sorgulanmalıdır. Gözlerden bile etkilenip gözleri gözüken kadınların haram işlediklerini iddia eden kişilerin cinsel duygulardan başka düşünceleri mi yok, her şeyden hemen etkileniyorlar? Bu kadar mı tatminden uzak yaşadılar? Madem etkileniyorsun, niye hanımların hanımlara yaptığı özel konuşma videosunu indiriyorsun, açıyorsun? Sana göre haram olan videoyu?! Kur’an gözün gözükmesini değil; öncelikle erkek gözünün haram olan bakışlardan sakınmasını emrediyor. Ama, “Kur’an’dan hüküm çıkaramayız” deyip âlimlerin takıntılarını öne çıkartmak takvâ sayılıyorsa, denilecek şey yok. Çok ama yok. Kur’an niye “ “Mü’min erkeklere söyle: Bakışlarını çevirsinler, gözlerini (harama) dikmesinler, nâmuslarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarından haberdardır.”  derken, Allah’ın emrini yerine getireceğimize suçu başkalarına yıkmak istiyoruz? Bırakın gözü-yüzü. Her tarafını göstermek isteyenler çıkacak, çıkıyor. Biz birbirimizle uğraşacağımıza bu ahlaksızlığı yayan düzeni nasıl değiştiririz, bunları gündeme getirmeli, ortak gayretler sarfetmeli değil miyiz? Peki, bataklık devamlı çıplak sivrisinek üretiyor. Ne yapmamız gerekiyor? Kur’an söylüyor ne yapmamız gerektiğini? Kur’an anlaşılmaz, âlimler nasıl anladıysa biz ancak o şekilde anlayabiliriz. Eski âlimlerin izinden gitmeliyiz mi diyorsunuz. Alın öyleyse eski âlimler bu konuda ne diyormuş, bakın!

EKRANDAKİ GÖRÜNTÜLERE ÂLİMLERİN FETVÂSI

Biz, öncelikle Kur’an’ın yasakladıklarını yasak sayarız. “Gözünüzü koruyun” diyorsa, ayna idi, su idi, görüntü idi, ekran idi, bahaneler aramayız, gözümüzü korumak gerektiğine inanırız. Ama eski âlimler, bugünkü ekranlardaki çirkefliğe fetva veriyorlar. O eski âlimleri referans kabul eden selefi geçinen hocalar, işlerine gelmeyince o fetvâları görmüyorlar. Biz o âlimleri eleştirdiğimizde veya onların görüşlerine ters görüş ileri sürdüğümüzde “eski âlimlerimize hakeret ediyorlar, onları saymıyorlar, kendilerini âlim sayıyorlar…” gibi ağır sözlerle itham edenler için bu konuda âlimlerin sözlerini gündeme getirelim:

“Gazete ve dergilerdeki müstehcen resimler ile televizyondaki açık görüntüler gerçek değil resim ve hayal olduğu için onlara bakmak hakiki kadının vücuduna bakmak gibi haram sayılmaz. Ancak şehvet ile bakan bir kimse için haram olur. İbn Hacer Heytemî ile Şirvanî şöyle diyorlar: “Aynada veya suda görünen kadın görüntüsüne bakmak haram değildir. Ancak fitneye vesile olduğu takdirde haram olur.” (Tuhfetü’l-Muhtâç ve Şirvâni, c. 7, s. 192; İbn Âbidîn “resim haline getirilmiş avret yerlere bakmanın mahzuru konusunda bir şey bulamadım” diyor.

Bu konudaki haramlığın sebebini akıl kavramaktadır. O da çok uzaklardan ve çok az da olsa gerçek zinaya yaklaştırmasıdır. Hâlbuki, Allah (c.c.) zinaya, yapmayı değil, yaklaşmayı bile yasaklamaktadır. Bu sebep çıplak resimlere bakmakta da az da olsa vardır. Öyleyse bu da o ölçüde mahzurlu olmalıdır. Filimler ise, değindiğimiz gibi, bundan bir derece daha ilerdedir. (Sorularla İslâmiyet İslâm Fıkıh Ansiklopedisi).

“Aynadaki hayâl, insana tam benzediği hâlde ve in­sanın irâdesi ile hareket ettiği hâlde, insanın kendisi değildir. Ya­bancı kadının, ellerinden ve yüzünden başka yerlerine bakmak ha­râm olduğu hâlde, aynadaki görüntüsüne şehvetsiz bakmak harâm değildir. İbni Âbidîn “rahime-hullahü teâlâ” beşinci cildde (Nazar ve lems) faslının sonundaki tenbîhlerin ikincisinde diyor ki, (Bir in­sanın aynadaki, sudaki görüntüsü, kendisi değildir, benzeridir. Cam arkasındaki ve su içindeki insanın ise, kendisi görülmektedir. Bunun için, yabancı kadının aynadaki, sudaki görüntüsüne şehvet­siz bakmak harâm değildir.) Şâm’daki Ehl-i sünnet âlimlerinden, Suriye baş kâdısı, Ahmed Mehdî Hıdır, 1382 [m. 1962] baskılı (Fihrist-i İbni Âbidîn) kitâbının 127 ve 284. cü sahîfelerinde, (Kadınların sinema perdelerinde görünen hayâl­lerine bakmanın hükmünü, İbni Âbidîn’in bu yazısında bulmakta­yız) demektedir.

Aynada bir kadının fercini görmekle hürmet-i musâhere sabit olmaz. Görünen bizzat kendisini değil benzeridir. [Bunun gibi, birisinin yüzüne bakmayacağım diye yemin eden, aynadaki görüntüsüne baksa yemini bozulmuş olmaz, çünkü bu görüntü, kendisi değildir, benzeridir. (İbni Âbidin)

İbn Âbidin bu konuda aynen şunları söyler: “Kişi, ecnebi bir kadına aynada veya suda bakarsa, bunun hakkındaki hükmün ne olduğunu görmedim. Fakihler sarâhaten musâharat haramlığı konusunda “Musâharat haramlığı, kadının tenasül uzvunu aynada veya suda görmekle sâbit olmaz. Çünkü görünen aynısı değildir, misaldir” demişlerdir. Eğer kişi camdan veya kadının içinde bulunduğu bir sudan bakarsa burada hüküm değişiktir. Çünkü göz, su ve camı geçer, onların içindekini görür. Bu kaidenin ifâde ettiği mânâ şudur:

Ecnebî bir kadına ayna veya sudan bakmak haram değildir. Ancak farklı olarak nazar ve benzeri şeylerle nikâh haramlığı meydana gelebilmesi için şartlarında şiddet gözetilmiştir. Çünkü orada aslolan helâlliktir.” (İbn-i Âbidîn, Terc. Mazhar Taşkesenlioğlu, Şamil Y., c. 15, s. 403)

Günümüzün âlimleri daha insaflı: “Kadın resmine ihtiyaçsız ve şehvetsiz bakmak mekruh, şehvetle bakmak haramdır. Bir ihtiyaçtan dolayı şehvetsiz bakmak câizdir.” (Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, 2, s. 167)

Bir İnternet Sitesinin Bazı Cevapları

Sual: TV’lerdeki bayanların resimlerine şehvetli veya şehvetsiz bakmak ve seslerini dinlemek câiz mi?

Cevap: Kadınların saç, kol gibi bakılması haram olan yerlerinin aynadaki görüntülerine şehvetsiz bakmak haram değildir. Resimlerine, televizyondaki görüntülerine bakmak, aynadaki hayallerine bakmak gibidir. Şehvetsiz bakmak câiz, şehvet ile bakmak veya şehvete sebep olacak görüntülerine bakmak, böyle sesleri dinlemek haramdır.

Cenab-ı Hak’kın ikazına kulak verelim: “Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (17/İsrâ, 32)

İslâm Dini insanların cinsel istikrarı ve mutluluğunu amaçladığı ve cinsel alanda da kulluk yapmalarını dilediği için cinsel haramlara götürecek sözleri, yazılar, resimleri ve filmleri yasaklamıştır.

Cenab-ı Hak “Zinâya yaklaşmayın!” (17/İsrâ, 32) diyor. “Zina yapmayın!” demiyor, “Yaklaşmayın!” diyor. Onun için İslâm âlimleri zinaya vesile olabilecek, davetçilik mânâsına gelebilecek, tahrik ve teşvikçi görüntüleri yasaklayan din, müstehcene bakılmasını da câiz görmüyorlar. Çünkü asıl mesele yaklaşmamaktadır. Yaklaşmazsanız kurtulmanız kolay olur. Yaklaştıktan sonraki gelişmelere dayanmanız zorlaşır, ateşe yaklaşanın içine düşmesi gibi bir sonuç çıkabilir.

Sual: Kadınların avret yerlerine şehvetsiz de bakmak haram olduğu halde, TV’deki görüntülerine şehvetsiz bakmak câiz midir?

Cevap: İbn Âbidin gibi klasik fıkıh kitaplarında deniyor ki:

Kadınların bakılması haram olan yerlerine şehvetsiz de bakmak haram olduğu halde, aynadaki veya sudaki görüntülerine şehvetsiz bakmak haram değildir; çünkü, kendileri değil, akisleri, benzerleri görülmektedir. Resimleri, kendileri değildir. Bunları görmek, kendilerini görmek olmaz. Resimlerine, TV’deki görüntülerine bakmak, aynadaki görüntüsüne bakmak gibidir. Hepsine şehvetsiz bakmak câizdir. Fakat, şehvet ile bakmak veya şehvete sebep olacak görüntülerine bakmak haramdır.

Demek ki, kadının avret yerlerine şehvetsiz bakmak haram olduğu halde, bunların resimlerine ve TV’deki görüntülerine şehvetsiz bakmak haram değil, mekruhtur. Pornoya şehvetsiz bakmak da haramdır. Çünkü şehvete sebep olacak görüntüdür.

Sual: Yabancı kadınların, resimlerine ve bilgisayar veya televizyondaki görüntülerine bakmak câiz midir?

Cevap: Kadınların, saç, kol gibi bakılması haram olan yerlerinin, aynadaki veya sudaki görüntülerine şehvetsiz bakmak câizdir. Bunları görmek, kendilerini görmek gibi olmaz. Resimlerine, televizyondaki ve bilgisayardaki görüntülerine bakmak, aynadaki hayallerine bakmak gibidir. Hepsine şehvetsiz bakmak câiz olup, şehvetle bakmak veya şehvete sebep olacak görüntülerine bakmak haramdır. Yani şehvete sebep olacak görüntüyse, şehvetsiz de olsa, buna bakmak haramdır. (Mumsema)

Kadınların bakılması haram olan saç ve diğer avret yerlerinin resimlerine veya televizyondaki görüntülerine şehvetsiz olarak bakmak câizdir. Çünkü, bakılan kendileri değil, resimleridir. Fakat bunlara da lüzumsuz olarak, bir ihtiyaç yokken bakmak mekruhtur. Resimlere, ihtiyaç kadar bakmak câizdir. Bu resimlere, görüntülere şehvetli olarak bakmak ise haramdır.

Erkeklerin göbek ile diz arası Hanefi ve Şafii’de avrettir. Hanbeli mezhebinde avret değildir. Avret kısmı sadece sev’eteyndir, yani iki çirkin yerdir, ön ve arkadır. Maliki’nin bir kavli de, Hanbeli mezhebi gibidir. Kadınların saçlarını göstermesi nasıl haram ise, erkeklerin de diz ile göbek arasını çıplak olarak göstermeleri haramdır. Hanefi’de diz de avret, Şafii’de göbek avrettir.

Kadın resimlerinin yüzüne ve saçına ihtiyaçsız ve şehvetsiz bakmak mekruh olduğu gibi, diz ile göbek arası açık erkek resimlerine de bakmak mekruhtur.

Demek ki, başı açık kadın resmi ile bacakları açık bir sporcunun resmi arasında fark yoktur. İkisine de şehvetle bakmak haramdır. İkisine de şehvetsiz ve bir ihtiyaca binaen bakmak câizdir.

Sual: Yabancı kadınların resmine veya TV’deki görüntülerine bakmak, câiz midir?

Cevap: Bir ihtiyaç yok ise, saçlarına, kollarına, şehvetsiz bakmak mekruh, şehvetle bakmak haram olur. Kaba (galiz) avret yerlerine, mesela göğüslerine, kalçasına ise, şehvetsiz de bakmak haramdır.

Sual: Yabancı kadınların, resimlerine ve bilgisayar veya televizyondaki görüntülerine bakmak câiz midir?

Cevap: Kadınların, saç, kol gibi bakılması haram olan yerlerinin, aynadaki veya sudaki görüntülerine şehvetsiz bakmak câizdir. Bunları görmek, kendilerini görmek gibi olmaz. Resimlerine, televizyondaki ve bilgisayardaki görüntülerine bakmak, aynadaki hayallerine bakmak gibidir. Hepsine şehvetsiz bakmak câiz olup, şehvetle bakmak veya şehvete sebep olacak görüntülerine bakmak haramdır. Yani şehvete sebep olacak görüntüyse, şehvetsiz de olsa, buna bakmak haramdır

Sual: Televizyon ve gazetedeki şehvete sebep olmayan görüntülere, şehvetsiz bakmak câiz olduğuna göre, bunları yayınlamak da câiz midir?

Cevap: Bunlara şehvetle bakanlar da çıkacağı için, şehvete, harama sebep olan fotoğraf ve görüntüleri yayınlamak câiz olmaz. (Mumsema.com)

Ulemânın görüşü Nire, Bunlar Nire?

Kendi görüşlerini hep eski ulemâya dayandırdıklarını iddia eden bu şahısların ulemanın görüşüne ters hükümler vermesini kendileri nasıl izah ediyorlar acaba? Nice ulemâ: Kadınların el ve yüzü avret değildir, bakılması câizdir” diyorlar. Bunlar: “Hayır, câiz de değildir, İslâmî de değildir!” diyorlar. Fukahâ ve ulemâ: “Kadının en müstehcen yeri, suya yansımasına, aynadan görüntüsüne bakmak câizdir, haram değildir” diyor. Bunlar: Benzer durumdaki ekranlardan sadece gözleri açık olan hoca hanımların tebliğine, “câiz değildir!” diye her tarafı inletiyorlar.

Kur’an, “tecessüs etmeyin, gizli kusurları araştırmayın!” (49/Hucurât, 12) diyor. Bunlar hanımların kendi aralarında konuşmalarını tecessüs ediyorlar, hem seyretmek haramdır diyorlar, hem videoyu açıyorlar, izliyorlar. Kur’an, “bazı bakışlardan gözlerinizi sakındırın!” (24/Nûr, 30) diyor. Bunlar, haram kabul ettikleri videoları izleyerek hanımların nasıl bir kıyafetle konuştuklarını tespit ediyorlar. Gözlerini sakındırmak yerine sadece gözleri gözüken tebliğci hoca hanımları suçluyorlar. Ulemânın ekserisi, “yüz ve göz avret değildir” diyor. Bunlar gözler bile avrettir diyor. Ulemâ, aynaya yansıyan görüntüye bakmak haram değildir” diyor. Bunlar, “ekrana çıkmak haramdır da haramdır” diyor.

Ve bu selefi geçinenler, ne kadar samimiler söylemlerinde ki, eski ulemânın izinden gitmekle övünüyorlar; görüşlerini güya âlimlerin görüşüne dayandırıyorlar…

Toplumsal Hayatta Müslüman Kadın

Toplumsallaşma, insanın içinde yaşadığı topluma bir şeyler katabilmesi, sunabilmesi; ya da kendisini geliştirmek için topluma açılabilmesi yönünde sürekli gelişen bir harekettir. İnsan, içinde yaşadığı toplumun kendisinden beklediği ilkeleri ve değer yargılarını benimseyebilir ve kendi inandığı değer yargılarını topluma anlatmayı ve benimsetmeyi dileyebilir. Hatta, kimi zaman bu durum, müslümanların doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma ve tebliğ ödevlerinde olduğu gibi “dileme”yi aşarak bir “görev” haline geline gelir. Bu durumda toplumsallaşma, bireyin inanç ve önerilerini içinde yaşadığı toplumun anlayabileceği uygun dille ifâde edebilme süreci de demektir. Sözgelimi bir müslümanın içinde yaşadığı topluma İslâm dinini anlatmayı dileyişi, o toplumun ayırt edici özelliklerini iyi bilmesine ihtiyaç duyar. Gayri İslâmî veya İslâmî, İslâm’ın bilindiği veya bilinmediği toplumlarda nasıl davranmak, nelere dikkat etmek gerekiyor; müslüman bireyin “toplumsallaşması” sorunu, bu soruların cevabına da ihtiyaç duyar.

Diyebiliriz ki toplumsal bir kişilik her durumda, zamanının çoğunu toplumun, toplumsal faâliyetlerin içinde geçiren bir kişilik demek değildir. Yine, zamanının çoğunu evinde veya kapalı bir mekânda geçirmesi, her zaman bireyin toplumsallaşamadığı ve toplum dışı kaldığı, “anti-sosyal” olduğu anlamına gelmez. Toplumsallaşma övgüsü etrafında yanlış tanımlar ve rol beklentileri, toplumları ve bireyleri mustarip eden problemlerin belli başlı nedenlerinden biri sayılabilir.

Örneğin, modernleşme hedefi yolundaki yaşadığımız ülkede “kadınların toplumsallaşması”, onların zamanlarının çoğunu ev dışında bir işte veya bir dernekte/vakıfta ya da popüler gazetelerin “cemiyet haberleri”ne, magazin sayfalarına konu olan salon faâliyetlerinde geçirmesi şeklinde anlaşılmıştır. Ev kadınlığının aksaklık, anneliğin değersiz bir yatırım sayıldığı bir düzenekte kadınlar “sosyal olmak”, “sosyal kişilik kazanmak” adına, nereye ve niçin gitmek üzere olursa olsun, anneliği çağrıştıran ev ortamından uzaklaşma çabasına düşmüşlerdir. Oysa, geçmiş çağlarda “toplumun hayrına” denilerek bütünüyle evlerine kapatılıp toplum hayatından soyutlanmaları gibi; “modern çağ” diye adlandırılan zamanımızda da “toplumun hayrına” denilip bütünüyle evlerinden kopmaları da, onları fıtratlarına yabancılaştırarak veya fıtratlarıyla savaşmaya sevkederek mutsuz kılmıştır.

İslâmî öğretide kadının toplumsal kişiliğini geliştirip koruma hakları teminat altına alınmıştır. Kur’ân-ı Kerim, hiçbir cinsel ayrım kaydı koymadan, toplumsallaşma sürecinin insan fıtratına yerleştirildiğini ve yaratılışında zâten varolduğunu bildirir. “Ey insanlar, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız, birbirinizle tanışmanız için sizi şûbelere ve kabîlelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, takvâca en üstün olanınızdır.” (49/Hucurât, 13). Bu âyet-i kerimede, insanların birbirleriyle canlı ilişkilerini teşvik eden bir işleyiş öğütlenmektedir. Renk, dil ve fiziksel özelliklerin farklılığı, bir aşağılama vesilesi değil; zenginlik vesilesidir. Farklılıklar, insanların birbirlerini tanımalarını teşvik eder; kendinde olanla diğerlerine katkıda bulunmaya sevkeder. Böylece fiziksel farklılıklar ve tanışma eylemi, toplumsal hayatı olumlu anlamda motive edebilir. Doğruyu emredip yanlıştan sakındırma ödevi, insanın kendisinden olduğu kadar toplumdan da sorumlulukları somutlaşırken; kadın olsun erkek olsun bütün insanlara (mü’minlere), bulundukları şartların elverdiğince İslâm’a hizmet etmelerinin gereği duyurulur. Dini sevdirmek, güzelleştirmek ve kolaylaştırmak, tebliğci mü’minlerin dikkat etmesi gereken ilkelerdir. Mü’minlerin birbirlerini sevmesi ise, iman’la bağlantılıdır: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek anlamıyla iman etmiş olamazsınız.” (Müslim, Îmân 93-94; Tirmizî, Et’ime 45)

Kadının toplumsal konumu insanlık tarihi boyunca üç belirgin durum ortaya koymuştur: Bazı dönem ve değerlendirmeler açısından kadın, sadece ev içinde ve ev-çocuk-eş üçgeninde gerekli bir varlıktır. Kimi dönemlerde ise, toplum içinde insanî yetenekleriyle değil de cinsel özelliği itibarıyla ön plana çıkarılan, annelik özelliği gözardı edilerek salt cinselliğiyle, (cinselliğini sunabilişiyle) kabul gören bir varlık sayılmıştır. Üçüncü durumda, toplumsallaşmayı talep eden kadın cinsel kimliğine (fıtratına) yabancılaşmadığı ve cinselliği istismar edilemeyen bir kişilik konumu kazanmaktadır. Bu üç toplumsal konumdan ikisi kadını değersizleştiren ve mutsuz eden sonuçlar vermişken; “orta yol”un tutulduğu son konum, ona saygın bir insanî hüviyet/kişilik kazandırmıştır.

Öte yandan, ilk yaklaşımda kadın neredeyse, ev ortamlarını tamamlayan bir eşya telâkki edilmiştir. Bu durumda kadının insanî yetenekleri körelmekte, irâdesi yok sayılmakta; bunlarla birlikte sorumlu bir kul olarak Allah yolunda ârifâne çalışmalar yapabilme yolları bile tıkanmaktadır. Bu konumda kadın kendi adına ve başkaları adına fikir yürütebilecek; âilenin problemleri için istişâre edilecek biri de değildir. Sürekli evin içinde bulunduğu ve çevresi sınırlı olduğundan, kendisine dışarıdan herhangi bir etkinin erişemediği hesap edildiğinden; evin erkeği için, âile için değerli ve saygın telâkki olunur.

Ancak, ona atfedilen bu saygınlık ve değer, bilincinin dışında gelişen bir şeydir. Bu anlamda kadın elmas ve pırlanta gibi mücevher cinsinden bir eşya mesâbesindedir. Kendi başına hareket edebilme ve katılım gücüne sahip değildir. Toplumla ve dünyayla ilişkilerinde (toplumsallaşma durumunda) önce babası, sonra kocası aracılığıyla gelen bir dolaylılıkla çevrilmiştir. Diyebiliriz ki, ataerkil (eril) nitelikli uzun tarihî dönemler boyunca ve çok yakın zamanlara kadar kadının varoluş durumu, aşağı yukarı böyle bir çerçevede şekillenmiştir.

Kimi tarihî dönemlerde ise kadının “topluma katılım” veya “özgür olmak” adına fıtrî özelliklerini gözardı ederek anne ve eş sorumluluklarından uzaklaştığı görülür. Nedenleri ve sonuçlarıyla günümüzde de izlendiği üzere bu durumda kadın genellikle, bireysel ve toplumsal kişiliğine kavuşma adına, tıpkı eski yüzyılların köle pazarlarında (agoralarda) veya sarayların haremlerinde izlendiği gibi; podyumlarda, vitrinlerde ve reklam panolarında salt cinsel bir imajla öne çıkarılarak, cinselliğiyle “pazara sürülerek” kişiliksizleştirilmiştir. Bu, insan haklarından ve kadın haklarından oldukça çok söz edilen bir dönemde ve moda, sanat, cinsel özgürlük gibi süslü kılıflarla gerçekleştirilen bir kişiliksizleştirme sürecidir.

Avrupa’da kadın hakları hareketlerini de içine alan insan hakları alanındaki girişimlerin, İslâmî öğretinin hayata geçirilen ilkelerinden örnek ve ilham aldığı söylenebilir. Bununla birlikte, neredeyse yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar, müslümanların tarihinde yalnızca İslâm’ın ilk yayılış döneminde kadınlar siyasî, askerî ve kültürel açılardan toplumlarında etkin roller üstlenebilmişlerdir. Sonra bu roller giderek zayıflamaya başlamış; kadının sokağa çıkmasının fitneyi dâvet, toplumu ifsad edeceği; kadınların “şeytanın ağı” oldukları şeklindeki kanaatin yayılmasıyla da giderek anılmaz olmuştur. Bu kötü kanaat, öylesine dinden bilinmiştir ki, günümüzde de müslümanlar arasında kadının toplum içindeki rolü, İslâmî harekete katılımı etrafındaki tartışma ve yaklaşımlar, Asr-ı Saâdetten günümüze çeşitlenerek gelen “kadın ve fitne” arasında irtibat kuran iddiâ ve kabullerden bağımsız olamamaktadır (Cihan Aktaş, Kadının Toplumsallaşması ve Fitne, İs. Araş. c. 10, sayı 4, s. 242-243).

Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerinde erkeğin bulunduğu ortamlarda kadının sosyal hayata katılımını onaylayan üç yüzden fazla hadis vardır. Bu sahih hadis-i şeriflerden açıkça anlaşıldığına göre Peygamberimizin devrinde;

Müslüman kadın, Rasûlullah’ın mescidinde cemaate katılır, yatsı ve sabah namazı kılardı.

Müslüman kadın, Cuma namazına gider ve Rasûlullah’ın dilinden Kaf sûresini ezberlerdi.

Müslüman kadın, küsuf namazına katılır, uzun süre Rasûlullah ile beraber olurdu.

Müslüman kadın, Ramazanın son on gününde Rasûlullah’ın mescidinde itikâfa girerdi.

Müslüman kadın, mescidde itikâfta bulunan kocasını ziyâret ederdi.

Müslüman kadın, Rasûlullah’ın müezzini tarafından duyurulan çağrıya icâbet edip mescidde yapılan genel toplantıya katılırdı.

Müslüman kadın, erkekler mescidde kadınlardan daha fazla olduğundan, kadınlar için özel eğitim yapılmasını istemiştir.

Müslüman kadın, bizzat Rasûlullah’a giderek özel ve genel konularda O’na soru sorardı.

Müslüman kadın, erkeklere iyiliği emreder, onları kötülüklerden sakındırırdı.

Müslüman kadın, Rasûlullah’la beraber ziyâfetlere katılır ve onlara da yemek ikram edilirdi.

Müslüman kadın, kocasıyla beraber gelen misâfirin sofrasına oturup akşam yemeği yerdi.

Müslüman kadın, düğün yemeğinde erkek misâfirlere hizmet eder ve Rasûlullah’a güzel içecekler ikram ederdi.

Müslüman kadın, evini ilk muhâcir müslümanlara açmıştır.

Müslüman kadın, Rasûlullah’la beraber savaşlara katılır, su dağıtır, yaralıları tedâvi eder, ölü ve yaralıları Medine’ye taşırdı.

Müslüman kadın, meselâ Ümmü Haram, ilk deniz savaşlarında şehid olması için Rasûlullah’ın duâ etmesini ister, Rasûlullah da onun için duâ ederdi.

Müslüman kadın, Rasûlullah’la beraber bayram namazını kılar, Rasûlullah bayram hutbesinden sonra özellikle kadınlara öğüt verirdi.

Rasûlullah, müslüman kadına, -genç olsun, küçük olsun, örtülü olduktan sonra farketmez- bayram namazına gelmelerini emreder; iyiliğe, müslümanlara duâ etmeye çağırırdı.

Rasûlullah, müslüman kadına, -isterse hayızlı olsun- bayram günü namazgâha gelmelerini, cemaatle beraber duâ etmelerini emretmiştir.

Kadınların sosyal hayata katılımıyla ilgili Kur’an, sünnet ve asr-ı saâdetteki uygulamalardan yola çıkarak İslâm’ın ilkelerini şu maddeler halinde özetleyebiliriz:

a- Evde, perde arkasında durmak, yalnızca Rasûlullah’ın hanımlarına mahsustu. “…Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin…” (33/Ahzâb, 53). Diğer sahâbe hanımları bu konuda mü’minlerin annelerine uyma gereği duymamışlardır.

b- Asr-ı saâdetteki kadınlar, sosyal hayata iştirak eder, özel ve genel birçok konularda erkeklerle karşılıklı münâsebetler kurarlardı. Amaç, aktif yeni hayatın ihtiyaçlarına cevap vermek ve kadın-erkek müslümanların işlerini kolaylaştırmaktır.

c- İslâm, kadına bu katılımı sağlarken, yüce ahlâk kurallarından başka bir şeyle sınırlandırmamıştır. Zaten bu kurallar da her durumda korunmuş ve ortadan kaldırılması mümkün olmayan kurallardır.

d- Risâlet çağında müslüman kadın, ihtiyaca ve hayat şartlarına göre toplumsal faâliyetlere, siyaset ve meslekî çalışmalara katılmıştır. Toplumsal faâliyet alanında; müslüman kadın pek çok hizmet vermiştir; kültür ve eğitim, birr/iyilik ve toplumsal hizmet vb. konularında kadın erkekten geri kalmamıştır. Müslüman kadın, siyasî işleyişe, statükonun ve toplumun bâtıl inancına karşı çıkabiliyordu. Bu uğurda zorluklarla ve işkenceyle karşılaşınca inancı uğruna hicret edebiliyordu. Ayrıca müslüman kadın, bazı siyâsî istişârelere katılabiliyor, kimi zaman da siyâsî muhâlefete iştirak edebiliyordu. Meslekî alanda ise; hemşirelik, temizlik ve ev işleri gibi sahalarda çalışıyordu. Bu çalışmaları iki şeyi gerçekleştirmesine yardımcı oluyordu: 1) Fakirlik ve güçsüzlük durumunda kendisine ve âilesine temiz bir hayat sunmak, 2) Kazandığını tasadduk edip Allah yolunda harcayarak kendisine yüce bir konum ve fazîlet kazandırmak.

e- Aktif siyâsî, sosyal ve meslekî sahalardaki katılım, çağımızda yeni sosyal oluşumları zorunlu kılıyorsa, şeriatın ilke ve kuralları bu oluşumları daha ciddî değerlendirmektedir. Her çağda bu ihtiyaçlara din cevap vermektedir.

f- Toplumsal hayata katılımın en önemli sonucu kadının anlayışının gelişmesi ve en üstün olgunluk düzeyine ulaşarak pek çok faydalı işler yapmasına imkân tanımasıdır (Abdülhalim Ebu Şakka, Tahrîru’l-Mer’e, Kadın ve Aile Ansiklopedisi, c. 1, s. 30, 50).

Müslüman Kadının Toplumsal Hayata Katılma Âdâbı

Kadının toplumsal hayata katılmasının ve bunun gereği olarak erkeklerle görüşmesinin İslâmî âdâbını, Kur’an ve Sünnet belirlemiştir. Din, âdâbın, terbiyenin zirvesidir. O edepleri, ahlâkı ve nâmusu korur, iyi ve faydalı hayatın akışını durdurmaz, münkerden uzaklaştırır, iyi ve güzele yöneltir, kötü eğilimleri terbiye eder, kadın ve erkeği eşit olarak huzura kavuşturur. Böylece farklı cinse karşı küçük düşürücü, saygınlığı giderici, aşırı duygusal davranıcı hareketler olmaz. Gerek elbise, gerek konuşma, gerekse bazı zorluklara sebep olan hareketler konusunda olsun müslüman hanımın, erkeğe oranla bağları daha fazladır. Kadın bunlara, erkeklerle görüşmeyi zorunlu kılan meşrû ihtiyaçlarını ve hayatî maslahatlarını gerçekleştirmek için tahammül eder. Bu tür ihtiyaç ve maslahatlar artarak görüşme de artabilir, ihtiyaç ve maslahatlar azalarak görüşme de azalabilir. Şâriin/Kanun koyucunun çizdiği edepleri sunmadan önce o âdâbı gerçekleştirmeye yardım eden bazı temel faktörleri başlıklar halinde hatırlatalım:

a- Terbiye ve yönlendirmeye önem verme,

b- İffeti korumak için erken evlenme,

c- İyi kontrol etmekle birlikte, küçük yaşta belirli ölçüde topluma katılma ve görüşmeyi kolaylaştırma.

A- Kadın ve Erkek Arasındaki Müşterek Edepler:

1) Görüşme ortamının ciddî olması: “Güzel (kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin.” (33/Ahzâb, 32). Âyet, konuşma konusunun, münkeri içermemesi, iyilik sınırları içerisinde olması gerektiğini işaret ediyor. Kadın ve erkekler arasındaki ciddiyet; güzel söz söylemedir. Oyun ve eğlence havası, gereksiz şakalar, cıvık kahkahalar, aşırı serbest tavırlar, kadınsı işve ve cilveler ise, münkerdir ve nâmahrem olan kadın-erkeğin karşılıklı görüşme ve ilişkilerinde yasaktır. Töhmet altında bulunulacak, eğlence yerleri ve gayr-i İslâmî ortamlar veya gayr-i ciddî konu ve yaklaşımlar içinde olmamalı. Başka insanların gördüğünde ahlâkî olarak yadırgayacağı veya ahlâksız bazı şeylerden şüpheleneceği durumlardan uzak olunmalıdır.

2) Gözü çevirme: “Mü’min erkeklere söyle: Bakışlarını çevirsinler, gözlerini (harama) dikmesinler, nâmuslarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar, bazı bakışlarını çevirsinler, nâmuslarını korusunlar…” (24/Nûr, 30-31). Gözü çevirmenin anlamı; fitne korkusu yüzünden uzun uzadıya bakmaya engel olma, demektir. Âyette geçen “min -den-” edâtı, “teb’îz” içindir; her bakış değil, bakışların bazısı yasaktır; fitneden korkulduğu zaman kadına bakmanın haram olduğu hususunda ihtilâf yoktur. Fitne durumunda gözü ondan çevirmek gerekir. Âyet, mutlak anlamda, yani şehvet duygusundan uzak olarak gözü çevirmenin gerektiğini ifâde etmez. Kadının el ve yüzüne kötü niyet ve şüphe olmaksızın bakmak câizdir. Şehvetle bakmaya gelince; elbisenin üstünden bile şehvetle düşünmek haramdır, kaldı ki açık yüze bu şekilde bakmak! Bazı âlimler de, âyette bazı bakışların çevrilmesinin emredildiğini, ancak kadının yüzünün bunun dışında olduğunu belirtirler.

Allah Teâlâ, bir başka âyette de şöyle buyurur: “Allah, gözlerin hâin bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (40/Mü’min, 19). Câbir bin Abdullah’dan: “Rasûlullah (s.a.s.)’a ânî bakıştan sordum. Bana: “Bakışını hemen çevir!” buyurdu.” (Müslim, Âdâb 45, hadis no: 2159; Ebû Dâvud, Nikâh 44; Tirmizî, Edeb 29). Büreyde (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Ali (r.a.)’ye buyurdular ki: “Ey Ali, bakışına bakış ekleme. Zira ilk bakış sanadır, ama ikinci bakış aleyhinedir.” (Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud, Nikâh 44). “Hiç şüphesiz Allah, Âdemoğluna yaptığı zinâdan payına düşeni yazmıştır. Gözün zinâsı bakmaktır, dilin zinâsı konuşmaktır. Nefis arzular ve şehvet duyar. Tenâsül uzvu da bunu ya doğrular ya da yalanlar.” (Buhârî, 14/305; Müslim, 8/52). Bu hadis, şehvetle bakmanın haram olduğu hususunda açıktır. Bunun için, “nefis arzular ve şehvet duyar” buyuruldu. Bunun anlamı, şehvetsiz olduğu zaman günah değildir, demektir.

Rasûlullah (s.a.s.) Kurban günü Fadl’ı bineğinin arkasına bindirdi. Fadl, yakışıklı bir gençti. Rasûlullah, insanların kendisine fetvâ sormaları için durdu. Hes’am kabilesinden güzel bir hanım gelerek Rasûlullah’a fetvâ sormaya başladı. Kızın güzelliği Fadl’ın hoşuna giderek ona bakmaya başladı. Bunun üzerine Peygamber, Fadl’ın çenesine tutarak öbür tarafa çevirdi ve genç kadının yüzüne bakmasına engel oldu (Buhârî, 13/245; Müslim, 4/101). Hâfız İbn Hacer diyor ki: “İbn Battal şöyle diyor: “Hadiste fitneden korkulduğu zaman yüzü çevirme emri vardır. Bunun gereğine göre, fitneden emin olunursa yasak değildir. Bunu Rasûlullah’ın Fadl’a yaptığı şey de te’kid ediyor. Fadl, hoşuna giderek genç kıza iyice baktığında Rasûlullah fitneden korkup onun yüzünü çevirmiştir. Çünkü erkeklerin tabiatında kadınlara karşı meyil vardır.” (Fethu’l-Bârî, 13/245)

Âişe (r.a.)’den: “… Bayram günü önden gelen insanlar, savaşçılık (savaş oyunları cinsinden folklorik oyun) oynuyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) bana: “Bakmak ister misin?” dedi. Ben de: ‘Evet’ dedim. Beni arkasına alarak seyrettirdi…” (Buhârî, 2/95). Dolayısıyla kadının erkeğe -gösteri yapmakta, oyun oynamakta olsa bile- bakması câizdir. Özet olarak; görüşmenin bir neticesi olarak, erkekler kadınları, kadınlar da erkekleri görebilir. Birbirlerine makul ve meşrû ölçüler içinde bakabilirler. Her iki taraf da, gözlerini harama bakmaktan sakındırdıkları ve şehvetten uzak oldukları sürece bunda bir sakınca yoktur. Kur’an’ın ve Sünnetin emretmediği peçe, eğer olması gerekiyorsa, kadınların yüzünde değil; erkeğin gözünde olmalıdır.

3) Genel olarak tokalaşmaktan kaçınma: Allah, kadın ve erkek olarak gözleri harama bakmaktan çevirmemizi emretmiştir (24/Nûr, 30, 31). Çünkü harama bakma insanı şehvete götürür. Tokalaşma ise bakmaktan daha fazla insanı şehvete götürür. İbn Mes’ud (r.a.)’dan: “Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam gelerek bir kadını öptüğünü ya da eliyle dokunduğunu (onu okşadığını) söyledi. Sanki bağışlanması için gereken keffâreti soruyordu. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: “Gündüzün iki tarafında (sabah, akşam) ve geceye yakın saatlerde namaz kıl; çünkü hasenât/iyilikler, seyyiâtı/kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür.” (11/Hûd, 14) (Müslim, 8/102). Ma’kul bin Yesâr’dan rivâyetle Rasûlullah şöyle buyurdu: “Sizden birinin başına demirden büyük bir iğnenin batırılması, kendisine helâl olmayan bir kadına dokunmasından daha hayırlıdır.” (Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 4921). Hz. Âişe (r.a.) “Andolsun ki Rasûlullah kadınlardan bey’at alırken kesinlikle elini bir kadına dokundurmadı” diyor (Buhârî, 10/261; Müslim, 6/29).

Enes bin Mâlik’den: “Rasûlullah (s.a.s.) Ümmü Haram binti Milhan’ın yanına giriyordu. O Rasûlullah’a ikram ediyordu. Ümmü Haram, Ubâde bin Sâmit’in nikâhı altındaydı. Rasûlullah’a yemek yediriyor ve başını temizliyordu.” (Buhârî, 6/350; Müslim, 6/49). Yine Enes bin Mâlik’den: “Medine’li câriyelerden biri, Rasûlullah’ın elinden tutarak istediği yere onu götürünceye kadar elini bırakmıyordu.” (Buhârî, 13/102; İbn Mâce). Ebû Râfi’nin hanımı Selmâ’dan rivâyetle: “Rasûlullah’a hizmet ediyordum. Onun bir yarası olduğu zaman, bana üzerine kına koymamı emredinceye kadar yarası iyi olmazdı.” (Mecmeu’z-Zevâid 5/95). Abdullah bin Muhammed bin Abdullah bin Abdullah bin Zeyd, kadınlarından birinin şöyle dediğini rivâyet ediyor: “Rasûlullah yanıma geldiğinde, sol elimle yiyordum. Ben fakir bir kadındım. Rasûlullah elime vurarak lokmamı düşürdü ve bana: “Sol elinle yeme, Allah sana sağ elini vermiştir” buyurdu. Böylece sağ elimle yemeğe başladım. Bundan sonra asla sol elimle yemedim.” (Mecmeu’z-Zevâid 5/26).

Rasûlulullah’ın bey’at esnâsında kadınlarla musâfaha etmemesiyle, bazı zamanlarda herhangi bir kadına dokunması olaylarını birleştirebiliriz. Şöyle ki: Rasûlullah (s.a.s.) birinci durumda, dokunma biçimlerinden biri olan ve özel bir anlam ifâde eden tokalaşmadan kaçınmıştır. Gerek kadın veya erkeklerle karşılaştığında, gerek selâmlaşma, duâ ve yakınlaşma için onun mübârek vücuduna dokunma isteği ve İslâm üzere bey’at etme durumlarında Rasûlullah kadınlarla tokalaşmaktan kaçınmıştır. Bu durumlarda Rasûlullah’ın tokalaşmaktan kaçınması, başka durumlardaki dokunma biçimlerinden uzak kaldığı anlamına gelmez. Çünkü diğer durumlarda Rasûlullah (s.a.s.) bir yönden pek nâdir olan fıtrî ihtiyaçlarını gidermek için bunu yapıyordu, diğer bir yönden ise o, kadınların fitnesinden emindi. Yani Rasûlullah (s.a.s.) birinci durumda, genel olarak kadınların fitnesinden emin olmadığı gibi tokalaşmak için de ciddî bir gerekçe görmüyordu. İkinci durumda ise, gerekli sebeplerden dolayı bunu uygun görüyordu. Buna şu da eklenebilir: Rasûlullah’ın biat alırken kadınlarla tokalaşmaktan kaçınması, bu meselenin kesin olarak haram olduğu anlamına gelmez. Nitekim, vârid olan deliller bu durumun Rasûlullah’a özel olduğunu ifâde ediyor: “Ben kadınlarla tokalaşmam!” (Mecmeu’z-Zevâid 8/266) hadisinde kullanılan zamir, sadece Rasûlullah’a âittir.

Özet olarak: Rasûlullah (s.a.s.)’ın kadınlarla tokalaşmaktan kaçınması; ümmetine öğretmek ve kanun olarak koymak için sedd-i zerâi bâbında çoğu durumlarda bunu kerih görmesi anlamındadır. “Sedd-i zerâi kesin değil; daha evlâdır” diyen usûlcülerin görüşü de bunu te’kid etmektedir. Biz de çoğu zaman tokalaşma ve dokunmadan kaçındığımızda; fitne ortadan kalkıp uygun bir gerekçe olduğu zaman da buna müsâmaha gösterdiğimizde Rasûlullah’a en güzel şekilde uyanlardan olacağımız kanısındayız. Böyle olduğu takdirde tokalaşma müslümanlar arasında karşılıklı iyi duygu alışverişine ve ilişki kurulmasına vesile olur. Nitekim akrabalar, yakın arkadaşlar arasındaki tâziyelerde, yolculuklarda, misâfirliklerde ve güzel bir işe teşvik etme durumları gibi özel münâsebetlerde yapılan tokalaşmalar bu türdendir. Fakat biz, günümüz toplumunda karşılıklı münâsebetlerde kadın ve erkek arasında tokalaşma yaygın olduğundan, bir açıdan zorluğu kaldırmak, diğer bir açıdan ise haram oluşuna dair kesin bir hükmün bulunmayışını göz önünde bulundurarak hükmü kolaylaştırmak zorunda kalıyoruz. Buna rağmen, gerekmediği müddetçe kadın erkek birbiriyle tokalaşmaktan kaçınırsa daha ihtiyatlı ve takvâya daha uygun olur. Şuurlu bir mü’mine, takvâ sahibi bir dâvâ adamına, bir davetçiye karşı cinsten biriyle tokalaşmak uygun değildir, doğru değildir, hayır değildir.

4) Kadın ve erkek arasını ayırma ve karışmaktan kaçınma: Ümmü Seleme (r.a.)’den rivâyette: “Rasûlullah (s.a.s.) namazda selâm verdiği zaman, kadınların kalkıp gitmeleri için bir süre kalkmadan bekliyordu.” İbn Şihab diyor ki: “Rasûlullah’ın beklemesi topluluğun kadınları görmeden ayrılmaları içindir sanıyorum.” (Buhârî, 2/467). Bu anlamı Rasûlullah’ın “Şu kapıyı kadınlara bıraksak…” (Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 5134) sözü de te’yid etmektedir. Yine bir rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) mescidden çıkınca erkeklerle kadınlar yolda birbirine karıştılar. Bunun üzerine Rasûlullah kadınlara şöyle buyurdu: “Geç çıksanız yahut o yolun hakkını verseniz, yolun kenarında yürüseniz!”  (Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, hadis no: 856)

Kadınların yolda karışıklıktan kaçındıkları gibi, kamuya âit yerlerde de karışılıktan kaçınmaları gerekir. Bu mescidlerde olduğu gibi, diğer yerlerde de sadece arka tarafların kadınlara âit olduğu anlamına gelmez. Kadınların arka saflarda yer almaları, gerek mescidde olsun, gerekse kocası ve mahremleriyle beraber yabancıların bulunduğu evlerde olsun namaza âit özel bir durumdur. Fakat namazın dışında uyulması gereken âdâp, erkeklerle kadınların arasının ayrılması ve karışıklığın önlenmesidir. Bu oturma yerlerinde yer ayırarak ya da iş yerlerinde karışıklığı önleyerek düzenleme yapılarak sağlanabilir.

(Sözgelimi kalabalık bir ortamda kadın-erkek birbirine değmeden yürünemeyecek şekildeki semt pazarlarına alışveriş amaçlı da olsa gitmenin câiz olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak, pazarların tenha saatlerinde ve de çok dikkat ederek ihtiyaç karşılanabilir. Bu yasağın sadece müslüman kadın için değil; elbette müslüman erkek için de geçerli olduğunu belirtmeye bilmem gerek var mıdır? Aynı sakıncayı büyük şehirlerdeki kalabalık dolmuş ve otobüslerde özellikle ayakta yolculuk için de çoğu zamanki uygulamadan yola çıkılarak söylemek mümkündür. Düğün salonlarında, özellikle düğün ve benzeri dâvetlerde kadın-erkek karışık oturmanın câiz olduğunu iddiâ etmek de pek mümkün değildir.

Ama eğitim gibi ciddî amaçlar için, tesettür ve karşılıklı edeplere riâyet şartıyla, başka uygun alternatif yoksa kadın-erkek aynı salonu paylaşmanın haram olduğunu iddiâ etmek delillendirilmesi zor bir çıkarım olmakla birlikte; mevcut düzen ve çevre şartları açısından insanımızı sosyal açılım ve toplumsal nimetlerden mahrum etmenin vebâlini de gerektirecektir. İdeal olanla reel olanı, takvâ ile ruhsat ve fetvâyı karıştırmamak; en iyi yok diye elde edilebilecek iyiliklerden de uzak olmamak, bir şeyin tümüne sahip olunamıyorsa bir kısmından olsun mahrum olmamak gibi meşrû ve ma’kul yaklaşımları ihmal etmemeliyiz diye düşünüyorum.)

5) Halvetten kaçınma (Kapalı bir yerde yabancı bir erkekle yabancı bir kadının töhmet altında bulunacak şekilde yalnız kalmaları): İbn Abbas (r.a.)’dan: “Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın!” (Buhârî, Nikâh 111; Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181; Müslim, Hacc 424, hadis no: 1341).

Aşağıdakiler, yasak olan halvet kavramının dışında kalır:

a- İnsanların huzurunda olan halvet: Enes bin Mâlik (r.a.)’den: “Ensardan bir kadın Rasûlullah’a geldi ve Rasûlullah onunla başbaşa kalarak: “Allah’a yemin olsun ki, sizler bana insanların en sevimlilerisiniz” buyurdu.” (Buhârî, 11/246; Müslim, 7/174). “Yabancı bir kadınla gizli görüşme, fitneden emin olunduğu sürece dini zedelemez.” (Fethu’l-Bârî, 11/246-247)

b- İki ya da üç erkeğin bir kadınla halvet etmesi: “Bu günden sonra bir erkek, kocası olmayan bir kadının yanına beraberinde bir ya da iki kişi olmadan girmesin.” (Müslim, 7/8). İmam Nevevî diyor ki: “Bu hadisin zâhiri, iki ya da üç erkeğin, yabancı bir kadınla halvet edebileceğinin câiz olduğunu gösteriyor. Bu hadis, iyilikleri, mürüvvetleri ya da başka sebeplerden dolayı zinâ üzerine ittifak etmeleri oldukça uzak olan bir cemaate te’vil edilir.”

c- Bir erkeğin kadınlar topluluğuyla halvet etmesi: Yasak olan halvet, bir erkeğin bir kadınla halvet etmesidir. Ancak, erkeklerin veya kadınların birden çok olmasıyla bu yasak kalkar.

6) Kocası yanında olan kadının yanına girerken kocasından izin almak gereklidir: “Kocası evde olduğu halde, kocasının izni olmadan evine birisini alması câiz değildir.” (Müslim, 3/91; Buhârî, 11/206). Amr bin Âs, bir ihtiyaçtan dolayı Ali bin Ebî Tâlib’in evine gitti ve Ali’yi evde bulamadı. Ali (r.a.) geldiğinde ona şöyle dedi: “Bir ihtiyacın varsa, hanıma bildirseydin ya!” Amr da: “Kocaların izni olmadan hanımların yanına girmekten men olunduk” dedi. (Silsiletü’l-Ehâdîsisi’s-Sahîha, hadis no: 652). Bununla birlikte, ihtiyaç duyulduğu zaman, koca evde olmasa da kadınla görüşmek için mutlaka kocasının izni alınmasına gerek yoktur: “Bu günden sonra bir erkek, kocası olmayan bir kadının yanına beraberinde bir ya da iki kişi olmadan girmesin.” (Müslim, 7/8).

7) Tekrarlanan uzun görüşmelerden kaçınmak: Bu tür görüşmelerin örnekleri, akrabalar ve arkadaşlar arasındaki karşılıklı ziyaretleşmeler ve bu ziyaretlerin uzun saatler sürmesidir. Yine bu tür görüşmelerin örnekleri, kadın ve erkekleri uzun süre iş icabı aynı yerde tutan günlük meslekî çalışmalar, eğitim amaçlı kurslar, çalışmalar ve derslerdir.

Bu âdâp hakkında nass bulunmasa da, fitneye fırsat verilmemesi için uygulanması gerekir. Çünkü bu tür görüşmeler, hareketteki vakar, konuşmalarda ciddiyetin devamı ve gözü harama bakmaktan çevirme gibi birçok âdâbın gerçekleştirilmesini zorlaştırır. Bu, görüşme esnâsında sürekli kadın ve erkeğin bulundurması gereken ciddiyet ve çekingenlik derecesini çoğu zaman zayıflatır. Bu sedd-i zerâî sebebiyle, bu tür uzun ve sık görüşmelerden kaçınılması gerektiği görüşündeyiz. Ancak, yapılan iş karşılıklı görüşmeyi sürekli zorunlu kılıyorsa, sakıncasıyla birlikte, ihtiyaç duyulduğu sürece ve fitneden korunma gayretiyle birlikte bu yapılabilir. Genellikle akıl ve kalbi meşgul eden ciddî çalışmalar vakarı korumaya yardımcı olur. (Ama, ciddî olmayan konular, samimî ve sıcak davranışlar, şakalar ve eğlenceli konuşmalar da şeytanın araya girmesine ve konunun istismar edilip cevaz sınırlarının aşılmasına sebep olur.)

8) Şüpheli yerlerden kaçınma: Kadınların şüpheli yerlerde erkeklerle bir araya gelmekten kaçınması gerekir. Bilinen misâfirler ve uzak da olsa güvenilir akrabâ ve samimi dostlar gibi güvenilir kişilerle görüşmede bir sakınca yoktur. “Sana şüpheli geleni, şüphe vereni bırak, şüphe vermeyeni al.” (Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 3372). Abdurrahman bin Avf şöyle dedi: “Biz kadınlarımızın yanında olmuyoruz ve misâfirlerimiz oluyor. Rasûlullah (s.a.s.): “Onlara bir zorluk yoktur” buyurdu (Fethu’l-Bârî, 10/264).

9) Açık ve gizli günahtan kaçınma: Allah Teâlâ şöyle buyurur: “…Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın…” (6/En’âm, 151). “Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezâsını mutlaka çekeceklerdir.” (6/En’âm, 120). Konumuzla ilgili açık olan günah; görüşme âdâbındaki hatalardır. Gizli olan günah ise; haram olan bir şeyi arzulama, ondan yararlanma ve bunu daha da ileri götürmedir.

B- Kadınlara Âit Edepler:

1) Mütevâzi giysi: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “…Görünen kısımları müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…” (24/Nûr, 31). “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle: (Bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine salsınlar (vücutlarını örtsünler)… (33/Ahzâb, 33). “Cehennemliklerden görmediğim iki sınıf vardır. (Biri) yanlarında sığır kuyrukları gibi kamçılar (coplar) bulunup, onlarla insanları döven bir kavim! (Diğeri) Giyinmiş çıplak kadınlar… Bunlar cennete giremeyecek, onun kokusunu da duyamayacaklardır. Halbuki onun kokusu şu kadar ve şu kadar uzaktan duyulacaktır.” (Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128)

Ümmü Atiyye’den: “Rasûlullah (s.a.s.)’a şöyle sordum: ‘Bizden birisinin (dış) elbisesi olmazsa dışarı çıkmasında bir sakınca var mı?’ Rasûlullah (s.a.s.): “Kocasının elbisesini giyinerek çıksın” buyurdu. (Buhârî, 1/439; Müslim, 3/20)

Erkeklerin dikkatini çekecek şekilde çok câzip, örtülü olduğu halde vücut hatlarını belli edecek şekilde dar veya ince/şeffaf olan giysiler veya zâhiren tesettüre uygun gözüktüğü halde, iffetli ve olgun bir müslüman hanıma yakışmayacak şekilde “çeyrek tesettür” veya tesettür defilesindeki manken görünümlü giysi ve tavırlardan uzak olmak gerekir. Ayrıca, her çeşit makyajdan uzak bir doğallık şarttır.

2) Güzel kokudan (parfümden) kaçınma: “Bir kadın, güzel koku sürerek bir topluluktan geçer, onlar da ‘onun kokusu şöyle şöyleydi’ diye konuşurlar. Böyle (koku sürünmesi ve) söylenmesi çirkindir.” (Ebû Dâvud, hadis no: 351)

3) Konuşurken ciddî olma: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “… Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır…” (33/Ahzâb, 32)

4) Hareketlerde ağırbaşlı olma: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “… Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde yürümesinler).” (24/Nûr, 31). Peygamberimiz (s.a.s.)’den de şöyle rivâyet edilmiştir: “Cehennemliklerden görmediğim iki sınıf vardı. (Biri) yanlarında sığır kuyrukları gibi kamçılar (coplar) bulunup, onlarla insanları döven bir kavim! (Diğeri) Giyinmiş çıplak kadınlar; dikkatleri çekmek için salınarak yürüyen, kırıtan ve başlarını deve hörgüçleri gibi yapan kadınlar! Bunlar cennete giremedikleri gibi, onun kokusunu da duyamayacaklardır. Halbuki onun kokusu şu kadar ve şu kadar uzaktan duyulacaktır.” (Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128)

(Müslüman bayan, erkeklerin bulunduğu sosyal hareketlere katılır veya yabancı erkeklerle meşrû ölçüler içinde konuşurken, her şeyden önce dişiliğiyle değil; kişiliğiyle bulunmalıdır. Bir kadın için, sosyal hayatta tesettür her şey değil; bir şeydir. Onsuz olmaz ama, onunla da her şey tamamlanmış değildir. Bırakın kahkahayı, aşırı ve sesli gülme, yabancı erkeklerle şakalaşma, gereksiz samimi tavırlar, kadınsı işveler, yapmacık edâ ve sesin güzelleştirilmesi için doğal olmayan çabalar vb. iffetli müslüman bir hanıma yakışmayacak ve müslüman insanlarca yadırganacak ya da farklı gözle değerlendirilecek her türlü tavırdan kaçınılması gerekir. Müslüman kadının bu ölçülere riâyet etmeden sosyal hayatta yer alması ya da erkeklerle konuşması, hem kendine, hem dâvâsına, hem tesettürlü hanımlara, hem İslâm’a ve hem de müslüman kadınların toplumda müslümanca yer etmesi için gereken ortamın ve örfün oluşması önündeki zincirlerin kırılma çabalarına çok büyük zararlar verecektir.)

Bazı müşterek görüşme âdâbı kaybolduğunda ne yapılmalıdır? Daha önce ifâde edilen görüşme edeplerine müslüman erkek ve kadının önem vermesi ve bunlara bağlı kalması gerekir. Fakat herhangi bir yerde bu âdabın tamamı ya da bir kısmı kaybolduğu zaman yapılması gereken davranış ne olmalıdır?

Edeplerin kaybolduğu ölçüde bozulma olur; görüşme ve bir araya gelmelerde müslüman erkek ve kadının duyacakları rahatsızlık olur, günahlara kapı açılır, şeytana dâvetiye çıkarılabilir. Bazı edeplerin kaybolması durumunda müslümanın, mevcut maslahatı ve muhtemel bozulmayı kıyaslayarak, hangisi daha ağır basıyorsa ona göre hareket etmesi gerekir. Bu konuda ölçü, nefis ve hevâ, çevre ve özgürlük anlayışı değil; İlâhî sınırlar ve takvâ bilinci, hayırda yardımlaşma olmalıdır.

Görüşme ortamından ve sosyal ilişkilerden kaçınmak, müslümana çeşitli zorluklar getiriyorsa, müslüman erkek ve kadının zorluğu kaldıracak şekilde, zarûret miktarı mevcut durumu kabul etmesi, kesin haram olan sınırlara geçmemek şartıyla kolaylığı ve ruhsatı tercih etmesi gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah dinden sizin üzerinize bir zorluk kılmadı.” (22/Hacc, 78).

Müslüman kadın veya erkeğin bir sosyal ortamda bulunması, hayra götürüyor veya şerden uzaklaştırıyorsa, Allah’a tevekkül ederek orada bulunmaları, bazı yanlışları düzeltmek için çaba göstermeleri gerekir.

Bazı müslümanlarda, cehâlet veya zarûretten dolayı bazen görüşme âdâbına aykırı davranma olabilir. Mü’minlerin kardeşleri hakkında dikkatli olmaları, Allah’tan sakınmaları, dillerini kötü sözlerden korumaları ve asılsız iftiradan uzak durmaları gerekir. Bu hususta ifk hâdisesi bir ibrettir. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç)tur. Onu duyduğunuzda: ‘Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz, hâşâ! Bu, çok büyük bir iftiradır’ demeli değil miydiniz?” (24/Nûr, 15-16). Rasûlullah da: “Kişinin her duyduğunu söylemesi, kendisine günah olarak yeter” (Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 4358) buyurmaktadır.

Asılsız zinâ iftirası, kişinin kendi istek ve arzularına uyarak insanları suçlamasıdır. Bu da bazı müslümanların görüşme âdâbına riâyet etmemelerinden kaynaklanır. Çoğu zaman yapılması gereken, zâhire bakmakla yetinip görüşme âdâbına riâyet etmeyenlere itibar etmemek ve onları şer’î âdâba sarılmaya çağırmaktır. Allah gizli olanları en iyi bilendir. Aynı zamanda, hata yapmakta olan müslümanları kendilerini düzeltmeleri ve ellerinden geldiği kadar töhmetli yerlerden uzak durmaları konusunda uyarıyoruz (A. Ebu Şakka, Tahrîru’l-Mer’e, 1/327-346).

İslâmî Harekette Kadın

Kur’an, hayatı yönlendiren, hayatın her alanına müdâhale eden bir hidâyet rehberidir. Bu rehberi hayatının düstûru edinmiş ve yaşadığı çağı Kur’an ile aydınlatmış Rasûlullah (s.a.s.) ise mü’minler için en güzel örnektir. O, vahyi sadece insanlara aktarmakla kalmamış, vahyî ilkeleri hayata nakşetmiştir. Bu yüzden, Kur’an’a sadece bilgilenme ve teorik bazda yaklaşım, Rasûl’ün bütün bir ömür boyunca verdiği mücâdeleyi anlamamaktır. Bu nedenle Kur’ânî bilginin pratik hayattan kopuk olmaması gerekir. Çünkü Kur’an ilk elde kişiyi tevhîdî bir bilince ulaştırmayı, tevhîdî şuur da imanı eyleme dönüştürmeyi gerektirir.

Teori ve pratiğin ayrılmazlığı gereğince, müslüman kadının Kur’an ve sünnet çizgisinde belirtilen konumunu, hayat alanı içerisinde ne şekilde yerleştireceğini ve bu noktada karşılaşılan problemleri değerlendirmek gerekmektedir. Emânetin, kadın-erkek ayrımı yapılmadan tüm müslümanların sorumluluğu olduğunu biliyoruz. Bu sorumluluğun bilincine varmış müslümanların inançları gereği olarak toplumu dönüştürme hedeflerini nasıl gerçekleştirecekleri, nasıl çözüm bulabilecekleri ve bu konuda karşılaşabilecekleri engeller, bugün hepimizin cevaplamaya çalıştığı soruların başında gelmelidir.

Yüzyılların verdiği sinmişlikle, toplumun gidişâtını yönlendirme konusunda yaşadığımız coğrafyada gerçekleştirilmiş ciddî ve sürekliliği olan bir çaba ve örnek olmadığı için, İslâmî hareket mensupları; kadınıyla, erkeğiyle bu konuyu ciddî bir şekilde gündemlerine almaları gerekmektedir. Biz, her şeyden önce inancımız gereği olan tevhîdî yaşam biçimini kendimizde ve çevremizde doğru birliktelikler oluşturarak yaşayabiliriz. Bunun için de toplumumuza egemen sistemi Kur’ânî ilkeler doğrultusunda değerlendirmemiz ve tevhidî mücâdeleyi hep birlikte yüklenmemiz gerekmektedir.

Bu konuda öncelikli görevimiz, tarihsel yanlış birikimlerin şartlanmışlığını terkederek ve Kur’an dışı sistemlerin etkisini aşarak Kur’an bütünlüğünden çıkaracağımız mücâdele metodunu hayata uygulamamızdır. Bu alanda erkeğin öğrenme ve mücâdelesi kadar, kadının da gayret göstermesi, öncelikle fikrî açlığını gidermesi, Kurânî bilgi ve eğitimi alarak güncel sorumluluklarını îfâ etmesi gerekmektedir. Toplumdaki yanlış inanışları değiştirmek, siyasî ve ahlâkî fitneyi kaldırmak, yerine alternatif bir sistem kurup, toplumun her alanına yaygınlaştırmak hedefinin zorunlu gerekleri bunlardır. Bu görevleri yerine getiremeyen kadın, İslâmî harekete katılamayacağı gibi, hareketin gelişimini engelleyici bir rol de alabilmektedir. Toplumun yarısını teşkil eden önemli bir kitle için düşünsel gelişimini sağlayacak ortamların hazırlanmaması ve İslâmî mücâdelede âtıl bırakılmasının harekete ket vurması doğaldır.

Kadın unsurunun İslâmî harekete engel olması yerine, bizzat İslâmî mücâdelenin bu alandaki boşluğunu doldurması elzemdir. Müslüman kadının, özellikle yüzyıllar boyunca ihmal edilmiş olan bu kesimin pasifize oluş nedenlerinin araştırılması, İslâmî mücâdeledeki eksiklik ve ihtiyaçlarının tesbit edilmesi gerekir. Bundan sonra da, kadının yeniden aktif hale getirilmesi yolları araştırılmalıdır. Bu yapılırken din iyi tanınmalı, Kur’ânî eğitim alınmalı ve bayanların fikrî seviyesinin yükseltilmesine çalışmalıdır. Müslüman kadın her şeyden önce kendi konumunu belirlerken de kulluk görevi olan toplumu dönüştürme hedefini gözönünde bulundurmalıdır. Toplumsal hayatı yönlendirmede fikrî aydınlanma kadar, sosyal hayatı tâkip edip doğru yorumlamak da önemlidir. Yani kadın da siyasî bir sorumluluğa sahip olmalı, yaşanan olaylarla Kur’an arasında bağlantılar kurarak Kur’ânî mesajı güncelleştirebilmelidir.

Siyasî sorumluluğunun farkına varmış ve bu bilinçle İslâmî görevlerini yerine getiren kadın, müslümanlara âit karar mekanizmalarında ehliyeti oranında yer alabilmelidir. Mücâdele sahasında toplumun önemli bir kesimini temsîlen istişârî organlara katılmalıdır. Bu yetkinliğe erişmiş müslüman kadının, ehil olduğu bir konuda söz sahibi olmasına ve birtakım görevleri üstlenmesine kadın olduğu için engel konulamaz. Kanaatimizce kadın, yönetim için ehliyetli ise, yani İslâmî sorumluluğunun bilincinde, yeterli Kur’an bilgisine sahip, siyasî konulara ve siyasî tarihe vâkıf ve toplumun yapısını tanıyan, yönetme işini yapabilecek kapasitede ve genel yeterlilikte ise, cinsiyetinden ötürü gerekli yönetim görevlerini almasına engel olmak doğru değildir. Yönetme, temsilcilik gibi görevlerde esas olan ehliyettir ve en ehil kim ise görev ona verilir. Kadının böyle bir görevi almasına engel olacak kesin bir nass yoktur. Hz. Peygamber döneminde kadınların biatı, savaşlara bizzat katılımı, yine halifeler döneminde bir Peygamber hanımının ordu komutanlığı ve siyasî muhalefe liderliği yapması konu için önemli işaretlerdir. Kaldı ki o döneme çok yakın câhiliyedeki kadının konumunu hatırlarsak verilen haklar ve katedilen mesâfe oldukça önemlidir. Bu bağlamda herhangi bir görev için yetkinliğe sahip müslümanın o görevi üstlenmesi gerekir.

Tabii müslüman kadınları bugün öncelikle ilgilendiren sorumluluklarını dar bir çerçeveden çıkarmak ve onu en iyi şekilde yerine getirebilecek bilinç ve yetkinliğe ulaşmaktır. Buna, sorumluluk ve haklarını bilmek, Kur’an’ı iyi tanımak, sosyal ve siyasî olaylarla ilgilenerek kendilerini ve çevrelerini aydınlatmak şeklinde işe başlayabilirler. Yükselen İslâmî mücâdeleye katılmak, katkıda bulunmak ve ona ivme kazandırmak için yapılaması gereken öncelikli görevler bunlardır. Ancak, gösterilen gayretlerin istişârî bir denetimle birbiriyle irtibatlı, ölçülü ve her kesimden müslüman kadına ve kıza hitap edebilecek kapsamlılığa ulaşabilmesi de şarttır.

Burada, üzerinde önemle durulması gereken bir nokta da, kadınları bilinçlendirme, birbirleriyle ve diğer müslümanlarla irtibatlı bir şekilde hareket etme sürecinde kadın-erkek ilişkilerinde oluşturacakları gelenek veya kurumlaştıracakları örnekliktir. Gelişen İslâmî hareketlerin karşılaşabilecekleri önemli aksaklıklardan biri de bu alanda görülebilmektedir. İslâmî bilgilenme ve faâliyet gösterme süresince fıtrî özellikler gözönünde bulundurulmalı ve kadınlar öncelikle hemcinsleriyle ilgilenmelidir. Zira tebliğ ettiğimiz vahyî mesaj, muhâtabın bütün hayatını kuşatmaktadır. Kişinin yaşantısını, özel sorunlarını, özel alışkanlıklarını kuşatabildiğimiz oranda muhâtabımızı daha iyi tanımış olur ve mesajımızla hayatını kuşatabiliriz. Kişiyi bu yakınlıkta tanımak ise, onun mahremi olmakla yakından ilgilidir. Muhâtaplarımızla ilgilenme ve onlara tebliğ etme konusuna ve bu konunun süreklilik gerektirdiğine dikkat edecek olursak, tebliğde yakın ilgi kurma olayı, kadınlar ve erkekler arasında kendiliğinden bir iş bölümünü zorunlu kılmaktadır. Bu, meydana gelebilecek olumsuzlukların önlenmesi açısından dikkat edilmesi gereken önemli bir husustur.

Kadınların her alanda olduğu gibi, faâliyet sahasında da diğer kesimden tamamen ayrı ve arada geçilmez duvarlar tesis edilmesi ifrat çizgisidir. Geleneksel kesimin düştüğü bu yanlış örf düzeltilmeli ve aşılmalıdır. Ancak, geleneksel düşünce eleştirilip aşılmaya çalışılırken ikinci bir yanlışa düşülmemelidir. Müslüman kadınların kendi aralarında iletişim kurma, çalışma yapma ve faâliyet gösterme imkânları varken ve bu yeterliliğe sahiplerken bu imkânı kullanmayıp erkeklerle birlikte denetimsiz, örneklik teşkil etme açısından bütünlükten kopuk ve sorumsuz ilişkiler kurulması veya çalışmalar yapılması gereksiz ve beraberinde sakıncalar taşıyan bir durumdur. Ancak, sözlerimiz İslâmî mücâdelede kadınlarla erkeklerin irtibatsızlığı şeklinde de anlaşılmamalıdır. İslâmî hareketin bütünlük içinde ve her alanda sürdürülebilmesi için böyle bir irtibat gerekli ve aynı zamanda zorunludur. Ancak, bu irtibat ölçülülük, saygı, iffet duygularıyla kurulan denetimli ve sınırlı bir ilişkiye dayanmalıdır.

İslâmî mücâdelede gerek bilgi, gerekse tecrübe açısından erkeklerin birikimi daha fazladır. Bu hüküm, olanı mutlaklaştırmayı değil; olanı ifâde etmeye yöneliktir. Ve bu birikimlerden, tecrübelerden faydalanılması zorunludur. Kadınların bu alandaki eksikliğini gidermesi ve uygun bir seviyeye gelmesi için mârufu gözeten irtibatlar oluşturulmalıdır. Ayrıca, kadınların kendi alanlarında gösterdikleri faâliyetlerinin gelişme ve sonuçlarının değerlendirilmesi, hareketin diğer alanlarıyla irtibatlandırılması ve genel politikaların belirlenmesi için, tabii ki istişâreye ve temsil sorumluluğuna ehil kişilerin uygun form ve birimlerde bir araya gelmesi de kaçınılmazdır (H. Koç, F. Candan, Kur’an Çerçevesinde Kadın, Haksöz, sayı 34, Ocak 94, s. 19-20).

(İnşaAllah devam edecek)

İlgili Makaleler

2 Yorum

  1. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Dalkıran, “On Yedinci Yüzyıl Osmanlı Minyatürlerinde Sıra Dışı Bir Eğilim: Müstehcenlik” adlı makalesinde şöyle demiş:
    “Müslümanların halifeliğini elinde bulunduran Osmanlı imparatorluğunda, XVII. yüzyılda müstehcenliğin görüldüğü sıradan halka ait minyatürlerin yapılması ve bunların Padişahlara ait albümlere kadar girebilmesi dikkat çeken bir husustur.”

    Sorularla İslamiyet sitesinde şöyle bir alıntı geçmektedir:
    Resim haline getirilmiş avret yerlere bakmanın mahzuru hususunda bir şey bulamadım; araştırıla…” [Reddü ‘I-Muhtâr, VI, 373]

    18. yüzyılda doğmuş Hanefi fakihlerinden İbn Abidin’den yapılan bu alıntıyı İslam İlimleri adlı sitede şu şekilde bulabiliyoruz:
    “Dikkat edilsin; acaba şehvetle nakşedilen bir resme, bir surete bakmak harâm mıdır? İşte burada tereddüt yeridir. Yani bu tereddüdler olan bir meseledir. Bunun hükmünü görmedim.Tetkik edilsin.” (İbn Abidin, Reddü ‘l Muhtar, Bakma ve Dokunma Faslı)

    Sorularla İslamiyet sitesinde görülmeyen şehvetle ifadesi bu kaynakta geçiyor, ayrıca mahzur yerine haram kelimesi bulunuyor.

    Şâfiî fakihlerinden Kalyûbî’nin (“وخرج به رؤية الصورة في الماء أو في المرآة فلا يحرم ولو مع شهوة”) ve Becirmî’nin (“وخرج به رؤية الصورة في نحو المرآة ومنه الماء فلا يحرم ولو مع شهوة”) sudaki ve aynadaki görüntüye şehvetle bile bakmanın haram olmadığını söyledikleri belirtilir.

    Hanefi fakihlerinden İbn Abidin ile Şâfiî fakihlerinden Kalyûbî ve Becirmî’nin harama bakmaktan sakınma ve zinaya yaklaşmama konularıyla ilgili ayetleri ve hadisleri bilmedikleri
    iddia edilemez. Bu ayetleri ve hadisleri bildikleri hâlde resimdeki, suretteki, sudaki ve aynadaki görüntülerle ilgili böyle açıklamalar yapmış olmaları bu görüntülerin aslından yani gerçeğinden farklı olduğu kanaatini taşıdıklarını göstermektedir.

    Fotoğraflarla ilgili olarak günümüzde yapılan “bakılan kendileri değil, resimleridir” (Dinimiz İslam), “Avret bir organın resmine bakmak, o avret organa bakmak gibi değildir. Bir kadının bir erkekte ya da bir erkeğin bir kadında görmesi Allah tarafından yasaklanan organlar avret organlardır. Fakat bunların resim haline getirilmiş şekli o ölçüde bir haram değildir ama sakıncası yoktur da diyemeyiz.” (Faruk Başer) gibi açıklamalara bakıldığında günümüzdeki yorumlarda da bu görüntülerin asıllarından farklı olduğu söylenmektedir.

    İbn Abidin, acaba şehvetle nakşedilen bir resme, bir surete bakmak harâm mıdır? Bunun hükmünü görmedim. dediğine göre bu konuda kitaptan ve sünnetten bir şey bulamadım demek istemiş olabilir.

    Halis Ece Câriye ve Câriye’nin Avreti başlıklı yazısında Hususiyle câriyenin avret yeri mevzuunda, sınırları tâyin eden sarih bir nass yoktur. Kitap’ta ve Sünnet’te bu husus belirtilmemiştir. şeklinde bir açıklama yaparak şu fetvayı aktarmıştır:

    Kişi, kendi câriyesiyle istifraş edebilir, onu yatak hizmetlerinde nikâhsız olarak kullanabilir. Başkalarının câriyeleri de, mahrem (nikâhları kendilerine haram olan, birinci derecede yakın akrabalar) olan kadınlar gibidir.

    Erkekler, mahrem kadınların bakabilecekleri zînet yerleri gibi,başkalarının câriyelerinin zînet yerlerine de bakabilir ve
    dokunabilirler. Ama mahrem kadınlarında olduğu gibi göbekle diz kapağı arasına bakamaz ve dokunamazlar. Bu mevzuda delil, yukarıda kısaca zikrettiğimiz şu hâdisedir:

    Hazret-i Ömer (r.a.), örtülü bir câriye görmüş, çubukla örtüsüne dokunup: “Şu başörtünü at, ey kokmuş kadın! Hür kadınlara mı benzemek istiyorsun?” demiş. Bu da câriyenin başına, saçına, kulağına… bakmanın helâl olduğunu gösterir.

    Yine Hz. Ömer (r.a.) satılmakta olan bir câriyenin yanına geldi, eliyle kadının göğsüne vurdu ve: “Haydi, alın!” dedi. Eğer câriyenin göğsü haram olsaydı, elbette Hz. Ömer (r.a.) ona
    dokunmazdı. Kaldı ki insanlar, câriyenin alım-satımı esnâsında kadının derisinin yumuşaklık ve sertliğini öğrenmek isterler. Çünkü buna göre kadının fiyatı değişir. Bundan dolayı câriyenin avreti de diğer mahrem (evlenmesi haram olan) kadınların avreti gibi sayılmıştır. Binaenaleyh bunlarla yalnız başına bulunmak, beraber yola gitmek câizdir. Hem bakıp hem dokunduğu zaman şehvetinin uyanacağından korkan kimse, yalnız bakmakla yetinir. Fakat satın almak istediği câriyeye istek (şehvet) duysa da, yine bakabilir; hatta İmam Ebû Hanife’ye (rh.) göre (şehvetle) dokunabilir de.” [İmam Kasânî, Bedâyiu’s-Sanâyi fî Tertîbi’ş-Şerâyi’, c. 6, s. 2956]

    Halis Ece’nin verdiği bilgilere bakılırsa gözleri harama bakmaktan sakınma ve zinaya yaklaşmama konusunda hür kadınlar ve cariyeler konusunda fark olduğu anlaşılmaktadır. İnsanın aslı değil misali olduğu söylenen fotoğrafların farkı konusunda da açıklamalar ve yorumlar bulunmaktadır. Günümüzde dini sorulara cevap veren sitelerin ve ilahiyatçıların nazarına sunulur.

  2. Gazete ve dergilerdeki müstehcen resimler ile televizyondaki açık görüntüler gerçek değil resim ve hayal olduğu için, onlara bakmak hakiki kadının vücuduna bakmak gibi haram sayılmaz. Ancak şehvet ile bakan bir kimse için haram olur. İbn Hacer Heytemî ile Şirvanî şöyle diyorlar: Aynada veya suda görünen kadın görüntüsüne bakmak haram değildir. Ancak fitneye vesile olduğu takdirde haram olur. (Tuhfetü’l-Muhtâç ve Şirvâni, c. 7, s. 192; Halil Gönenç, günümüz meselelerine fetvalar – 2, s: 167)

    Halil Gönenç bunu (Kalyûbî’den farklı olarak) şehvetle bakan kimse için haram olur şeklinde açıklamış ama acaba fitne şehvet anlamında mıdır, İbn Hacer el-Heytemî şehvet yerine neden fitne kelimesini kullanmıştır?

    Muğni’l-Muhtac Nikâh’ta şöyle bir ifade geçiyor: “Kişi, bir kadının ellerine ve yüzüne şehvetle yani yalnızca lezzet almak amacıyla bakarsa, fitneden emin olsa bile bu bakış haram olur.”

    İbn Abidin’in Nazar ve Lems’te şöyle bir açıklaması bulunuyor: “Eğer bedeninin çizgilerini dışarıya gösteriyorsa, organlarına bakıyor demektir. Buradaki ifadeden «şehvetsiz olmak»la takyid ettiği anlaşılır. Eğer şehvetle bakarsa mutlaka harâmdır. İllet ise Allahu a’lem fitne korkusu olmalıdır. Çünkü şehvetle kadının dış elbisesine veya sırtındaki elbiselere bakıp onun bedeninin uzunluğunu, benzerini düşünmek, kişiyi onunla konuşmaya çeker, o da kişiyi başka bir harekete götürür. Muhtemeldir ki buradaki neden, zaruret olmaksızın helâl olmayan bir şeyden lezzet almak olsun.”

    Bu açıklamalardan sanki fitnenin şehvetten ziyade kişinin şehvete bağlı olarak zina etmeye yönelik olarak harekete geçmesi yani sağlıklı düşünemeyip karşısındaki kadına fizikî olarak yönelmesi anlamı çıkıyor. Açıklamalara göre bir kadının yüzüne şehvetsiz olarak bakılabileceği ancak şehvet fitneye sebep olabileceğinden şehvetle bakılamayacağı; diğer taraftan sudaki ve aynadaki görüntüsünün gerçeği gibi olmadığı, İbn Hacer’e göre fitneye vesile olmadığı takdirde bakılabileceği söyleniyor. Kalyûbî’ye göre şehvetle de bakılabilir deniyor. Fitneden fizikî olarak harekete geçme, zinaya yönelme anlaşılırsa İbn Hacer ile Kalyûbî’nin açıklamalarında bir paralellik söz konusu olabilir.

P. Şığımaz için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir




Enter Captcha Here :

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Başa dön tuşu