Tarihsel Süreçte ve Günümüzde Tasavvufun Dine Verdiği Zararlar Adlı Panelimiz Yapıldı.
Derneğimizin organize ettiği Tarihsel Süreçte ve Günümüzde Tasavvufun Dine Verdiği Zararlar Adlı Panelimiz Yapıldı.
Panel Abdulkerim Aydın kardeşimizin okuduğu Kur’an ve Mehmet Baktaş kardeşimizin de okunan ayetlerin mealini vermesiyle başladı.
Program Ahmed Kalkan Hocanın misafirlere hoş geldin demesi ve Kalem-Der’in yıllık faaliyetlerini konu alan bir slayt gösterisiyle devam etti ve daha sonra Ahmed Kalkan Hocanın panelistleri kürsüye çağırmasıyla sunumlar başladı.
İlk olarak sözü Orhan Tutar alarak sözlerine şu şekilde başladı.
Kur’an’dan önce vahyin koruma altına alınmadığını Hz Muhammed (a.s) ile birlikte vahyin kuruma altına alındığını, Hz Muhammed (a.s)’dan önce vahyin müntesipleri tarafından bizzat kaynağından tahrif edilerek değiştirildiğini bunun içinde o dönemler için iman ve Küfür söz konusu olduğu halde, Kur’an inmesi ve Allah tarafından kuruma altına alınmasıyla birlikte bu durumun değiştiğini ifade etti.
Daha sonra Orhan Tutar sözlerine şu şekilde devam etti; Hz Peygamber hayatta olduğu ve vahiy inmeye devam ettiği süreçte bile münafıklar dediğimiz zümrenin ortaya çıktığını görmekteyiz diyerek sözlerine şu şekilde devam etti; Hz Peygamberin vefatından sonra artık insanların şu şekilde bir soruyla karşı karşıya kaldıklarını ifade etti; “İslam ama hangi İslam” sorusu olduğunu gündeme geldiğini söyledi.
Daha sonra Müslümanların tarihinde ilk bozulmanın yönetimin bozulmasıyla beraber başladığını ve bundan sonraki bozulmalarda yönetimin çok büyük bir katkısının olduğunu gündeme getirdi.
Sözlerine devam eden Tutar; Felsefenin ilmin kaynağı olarak vahyi ilk sıradan çıkararak bunun yerine aklı koyduğunu gündeme getirdikten sonra sözlerine şu şekilde devam etti; Tasavvufun Müslümanlara arasında yer etmeye çalıştığı ilk dönemlerde bir ayağının İslam’da bir ayağının da tasavvufta bulunduğunu ama ilerleyen süreçlerde Tasavvufun içerisine Hakikat-i Muhammediye girmesiyle beraber temelde İslam ile olan alakası kesilmiştir dedi ve bunun en önemli etkenlerinden birisinin İhvan-i Safa iğvasının sebep olduğu ilmin kaynağını sezgiye vermesidir dedi.
Sözlerine devam eden Tutar; İslam dışı bir sürü ahlak anlayışlarını Kuşeyri’nin akide haline getirdiğini ifade ettikten sonra sözlerine şu şekilde devam etti; Kuşeyrinin oluşturduğu ve tasavvufun temelini oluşturan kavramlar olarak “fena filla”, Halacı Mansur’un enel hakkı buna bir örnektir dedi. “Serk hali”, “Gaybet” bununla alakalıda Cüneydi Bağdadi ile talebesi Şibli arasında geçtiği iddia edilen şu olayı örnek verdi. Şiblinin bir gün Cüneydi Bağdadinin evin gittiğini ve Bağdadinin hanımının üzeri açık olduğu halde Bağdadini kendileriyle beraber oturmasını istediği belirli bir zaman geçtikten sonra Bağdadinin hanımına şimdi elbiselerini giy çünkü Şibli şu anda yanımıza geldi dediğini hatırlattı.
Daha sonra; geline son merhalede insanların sorumluluklarının düşebileceğini çünkü artık bir tasavvuf ehlinin Allah ile bir hamur gibi unun su ile karışması gibi bir duruma geldiklerini ifade ettiklerini söyleyerek sözlerin devam etti; Şeyhlerin menkıbeleri ile peygamberlerin mucizelerini eşit gördüklerini ifade etti.
Tasavvufun ya bütünüyle İslam’a yönelmesi gerektiğini hatırlatan Tutar, yoksa şu kadar yanlışları var denilerek bu zümreye bu şekilde bakılmasının yanlış olduğunu ifade ederek sözlerine şu şekilde devam etti; özellikle bu topraklarda öne çıkan iki kişi üzerinde durarak bunlardan birisi olan, Mevlana’nın öne çıkartılmasının üzerinde durulması gerekir dedi ve Mevlana’nın hocası konumundaki Şems Tebrizi’nin “ Bizim için imanda küfürde birdir” sözünü hatırlatarak bu insanların üzerlerinde bulundukları din algılayışlarının bu düzeyde olduklarını ifade etti.
Yine Mevlana’nın küfür, zina vb hasletlerin hakka nispetle güzel şeyler olduğunu ifade ettikten sonra sözlerini şu şekilde sürdürdü; bu toraklar üzerinde yaşayan insanların üzerindeki etkisi itibariyle Rabbani’nin Kabe’yi evliyanın kalpleri olarak gördüğünü ifade ettikten sonra sözlerini şu şekilde sürdürdü; Rabbani’nin kendisinin anlattığı yedi kat göğe çıkarak orada Hz Peygamber ile görüştüğünü ve dönerken Hz Ali’nin kendisine Ledün ilmini öğrettiğini iddia ettiğini hatırlatarak Tasavvufun kaynakları sorgulanmalıdır ve Tasavvuf Müslümanlara içerisinden çıkmış çeşitli yanlışları olan bir gurup olmadığını gündeme getirdi ve şu örnekle konuşmasını tamamladı; İbn Arabi’nin hatemul evliyanın rahmetinin Allah’ın rahmetinden daha fazladır çünkü Allah kendisine karşı gelenlere rahmet etmezken hatemul evliye herkese rahmet eder dediğini hatırlattı.
İkinci olarak Şükrü HÜSEYİNOĞLU söz aldı.
Sözlerine Şura 13, Araf 3 ve Yunus Süresinin 106. Ayetlerini paylaşarak başlayan Şükrü Hüseyinoğlu sözlerini şu şekilde sürdürdü; Tasavvufun doğru konumlandırılması gerektiğinin altını çizerek sözlerine devam etti.
Tasavvufun takva, ihsan ve ihlas kavramlarının öne çıkartan bir çabanın ürünümü yoksa İslam’dan önceki mistik anlayışlara dayanan bir yaklaşım biçimimidir dedi.
Daha sonra sözlerini şu şekilde sürdürdü; Tasavvufun İslam’ın içerisinden çıkarak sonradan bozulan bir yaklaşım biçimi olmadığını, kökleri ta antik çağda bulunan mistik anlayışların bir uzantısı olduğunu ifade etti. Antik çağda Tanrıya ulaşma felsefesi olarak var olan algılar tasavvufun temelini oluşturan yönleridir dedi.
Tasavvufun ilmin kaynağı konusunda İslam’dan ayrıldığı ve kabul ettikleri Vehbi ilim anlayışlarının Keşf, ilham gibi kabullerin diğer alanlarda da kendini gösterdiğini ifade ederek; Peygamberler haricinde kimsenin ilmi Vehbi değildir dedi.
İslam’da ilmi elde etme yöntemi olarak üç şekli ifade edildiğini oysa tasavvufta bunun kabul edilmediği ve bundan başka yollarla da ilim elde edileceği kabul edilerek bu yönleriyle de İslam’dan ayrıldıklarını ifade etti.
Hadisleri değerlendirirken bile sened ve metin tenkidini bir kenara bırakarak keşfe dayanan bir usul benimseyerek İslam’dan ayrıldıklarını ifade ederek sözlerine şu şekilde devam etti; Tecelligahta Allah’ı gördüklerini iddia etmeleri, Cübbeli’nin mehdinin çıkmasıyla alakalı olarak yıllardır çalışma yapan şeyhlerin, keşfte 4 saatin çıkması ve bu zaman diliminin bizim bin günümüzün Allah katında bir gün olduğu yaklaşımından yola çıkarak bir zaman öngörmesi ve ilim ehlini her daim küçümsemeleri konusu üzerinde durdu.
Yine tasavvuf ve İslam’da Allah inancının da bir olmadığını, tasavvufun Allah inancını Vahdetil Vucut, Fana Fillah ve hulul gibi yaklaşımlar içerdiğini “Ete kemiğe büründüm Mahmut diye göründüm” yaklaşımlarıyla bunu ortaya koyduklarını, oysaki İslam’daki Allah inancının bunlardan beri olduğunu ifade ettikten sonra sözlerine şu şekilde devam etti; Tasavvufun Peygamber anlayışının da İslam’dan farklılık arz ettiğini, İslam’da peygamber berşerdir, ancak seçilmiş insanlardır, oysaki tasavvufta Hakikati Muhammediye ile yarı tanrı bir varlık olarak telakki edildiğini ifade etti.
Tasavvufun ahlak anlayışının da faklı olduğunu, İslam’da örnek her daim Peygamberler iken tasavvufta müridlerin şeyleri örnek olarak ahlaklarını onlardan aldıklarını ve Şeyhin önünde mirdlerin gassalın önündeki meyyit gibi olmaları kendilerinden istendiğini ifade ederek islam’da bunun herhangi bir yerinin olmadığını şöyleyerek sözlerine şu şekilde davam etti; Tasavvufun ibadet anlayışını farklılıklarına da dikkatleri çıkti.
Celalettin Rumi’nin zevk ve hazzı esas olan bir anlayışa sahip olduğunu ve insanları bu algıya davet ettiğini ve günümüzdeki tasavvufcuların hezeyanlarına şaşırmamak gerektiğini çünkü üzerlerinde bulundukları temelin bunu gerektirdiğini ifade etti.
Zikir konulunda islam ile tasavvufun kabulleri aynı değildir, çünkü İslam’da zikir belirli kalıplar haline sorulmadan insanın her daim Allah’ı hatırlaması ve hayatını buna göre yaşamsı olduğu halde, tasavvufun bunu dinde olmayan belirli kalıplara soktuğunu ifade etti.
Yine semah ve Rufaillerin yaptıkları sözde zikirlerin kök olarak Şamanizm ve artik çağdaki mistik anlayışlarda izlerinin görüldüğünü söylerdi.
Şeyhe tazim ile Mekke’li müşriklerin Hubel’a tazimleri gibi olduğunu, Mekke’liler putlara kendilerini Allah’a yaklaştırsınlar diye tazim gösterirken tasavvufcuların da şeyhlere tazim göstermelerinin sebebi kendilerini Allah’a ulaştırması içindir dedi.
Yine tasavvufun bir çok farkı din ve kültürden etkilenerek bu günkü haline geldiğini ifade etti.
Tasavvufun islah edilebilmesinin mümkün olmadığını çünkü bu sapmanın İslam’dan kaynaklanan bir sapma olmadığını söyleyerek sözlerini tamamladı.
Son olarak Ahmed Kalkan söz aldı.
Sözlerine panelin isminin neden bu şekilde olduğunu ve bu konuda olumsuz bir çağrışım yapan gibi görünen bir isim konulduğunu zannedilmesinin doğru olmadığını Hakka batılın hiçbir zaman karıştırılmaması gerektiğini bunu içinde bu ismin verildiğini bununla birlikte amaçlarının üzüm yemek olduğunu yoksa bağcı dövmek olmadığını ifade etti.
Tasavvufun köklü bir geçmişe sahip bir anlayış olduğunu ifade eden Kalkan sözlerini şu şekilde sürdürdü; Tasavvufta şeriat ve hakikat ikileminin tarihten beridir var olduğunu hatırlattı.
Tasavvufun İslami kavramaların yaklaşık 20 civarında kavramın tahrif olmasında çok ciddi bir faktör olduğunu ifade ederek şu örnekleri verdi. Cihad kavramını nefisle cihad olarak anladıklarını ve kıtal anlamındaki cihada olumsuz bir yaklaşımları olduğunu cihadın sadece tekkelerde nefse karşı yaptıklarını ifade etti.
Yine nefsin insana verilmesinin amacının insanın sıkıntı çekmesi için olmadığını Allah’ında nefsi olduğunu, ve Kur’an’nın nefsinizi ayıplamayın dediğini gündeme getirdi.
Zikir kavramını da tahrif ederek Rabita, hatme, belirli sayılardaki kelimeleri dönerek, kafa sallayarak, hoplayıp zıplayarak ve kendilerinin belirlediği ölçülerde yapılmadı gerektiği gibi bir anlayışa kaydırdıklarını gündeme getirdi.
Dinin temel emirlerini bir kenara bırakarak dinde olmasa da olabilecek bir takın nafile ibadetleri önceliklediklerini ifade etti.
Yine Şeyhlerin süper kahraman olarak kabul ettiklerini oluşturdukları menkıbelerle bu yaklaşımlarını halkada bemimsettiklerini hatırlattı.
Vahdetil Vucut ve Vadtetil Şuhut anlayışlarını da gündeme getirdikten sonra, “Enel Hak”, “Kendimi tenzih ederim,” “Cübbemin altında Allah’tan başka kimse yok” diyebilecek kadar bir tevhidden uzaklaştıklarının ifade etti.
İbni Arabi’nin puta tapmayı bile olumluladığını, Allah’ı haşa kadın şeklinde kendilerine tecelli eden bir varlık olarak gördüklerini ifade etti.
Tevhitten uzaklaştıkları ölçüde tevhide zarar veren inançlar oluşturduklarını ifade ederek, 3 ler, 8 ler, 40 lar ve 70 ler gibi anlayışlar oluşturduklarını ve bunlardan bazılarını Allah’ın bazı sıfatlarını verdiklerini hatırlattı.
Kupbun Allah’ın nazar ettiği tek kimse olarak gördüklerini ve her şeye tasarruf edebilme yetkisinin kendisinde olan olarak kabul ettiklerini gündeme getirdi.
Yine Keşfin kendilerinden perdeyi kaldırarak gayb alemini müşahede ettiklerini iddia ettiklerini ve gayb aleminde Allah ile görüşerek kendisinden bilgi aldıklarını söylediklerini ifade etti.
Şeyhlerin insanın aklından geçen şeyleri bildiklerini iddia ettiklerini, velilerin mezarlardaki durumlardan da haberdar olduğu anlayışına sahip olduklarını gündeme getirdi.
Tai zaman ve tai mekan inançlarının da olduğunu bir kişinin aynı zamanda birden fazla yerlerde olabildiklerini hatta hiç yerinden ayrılmadan yıllarca başka yarlerde yaşayış çoluk çocuk sahibi olabileceklerine inandıklarını söyledi.
Bu tür anlayışlarla dinin temel kaynağını sulandırdıklarını ifade etti.
Yine bazı insanların bu kimselerin şirk olan anlayışlarını bir kenara bırakarak bu insanların çok takvalı olduklarını iddia ettiklerini bunun mümkün olamayacağını ifade etti.
Yine Kur’an’ın bazı kesmelerin yüceltilmesini istemediğini, Kur’an’daki evliya anlayışının tasavvuftaki evliya anlayışından farklı olduğunu, Kur’an’da bütün iman edenlerin Allah’ın evliyası olduğu ifade edildiği halde Tasavvufda ise sadece şeyhlerin bulunduğu bir makam olarak telakki edildiğini, Kur’an da iki türlü evliyanın olduğunu 1. Allah’ın evliyası 2. Şeytanın evliyası olduğunu ifade etti.
Kendi şeylerini Allah’ın dostu olarak görmeleri acaba diğerlerinin Allah’ın düşmanı olduğunumu ifade etmek istemektedirler dedi.
Kur’an Allah dışında evliya edinmeyin Araf Süresi buyurduğunu, yine Şeylere uyanların Ahzab 60 ayetinde kıyamet günü kendilerini ateşe götüren bu şeylere iki kat azap isteyeceklerini ifade etmektedir dedi.
Tasavvufun şeriati cevizin kabuğu olarak gördüklerini, hakikate olaşmak için bu kabuğun kırılarak atılması gerektiğini ifade ettiklerini gündeme getirdi.
Yine tasavvufta serhoş olmanın olumlulandığını, bazı kimselerin içmeden serhoş olduklarını kabul ettiklerini ve bu durundayken söyledikleri bir takim sözleri tasavvuf ehlinin kabul ederek bu sözleri hakikat gibi kabul ettiklerini ifade etti.
Tasavvufun, Alevilik ve Şiilikle aynı membadan yetiştiklerini ve bunun içindir ki benzeşen yönleri çoktur dedi.
Yine rabıtanın Hz Ebu Bekir’e nispet edilmesi hiçbir sahih kaynakta geçmediği halde sırf kendi şeyhlerinin yazdıkları kitaplarda var diyerek eğer bu gerçekten güzel bir davranış olsaydı Hz Peygamber bürün ashaba da yapmalarını emrederdi diyerek bu olayın uydurma bir olay olduğunu ifade etti.
Yeniden Kur’an’a yönelmemiz gerektiğini ve dini Allah’ın kitabından öğrenmemiz gerektiğini Kur’an ve Sünnete olamayan bir davranışın bidat olduğunu ve her bidatinde kişiyi ateşe götüreceğini ifade ederek Tasavvuf ehlinin Kur’an ve Hz Peygamberin yaşadığı islam ile bir kıyaslama yapmaları gerektiğini ve bizlerin o insanlarında sahih bir tevhid anlayışına dönmeleri için dua etmemiz gerektiğini hatırlatarak sözlerini tamamladı.
Katılımın yoğun olduğu programda tasavvufun, tevhide ters bazı yaklaşımları ile alakalı video görüntülerinin de gösterildiği ve son olarak da panelistlerin sorulan sorulara cevap vermeleriyle program soran erdi.
Haber: Asım ŞENSALTIK
Konuyla alakalı daha geniş bilgi almak isteyenler için Panlistlerin sunumlarının metinlerini aşağıda aktardım.
Panelistlerin sunum metinleri
Tasavvufun Dine Verdiği Zararlar Ahmed Kalkan
Tasavvuf, halkın din anlayışını aslî çizgiden bozup saptıracak birçok tahrifatta bulunmuştur. Bunların belli başlılarını şöyle sayabiliriz:
Allah inancı
Vahdet-i vücut, vahdet-i şühud, fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fillâh anlayışıyla tevhide tümüyle ters Allah inancını savunmak, tasavvuf büyüklerini ve Peygamberimizi Allah’ın nice özelliklerine sahip kabul ederek tanrılaştırmak, Allah tecelli ediyor diyerek Allah’ın gözüktüğünü iddia etmek, aşk kavramını Allah için kullanarak kirletilmiş ve beşerî ilişkileri çağrıştıran “İlâhî aşk” söylemiyle Allah’ın şânına yakışmayacak şekilde tevhidden sapmak, kadın şeklinde veya başka şekilde onun kendilerine tecelli ettiğini iddia etmek.
Hulûl: Bir şeyin diğer bir şeye girmesi demektir. Tasavvufta; Allah’ın bazı eşyaya veya kişilere girmesi inancı. Bu inançta olan mutasavvıflara hulûl ehli adı verilir. (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Y. 3. Baskı, s. 247) Hulûl; (hâşâ!) Allah Teâlâ’nın, yaratıkla birleşip bütünleşebileceğine, yani Allah’ın varlığının beşerî varlığa girdiğine ilişkin inançtır. Hulûl inancını benimseyip yaygınlaştıran Hallâc-ı Mansur, ayrıca dinlerin birliğini de kabul etmektedir.
Peygamber İnancı
Nübüvvet, peygamberlik demektir. Tasavvufta; İbn Arabî, Son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği şeriat çerçevesinde evliyânın keşf ve ilham yoluyla Allah’tan aldıkları irfâna ve bilgilere umûmî ve mutlak nübüvvet adını vermektedir. (S. Uludağ, s. 415)
Hadis rivâyetini ilmî yöntemlerle değil de rüyada, keşifte Peygamber’den kendilerinin rivâyet ettiğini iddia etmek; kendi tezleri için gerektiğinde hadis uydurmaktan çekinmemek, nûr-ı Muhammedî diye uydurma bir terim icat ederek Peygamberimizi yarı tanrı seviyesine çıkarmak; aynı zamanda tam tersine bir anlayışla peygamberleri evliya seviyesine düşürmek…
Tasavvufun Peygamber Anlayışı: Nur-ı Muhammedi ve Hakikat-ı Muhammedi Kavramları:
Tasavvufçular, beşer üstü bir peygamber anlayışının ürünü olarak “Hakikat-i Muhammediye” de denilen “Muhammedî Nûr” inancını benimser. Bu kavramı, genellikle tasavvufçular kullanır.
Hakikat-ı Muhammedî veya Nur-ı Muhammedî demek Allah’ın ilk defa ve ilk varlık olarak Hz. Muhammed’i kendi nurundan yaratması demektir. Halk kitlelerinin ve tasavvuf kültürünün vahdet-i vücut düşüncesinin de etkisiyle bu görüşü benimsediğini görmekteyiz. Bu anlayışa göre; ilk yaratılan varlık Hz. Muhammed’dir; Hz. Adem değildir. Hatta dünya bile onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Hatta her şey ondan yaratılmıştır (Mehmet Demirci, Hakikat-ı Muhammediye, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XV, 179). Diğer varlıklar derece derece Peygamber’in varlığının bir parçasından oluşmuştur. Bu düşünceleri değişik ifadelerle Zünnun el-Mısri, Abdullah b. Sehl et-Tüsteri, Hallâc ve Muhiddin Arabî’de görebiliriz. Aynı düşüncelere Abdülkerim el-Cîlî ve Celaleddin-i Rumi’de de rastlamaktayız. Bu şahısların ortak yönü hepsinin tasavvufçu olmasıdır.
Bu konuyla alâkalı Kur’an-ı Kerim’de ve sahih hadislerde hiçbir açıklama yoktur. Yaratılan ilk varlığın ne olduğu ancak naslarla bilinebilir. Gaybî bir konudur. Biz Müslümanlar olarak âlemlerin ve bütün nimetlerin hepsinin insanlar için yaratıldığına inanıyoruz. Hz. Muhammed’in de insanlara doğru yolu gösteren diğer peygamberler gibi bir peygamber olduğunu ve bir beşer olduğunu biliyoruz.
Hakikat-ı Muhammediye teorisi hurafe ve saçmalıktan başka bir şey değildir. Yunan felsefesinden Hıristiyanlığa, oradan Şia’ya, oradan da Sünnî tasavvufa ve bazı Müslümanların kültürüne geçmiştir. Felsefecilere göre ise; Muhammedî Nûr, başlangıçtan kıyamete kadar olacak şeylerin projesini yazan ilk unsur ya da ilk akıldır (akl-ı evvel).
Allah’ın peygamber’i tanıtması, sevdirmesi, övmesi ölçü olarak mü’minlere yeterlidir. Peygamberimize bağlılığı, sevgiyi ve onu örnek almamızı tavsiye eden çok sayıda ayet ve sahih hadis varken, uydurma ve hurafelere müracaat etmenin arkasında başka gerekçeler aramak gerektiriyor.
Din İnancı
Tasavvufta; dinlerin birliği (vahdet-i edyân). Bütün renklerin aslı renksizlik olduğu gibi, bütün dinlerin aslı da bir ve aynıdır. Bu anlayışa “bî-reng”, yani renksiz(lik) denir. Bu da bütün insanların “elest bezmi”nde kendilerinin kul, Allah’ın Rab olmasını kabul etmelerinden ibâret olan tek ve bir dindir. Belli bir mertebeye ulaşan mutasavvıf, bütün din mensuplarına aynı gözle bakar. Çünkü hepsinin aslı birdir. Bütün dinler ve mezheplerde esas olan sözkonusu dinin renkleridir. Hallâc’a göre insanlar, kendilerinin tercih ettikleri din üzere değil; kendileri için tercih edilen din üzere bulunurlar. İbn Arabî’ye göre Allah, kendisinden başkasına ibâdet edilmemesine ferman buyurduğundan, esasen O’ndan başkasına ibâdet etmek mümkün değildir, başka şeylere ibâdet edenler farkında olmadan Ona ibâdet ederler. O yüzden put da birdir, Allah da (S. Uludağ, s. 102-103).
Kitap ve Kur’an İnancı
Dört kitabı, tümüyle olumlayarak muharref kitaplarla Kur’an arasında her yönüyle birlik olduğunu kabul etmek, Kur’an meali okunacağına Mektubat gibi mutasavvıfların kitaplarının okunmasını tavsiye etmek; Kur’an’ın mealini ve tefsirini okumayı müridlere ve çevrelerine yasaklamak, kendi meal ve tefsirleri varsa, ancak ona müsaade etmek…
Kur’an’ın şirk sebebi saydığı ataları, örf ve âdeti kutsayıp geleneksel mirası, Kur’an’a ve İlâhî ölçülere ters olduğu halde ölçü kabul etmek; meselâ Kur’an’a ters nice görüşleri ve şatahat cinsinden sözleri olduğu halde eski tarikat büyüklerinin yolunu takip etmeyi gerekli görmek…
Kur’an âyetlerinin zâhirî anlamlarıyla bağlantısız farklı bâtınî anlamları olduğunu iddia etmek, nice âyetleri anlam yönüyle hiç alâkası olmadığı halde tasavvufun uydurma kavramlarına delil gibi sunmak…
Halifelik ve Bey’at İnancı
Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek şekilde, dini ve müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir. İslâmî devlet yönetiminde olmazsa olmazlardan biri bey’atle başa geçen halifelik/imamlık, adalet (Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek) ve şûra prensipleridir. Bu hilâfeti tekrar bulunulan coğrafyaya hâkim kılma gayreti yerine, şeyhlerine halife diye bakıp bu kavramı tahrif ederek günümüzde bu halifeliğin ciddiyet, ağırlık ve gereğini unutturarak onların görevlendirdikleri veya yerlerine aday olanlara halife diyen anlayışı öne çıkarır tasavvuf.
Kur’an’ın sadece Rasûlullah’la ilgili olarak gündeme getirdiği ve otorite sahibi olmayı gerekli kılan “karşılıklı alış-veriş” anlamına gelen “bey’at” kavramını, İslâm devlet başkanı dışındaki ahitler için kullanmakta bir sakınca görmemek ve bey’at edilecek bir imam (İslâmî otorite) edinmenin yollarını önemsememek; halife kabul ettikleri kendi şeyhlerine bağlılık sözü almak için bey’at kavramını kullanmak…
İbadetlerin ve Mükellefiyetlerin Düşeceği Anlayışı
Hulûliye: “Güzel kadınlara ve oğlanlara (tüysüzlere) bakmak helâldır, Allah’ın bazı sıfatları bize hulûl eder. Bu hal içinde iken öpüşmek ve sarmaş dolaş olmak câizdir” diyen mutasavvıflar zümresi. (S. Uludağ, s. 247)
Evliyâiye: Allah’ın velîsi ve dostu olma seviyesine yükselenlerden mükellefiyetin ve ibâdetlerin düşeceğine inanan mutasavvıflar zümresi. (S. Uludağ, s. 181)
Hurriyye: Kendilerinden geçmiş bir halde iken cennetten gelen hûrîlerle seviştiklerini ve cinsî temas kurduklarını iddia eden mutasavvıflar zümresi. (S. Uludağ, s. 249)
Habîbiye: “Bir kimse, yaratılmışlardan ilgisini keserek Allah’ı kendisine sevgili ve dost edinirse, ondan teklifler düşer” diyen mutasavvıflar zümresi. (S. Uludağ, s. 211)
Kur’an’a Ters Velî-Evliyâ Anlayışı
Evliyâ: Velîler, dostlar. Tasavvufta; ermişler, erenler. Özel anlamda sadece Allah’ın kendilerine kerâmet ve ilham ihsan ettiği kâmil mü’minler evliyâdır. Evliyânın çeşitli varlıklar üzerinde etkili olan bir mânevî gücü vardır. Duâları Allah katında makbul olur (S. Uludağ, s. 180-181).
Velî kavramı, tarihsel süreç içinde, özellikle tasavvufun etkisiyle Kur’an’daki anlamının dışına kaydırılmış, müttakî mü’minlerin vasfı olmaktan çıkarılıp, olağanüstü özellikleri bulunan insanüstü şahsiyetlerin sıfatı olarak kullanılmıştır. Velî sıfatını bütün mü’minler, Kur’an’daki şekliyle anlayıp hayatlarına geçirmeli, kâfirleri velî/yönetici kabul etmemeli, kendileri de birbirlerinin velîsi/dostu olmak için görevlerini yerine getirmeli, velînin kerâmetle ve özel statülerle ilgisi olmadığını kabullenmelidir. Allah dostu (velî-evliyâ) olmak için keramet sahibi olmayı şart görecek bir anlayışla onları tanrılaştırır gibi yüceltmek; şeyhlerinin gaybı bildiğini ve insanüstü özellikler sahibi olduğunu kabul ve iddia etmek, tasavvufun velî-evliyâ inancıdır.
“Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka evliyânın/dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” (7/A’râf, 3)
“İyi bilin ki, Allah’ın evliyâsına (O’nun velî kullarına, dostlarına) korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.
Onlar, iman edip de takvâ sahibi olanlardır (sorumluluk bilincine sahip, şirkten ve büyük günahlardan sakınanlardır).” (10/Yûnus, 62-63)
“Dünyada ve âhirette benim Velî’m (yardımcım ve işimi deruhde eden) Sen’sin. Beni müslüman olarak öldür ve sâlihler arasına kat.” (12/Yusuf, 101)
“İnsanlar arasında Allah’a çeşitli eşler koşup bu koştukları eşleri Allah’ı sever gibi sevenler vardır. Oysa müminler en çok Allah’ı severler. Zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’ta olduğunu ve Allah’ın azabının ağır olduğunu anlayacaklarını keşke şimdiden bilselerdi!
İşte uyulanlar (liderler), kendilerine uyanlardan uzaklaşıverdiler, azabı gördüler ve aralarındaki bütün bağlar kesildi.
Uyanlar o zaman ‘Keşke bir daha dünyaya geri dönebilseydik de şimdi onlar bizden nasıl uzaklaştılar ise biz de onlardan öyle uzak dursaydık’ derler. Böylece Allah, onlara bütün yaptıklarını hayıflanmalar biçiminde gösterir. Onlar Cehennemden çıkamayacaklardır.” (2/Bakara,165-167)
“Ve derler ki: ‘Rabbimiz, biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de, böylece onlar bizi yoldan saptırdılar.
Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” (33/Ahzâb, 67-68)
Şeyhleri Mâsum Kabul Etmek
Bazı hocaları, âlim veya şeyhleri mâsum kabul etmek; onlara isnat edilen hiçbir suç ve hatanın doğru olma ihtimalini zerrece kabul etmemek…
Bâtınî Hallere Vâkıf Olmak
İşrâf: Bilmek, haberdar olmak, vâkıf olmak, Tasavvufta; bâtınî hallere vâkıf olmak, insanların rûhî hallerini ve kalplerinden geçirdiklerini bilmek. [Sezmek, hissetmek anlamına gelen firâset, tasavvufta; Yakîn, keşfetme ve gaybı görme, gaybı bilme anlamında kullanılır (S. Uludağ, s. 194)]. Firâsetten farkı, firâsetin geçici, işrâfın kalıcı olmasıdır (S. Uludağ, s. 283).
Cihad Anlayışı
Allah’ın ihsan ettiği her türlü imkânı Allah yolunda seve seve kullanıp feda edebilme, O’nun yolunda cehd ve gayret edebilme bilinci demek olan “cihad” farîzasını ve buna bağlı Allah yolunda savaşı “küçük” ve önemsiz görmek, ya da tam tersine cihadı sadece savaşla sınırlı tutmak…
Cin ve şeytan (cincilik, büyücülük ve üfürükçülüğün Müslümanlıkla ilgili olduğu imajı vermek, abartılı şekilde cin çarpması ve büyü değerlendirmesi yapıp bunu tedavi etmek kasdıyla muskacılık ve benzeri yollarla istismar etmek…
Vesile Anlayışı
Haram, hatta şirk olan türden vesile anlayışıyla; sadece Allah’tan istenecek şeyleri şirk derecesinde başkalarından duâ edip istemek gibi.
Gayrı meşrû vesileler edinmek, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği bazı diri ve ölülerin yüzü suyu hürmetine diyerek Kur’an ve Sünnette olmayan şeyleri ibadet olan duaya monte edip bid’atler işleyerek Allah’a yaklaşacağım diye cehenneme yaklaşacak yöntemler bulmak…
Kur’an’da rahmet ve ilim verilen kul şeklinde belirtilen, adının rivayetlerde Hızır olduğu belirtilen kişiyi ölümsüz, helâk veya ihyâ etmeye kadir, kul bunalınca yetişecek bir tanrı şeklinde kabul etmek…
Bid’at Olan, aslı Olmayan İbâdetler
Allah’ın emir ve tavsiyesi olmadığı, Rasûlulullah’ın sünnetinde bulunmadığı halde ibâdet diye yapılan ve tavsiye edilen nice hususlar, meselâ semâ âyini, râbıta, hatme (hâcegân hatmi gibi bir hatim), uydurma sözlerle ve sünnette olmayan uygulama şekilleriyle zikretmek, kabirlerden tevessül etmek, yüz suyunun hürmetine inanmak…
Cihad için hazırlıklı olma anlamına gelen “murâbata” kavramını tahrif ederek, ibâdet inancıyla uydurdukları bir çeşit yoga olan “râbıta” anlamında âyeti tahrif ederek sünnette olmayan apaçık bir bid’ati dinin emri gibi tavizsiz uygulayıp bundan sevap ummak…
Zikir Anlayışı; Zikir Kavramını Tahrif
Kur’an’ın 30 civarında farklı anlamda kullandığı zikr’i “sadece dille belirli lafızları söylemek” şeklinde anlamak ve Kur’an ve Sünnette olmayan ifâdeleri zikir ibâdeti olarak uygulamak; Kur’an’da “Allah’ın size öğrettiği şekilde zikredin” (2/Bakara, 239) denildiği halde, Kitap ve Sünnette olmayan şekil ve usullerle tuhaf tarzlarda zikir icat etmek…
Tevhide Bakış
Tevhid ve şirk gibi temel Kur’anî kavramları, nâfile ibâdetler kadar bile önemsememek, din ve takvâ adına bile bazı şirk ve haramları tavsiye etmeye kalkmak, apaçık şirk olan Allah’ın yarattığı bazı şahısları veya varlıkları Allah’a benzetmekten çekinmemek…
İstişare ve istihare anlayışında Kitap ve Sünnet dışı anlayışlar geliştirmek, çoğunlukla şeytanın müdahale edebileceği rüyayı istihare için gerekli görüp istihareyi rüya falı şekline çevirmek…
Şekilcilik: Kılık-kıyafete, çarşafa, sakala, sarığa, cübbeye, cübbeliye haddinden fazla değer verip takvânın kalpte olduğunu bilmezlikten gelmek…
Nefis Kavramını Dejenere Etmek
Kur’an’daki hevâ kavramını nefs kelimesiyle değerlendirmek, nefsi aşağılamak, derecelere/basamaklara ayırmak, nefisle mücâdeleyi büyük cihad saymak, onu yok etmeye/öldürmeye çalışmak; bu konuda nice uydurma rivayetleri hadis diye takdim etmek;
İlim kaynağı olmadığı halde, rüya, ilham ve işrâkı, keşfi, müşâhede, muhâdese ve zuhurâtı ilim kaynağı kabul etmek;
Pasifliği, zilleti, zâlimlere seyirci kalmayı, görevini yapmamayı sabır zannetmek;
Sevgide ölçüyü ve hedefi ayarlayamamak, Allah sevgisini nice çirkin anlayışlara zemin olacak şekilde “aşk” tabiriyle dillendirmek; bazı insanları Allah’ı sever gibi sevmek…
Şefaat Anlayışı
Kur’an’ın reddettiği haram ve şirk şefaat anlayışı olan, Allah’a rağmen insanı kurtaracak, din gününün tek sahibinin hükmünü iptal edip insanı âhirette azaptan kurtarabilecek tanrılar edinmeye benzer anlayışlar…
Dinin Kurallarını Önemsememek
Şathiye, sekr hali, istiğrak, cezbe vb. şekillerle dinin hükümlerini çiğnemeyi normal saymak; şeriatı basite alacak ve onu kabuk kabul edecek ifadelerle esas önemli olanın tarikat ve hakikat olduğu iddiasında bulunmak, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmedilmemesine ciddi bir tepkide bulunmamak…
Aracısız olarak Allah’a yapılması gereken tevbeyi, almak-vermek şeklinde bir insan karşısında yerine getirmenin gereğine inanıp günah çıkartmaya benzeyecek uygulamalar ihdâs etmek…
Dünyadan el etek çekmeyi zühd saymak, uzleti tavsiye etmek, bir lokma bir hırka anlayışını takvâ saymak…
Hakka Bâtılı Karıştırmak
Yukarıda anlatılanlarla görüldüğü gibi, hemen her konuda hakka bâtıl karıştırılarak tertemiz İslâm yolu, tasavvufî uydurmalar ve hurafelerle, tahrif ve dejenerasyona sürüklenmek istenmektedir. “Hakk’a bâtılı karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin.” (2/Bakara, 42). Hepimize bu konuda çok iş düşmekte, önce kendimizi ve çevremizi bu bâtıl zihniyete karşı korumamız, Kur’an ve Sünnet çizgisini tekrar hayatımıza ve giderek tüm dünyaya hâkim kılmak için tüm imkânlarımızı seferber etmemiz gerekmektedir.
TASAVVUF VE İSLÂMYA DA TASAVVUF İSLÂM’IN NESİ OLUYOR?
Orhan Tutar
Hz. Muhammed (s.a.v)’e gelene kadar İKİ DİN vardı. Ve dolayısıyla gündemde iki soru vardı. Tevhid mi, şirk mi? Bu iki sorunun cevabı aranır ve tarafları olurdu. Kur’an’dan önceki Suhuflar ve İlâhî kitaplar, Allah (c.c.) tarafında koruma altına alınmadığından dolayı Kitaplar ya da suhufla kaynağından metli ile değiştiriliyordu. Tevhid’le ilgili bir net bilgi kalmadığından dolayı tekrar tevhidi bilgiler suhuf ve kitaplar yoluyla insanlara sunuluyordu. Ve soru hep aynıydı: Tevhid mi, şirk mi? Ya da İslâm mı, küfür mü?
Kur’an’dan sonra bu sorulara üçüncü bir soru daha eklendi. Eğer cevap İslâm ise bu sefer “HANGİ İSLÂM” sorusu gündeme geldi. Çünkü dinin temel metni “VAHİY-KUR’AN” Hicr. 9 da belirtildiği Allah (c.c.) tarafından korumaya alınmıştı. Yani din (İSLÂM) metninden değiştirilemiyor, şirk külliyatına dönüştürülemiyordu. Bu sefer “yorum ve rivayetler”le yeni dini anlayışlar üretiliyordu. Böylelikle ortada bir sürü İslâm çıktı. Tevhid mi- şirk mi sorusuna üçüncü bir soru eklendi. Eğer cevap İslâm ise. Bu sefer “HANGİ İSLÂM” sorusu gündeme geldi. “Tevhid İslâmı mı- kültür/ gelenek/ sulandırılmış.., merhum Seyyid Kutub’un deyimiyle “Amerikan İslâm’ı mı? Evet, bundan böyle İslâm ümmeti bunun cevabını arayacak ve kendine uygun bulduğu İslâm’ın (?) adamı olacaktı.
HANGİ İSLÂM… Sorusunun Serüveni
İslâm yine bozulacaktı. Bu sefer yorumlarla. Kur’an’ın temel kaynak olduğu unutulacak ya da arkaya atılacak ve yeni refaranslar, yeni kaynaklar icat edilecekti.
İslâmın da rükun rükun bozulacağını haber vermişti Allah Rasulü:
“Bu din (İslâm) şirazesinin dikişleri halka halka çözülecek, ilk çözülecek devlet düzeni-idare, sön çözülecek halkası da namaz olacak.” (Said Havva. İslâm’ın Rükünleri. Sy 21. Tirmizi, Ahmed b. Hanbel…)
Hulefâ-yı Râşidînden 30 yıl sonra yönetim yeniden cahiliye şekline dönüştü. Yani saltanata. Bunun ilk örneği Ebu Süfyan oğlu Muaviye idi. Muaviye; “Ben Kralların ilkiyim ve ben bu makama kılıcımın zoru ile geldim…” demesi içtimai hayatı şekillendirin makenizma her ne kadar İslâm olsa da, yönetim İslâm’dan başka bir şeydi. İçerisinde her ne kadar ADİL-MUVAHHİD halifeler de gelmiş olsa yönetim şekli İslâm’dan çok “Bizansi ve Kisrevi” olmuştu
Yönetimin ve yaşantının bozulup dünyevileşmeye evrildiği süreçte, yönetim tarafından ya da yönetimin paralelinde yeni düşünceler türedi. İsimlerine KELAMCI denilen ekoller ya da okullar meydana çıktı. Zıt kutuplarda gezinen (Mürcie-Hariciler..gibi) ekollerin ortaya çıktığı gibi, ümmetin hiçbir derdine dermen olmayan ve tam bir hezeyan sayılan “Halku’l-Kur’an” meselesini gibi uçuk fikirlerin sahibi olan Mütezile ortaya çıkmış, Mütezilenin bu hezeyanı devlet görüşü olarak benimsenmiş ve bu görüşü tasvip etmeyen başta Ahmed Bin Hambel gibi pek çok Muvahhid alim zindanlarda çürütülmüştü.
Sonra yeni ekolar türemişti. Felsefe ve TASAVVUF gibi. İslâm Kelam ile sulandırılmış, Felsefe ile bulandırılmış ve Tasavvuf ile de bambaşka bir çehreye büründürülmüştü.
“Kurt dumanlık günü sever” sözünde ifadesini bulan deyim; “SALTANAT FİKRİ BULANIKLIĞI SEVER” deyimine dönüşmüş, saltanat İslâm fikir-düşünce havzasını bulandıracak dev bir adım atmıştı. Bu dev adımı atan Abbasi kralı Harun Reşid oğlu ME’MUN idi. Kral Me’mun’a gelene kadar Emeviler döneminde başlayan bir süreç vardı. Emevi kralları saraylarında İslâm dışı kimlikli bilginlere makamlar vermiş, onlardan bilimsel bir şeyler öğrendiği gibi pek çok sapıklıkları da öğrenmiş ve ümmete aşılatmışlardı. Ama en kapsamlı sapıklık –İslâmın düşünce / bilgi havzasını kirletecek adımı kral Memün atmıştı.
Harun Reşid’in İranlı cariyesinden olma ve Fars-Zerdüş kültürü bariz bir biçimde üzerlerinde taşıyan İran Bermeki hanedanlığının içinde büyüyen ve daha sonra bu hanedanlığın gücü ile kardeşi Emin’i bertaraf edim iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra, başkent Bağdat’ta “Beyt’ül Hikme-Hikmet Evi” diye bir kurum kurar. Buraya İslâmın cahiliye medeniyetleri dediği milletlerden (özellikle Yunan’dan) kalma kitapları getirttirip tercüme ettirir. Bu süreçte ilk olarak ismine FELSEFE denilen ekol ortaya çıkar. El Kindi ile başlayan bu süreç, Farabi, İbn Sina …derken Endülüs’lü İbn Rüşt ile Felsefe kemale ermiş olru.
İsimlerine İslâm felsefecileri denilen bu kişilerin işi “İLMİN KAYNAĞINI VE İLİM ELDE ETME YOLUNU” tespit etmek olur. Peygamberden daha çok hocaları Yunanlı filozof Aristo’ya hayran olan bu filozoflar, ilmin kaynağının VAHİY deyil (aktif-üreten-düşünen) AKIL olduğunu ilan ederler. Bu silsilenin son halkası olan İbn Rüşt; “Akıl –Vahiy karşı karşıya geldiğinde vahiy değil akıl hakem demekle” vahye karşı aklın galibiyetini ilan eder. Felsefecilerin bu bariz inkarlarından dolayı büyük kelamcı Gazali Felsefecileri (İbn Sina ve Farabi’nin) özellikle üç noktada küfre düştüklerini söyler ve bunları sıralar. “El Münkizul Min Ed-Dalal” isimli kitabında.
Bu süreçte TASAVVUF da sahneye çıkmıştır. Tasavvufun ilk sahneye çıkışı “DİNDE AŞIRILIK” diye tanımlalan sözde “iyi niyetlerle ve daha fazla takvalı olma” düşüncesine dayanır. Bunun da ilk adımı taa Peygamber zamanında atılmaya çalışılır. Meşhur üç Sahabi olayı; Sürekli namaz kılma, sürekli oruç tutma ve hiç evlenmeme talepleri. Sonra Peygamberin kesin tavrı sürecin başlangıcı sayılabilir.
RAHİPLİK ÖRNEĞİ; “Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik; ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kalplerinde bir şefkat ve merhamet kıldık. (Bir bid’at olarak) Türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah’ın rızasını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan iman edenlere ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da fasık olanlardır”. (Hadid. 26-27)
İlk zamanlar; Saltanatın zulmünden ve dünyevileşmekten kaçış olarak tercih edilen TASAVVUF (İbrahim Ethem’ler, Rabiatül Adeviyye’lerle başlayan süreç) her geçen gün sapıtmaya ve riyakârlığa başlar. Tasavvufun ilk en büyük riyakârlığı / hezeyanı “HAKİKAT-İ MUHAMMEDİYE” düşüncesi ile kendini göstermeye başlar. Kısacası ve net ifade ile Peygamberi Allah’ın yanına oturtturan, eşyanın bir yüzünün Allah Olduğunu ve diğer yüzünün de Peygamber olduğunu söyleyen, zahir ilmin kaynağının Allah olduğunu ama batın ilmin kaynağının Muhammed olduğunu ve hatta ilmin kaynağının Muhammed olduğunu söyleyen…(ki, temeli Ml. 850 lerde atılır) tasavvuf, ilmin kaynağının Hz Muhammed Olduğunu söylemekle aslında kendi ayağına yer eder. Daha sonraki tasavvuf duayenleri açıkça ilimde Hz Muhammed’e ortak olduğunu söylerler.
Tasavvuf “dinin içinde ve hatta üstünde bir din” olma sürecini tamamlamadan önce KELAM İslâm’ı sulandırın. Daha sonra sahneye çıkan FELSEFE İslâmı bulandırır. Ve tüm bunlardan da beslenen TASAVVUF kendine özgü “HAL VE KAVRAMLAR” ürettikten sonra, gerçek (tevhid) İslâm’ıyla isim benzerliği dışında başka bir benzerliği olmayan bambaşka bir din (bir tür PAVLUS DİNİ) ortaya çıkar.
Tasavvuf ile Felsefe bir annenin memelerinde emen ikiz kardeşler gibidir. İkisi de aynı kaynaktan beslenmiş ve aynı düşünceleri dillendirmişlerdir. Tek farkla ki, taktikleri farklı olmuştur. İkisinin de ana mevzusu; “İLMİN KAYNAĞI VE İLİM EDİNME” meselesidir. Felsefe ilmin kaynağına AKLI koyarken, Tasavvuf ilmin kaynağına “SEZGİ-İLHAM, HATIFTAN GELEN SES VE BİR EFSANE ÜRÜNÜ OLAN HIZIR” I koymuştur.
Felsefe vahiy karşısındaki bağımsızlığını ve hatta zaman zaman vahyi bir KOLTUK DEYNEĞİ yerine koyarak vahyi kullanmasını açıkca yapmış, bu açık sözlülüyünden dolayı küfür damgasını yemiştir. Ancak tasavuf; Vahye karşı bağımsızlığını ve vahyin üstünde seyretmesini, “sinsice ve daha fazla takvalı olma” rolleriyle yaptığından dolayı Felsefenin hak ettiği dışlanmışlıktan kurtulduğu gibi bir de KUTSANMIŞTIR. Tasavvuf duayenlerinin söz ve tavırlarına baktığımızda bu utanç verici tabloyu rahatlıkla görmekteyiz.
Tasavvuf kendine has kavramlarını üretme sürecine “HAKİKATİ MUHAMMEDİYYE” hezeyanı ile girmiştir. “LEVLÂKE” hadisi denilen ama hiç bir muteber hadis kitabında bulunmayan ve hiçbir hadis kriterine uymayan bu uydurma söz çerçevesinde oluşturulan MUHAMMED tasavvuru her alandan Allah ve Resulüne iftiraya dayanmaktadır. ………………………..
Abdullah et-Tüsteri (ö.896) dir. Sonra Hallac-ı Mansur (ö. 922) ve İbn Arabi (ö. 1239) eliyle Hz. Muhammed’in nuru (varlığı) bir cismin iki suretinden bir tarafı olur. Yani bir taraf Allah, diğer taraf Muhammed. Bir bütünün bir yüzü Allah, diğer yüzü de Muhammed’dir…
Şia’nın sapık bir kolu olan ve Kâbe’nin kutsal taşı HACER-İ ESVED’i söküp yıllarca dolaştıran ve on binlerce hacı adayını katlederek ümmeti soyan KARMATİLER ümmetin inanç-düşünce havzasını fazlasıyla zehirler. İşte bu sapık Karmatilerin içinden çıkan ve kendilerini İHVAN-İ SAFA / SAFA KARDEŞLER diye tanımlayan bu sapık ekip, tüm dinlere ve özelliklede İslâm’a tepeden bakan tavırlarıyla kendilerince bir din icat erdeler. Bu dinin hiç bir yasağı yoktur. Yeryüzünde ne kadar sapık fikir varsa hepsinden bir parça alıp tüm insanlığın beğenisine sunulmaya çalışan bu çalışma, İslâm dünyasının ilk ansiklopedi çalışması sayılır.
Tüm bu süreçlerden sonra HURAFE TOPU gibi bir çocuk doğmuştur. Ürettiği kavramlarla kendini tanımlayan tasavvuf; “Artık dinin içinde bir din olmaktan da öte DİNİN ÜSTÜNDE BİR DİN OLMUŞTUR. Kavramlar üzerinden yeni helallar ve haramlar üretilmiştir. Nasların (Kur’an ve Sünnetin) açıkça küfür saydığı söz ve fiiller, üretilen bu yeni kavramlarla meşrulaştırılmaya çalışılmış ve ümmetin dini-kültür havzası iyice bulandırılmıştı. Bu hezeyan ürünü olan tasavvuf kavramlarını sistemli bir şekilde piyasaya süren kişinin Miladi 986 da doğup, 1072 de ölen Abdülkerim Kuşeyri olduğunu görmekteyiz. KUŞEYRİ RİSALESİ diye şöhret bulan bu risale kendinden sonra tüm tasavvuf önderlerinin başvuru kaynak kitabı olur.
Bu kavramlardan bazılarını vermek istiyorum:
FENA-BEKA
Bir kimse hükümlerin tasarruflarından kudretin cereyan tarzını müşahede ederse onun için “halktan gelen hadiseleri hesaba katmadan fani oldu” denir. Eser ve olayları Allah’tan başkasından vehmetme halinden fani olunca Hakk’ın sıfatları ile baki olur. Bir kimseyi hakikat sultanı sarar da Allah’tan gayri olan şeylerden hiçbir şeyi müşahede edemezse, onun için “halktan fani oldu ve Hak ile baki oldu” derler.
Öyle ise kulun yerilen fiillerden ve aşağı hallerden fani olması ve kurtulması o fiillerin yok edilmesiyle olur. Kulun nefsinden ve halktan fani olması, kendisi ve halk hakkındaki hissini kaybetmesi ile olur. Kul fiillerinden, huylarından ve hallerinden fani olunca, fena suretiyle terk ettiği şeylerin ona göre var olması caiz değildir. “Kul nefsinden ve halktan fani oldu” denilse, “kulun nefsi de halkta mevcuttur, fakat kulun o halde ne nefsi hakkında ne de halk hakkında ilmi, şuuru hissi ve haberi vardır” denilir. Halbuki kulun kendisi mevcuttur, halk da mevcuttur, ancak kul kendinden ve halktan tamamen gafil olur. Bundan doları kendi varlığını ve halkın varlığını hissedemez.
Bir mahlûk başka bir mahlûkla karşılaştığı sırada kendinden geçerse, aradan perde kalktıktan sonra Hak Teala’yı temaşa eden kul hakkında ne düşünülür! Bu haldeki kul kendinden geçse, kendi cinsinden gafil olsa bunda şaşılacak ve vardır!
Cahilden fani olan ilmiyle baki olur; şehvetlerinden fani olan hak yola dönme haliyle baki olur. Dünya isteklerinden fani olan Zühtü ile baki olur. İstek ve arzularından fani olan Hakk’ın iradesinde baki olur. Bütün sıfatlardan da durum bu minvaldedir.
Yukarda açıklandığı biçimde kul beşeri sıfatlardan fani olunca “fenası sayesinde fenasını görmeme” mertebesine yükselir. Nitekim bu hale işaret için, onlardan biri şu şiiri söylemiştir: “Bir grup sahrada şaşkın bir vaziyette kaldılar. Diğer bir grup aşk meydanında hayrete düştü. Bunlar yok edildiler, sonra yine yok edildiler, sonra yine yok edildiler. Sonra da rablerine yaklaşmada ibka ( bakileşme) olundu.
Bu şiirde iki fena kulun nefsinden ve sıfatlarından fani olarak Hakk’ın sıfatlarıyla baki olmasıdır. İkinci fena Hakk’ı temaşa eden kulun Hakk’ın sıfatlarından da fani olmasıdır. Üçüncü fena Hakk’ın varlığında yok olan kulun kendi fenasını görmesinden de fena olmasıdır…”
Gaybet-Huzur:
Gaybet: Salikin kendisine gelen bir vârid ve ilhamın tesiriyle kendinden geçerek dış dünya ile ilgili şuurunu kaybetmesidir… Cüneyd-i Bağdadi bir gün hanımıyla otururken Ebu Bekir eş-Şibli yanlarına geldi. Hanımı örtünmek istedi. Cüneyd, “Şibli’nin senden haberi yoktur, yerinden kalkma” dedi. Cüneyd, Şibli ile o kadar konuştu ki, nihayet Şibli ağlamaya başladı. Şibli ağlamaya başlayınca Cüneyd hanımına, “şimdi kendine geldi, gaybet hali sona erdi, şimdi örtün” dedi…”
Huzur: Sufilerin gayb halindeki halleri değişik olur; bazılarının gaybeti uzamaz, bazılarının ise gaybeti devamlı olur. Hikâye olunur ki Zünnûn el-Mısri, müridlerinden birini, Bayezid-i Bistami’nin halini ve sıfatlarını öğrenip anlaması için Beyazid-i Bistami’ye göndermişti. Adam Bistam’a gelince Bayezid-i Bistami’nin evini sordu ve izin alıp içeri girdi. Beyazid adama, “Ne istiyorsun” diye sordu. Adam Beyazid’i arıyorum dedi. Beyazid ona “Beyazid kimdir ve nerededir? Bende Bayezid’i arıyorum” dedi. Bunu üzerine adam evden çıktı ve, “bu ancak mecnundur” dedi. Adam Zünnn el-Mısri’nin yanına dönüp gördüklerini anlatınca Zünnün ağladı ve “Kardeşim Bayezid Hak Teala’ya gidenlerle birlikte O’na gitmiş” dedi.
Sahv- Sekr:
Sahv; Gaybetten sonra duyum haline dönüştür. Sekr; kuvvetli bir varid ile gaybet haline geçiştir. Sekr, bir bakıma gaybetten daha kuvvetli bir haldir. Çünkü bazen sekr sahibi mükemmel olmadığı zamanda bast halinde bulunur. Bazen de sekr halinde eşyayı hatırlama hali kalbinde yok olur. Bu varidin kendisini mükemmel bir şekilde sarmadığı halidir. Bu takdirde sufide his halinin bulunması caizdir…
Sekr, (manevi sarhoşluk) vecd sahiplerinde olur. Kul, cemal sıfatıyla mükâşefe haline ulaştırılınca sekr hâsıl olur, ruha sevinç gelir ve kalp sevgiden dolayı şaşkına döner. Bu anlamda şu şiir söylenmiştir:
“Senin ayılman benim sözümden ise bu vuslatın ta kendisidir
Senin sarhoşluğun, benim bakmamdan ise, sana şarabı mubah eyler
Ne onun sakisi usandı ne de içeni
Onun güzelliğinin şarabı aklı sarhoş eder.”
Bu şiirde aynı anlamda söylenmiştir: “Halk kadehin dönmesinden, ben ise kadehi döndürenden dolayı sarhoşum.”
Şu şiirde benzer haller için söylenir: “Benim iki sarhoşluğum var. Halbuki arkadaşlarımın sarhoşluğu birdir. Beni onlardan ayıran da budur.
Şu şiirde aynı anlamda söylenir: “Benim, biri sevgilinin aşk ve sevgisinin, diğeri de vuslatının olmak üzere iki sarhoşluğum vardır. Böyle olunca ne zaman ayılma olur?”
Mahv-isbat:
Mahv, alışılan sıfatları ortadan kaldırmaktır… Mahv ve isbat Allah’ın iradesiyle sınırlandırılmıştır. Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an’ı Kerim’de, “Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır” (13/Ra’d, 39) buyurmuştur. Bu ayetin tefsirinde şöyle demişlerdir. Cenab-ı Hak ariflerin kalbinden Allah’tan başka şeylerin zikrini siler. Müridlerin dillerine ilahi zikri yerleştirir. Hak Teâlâ’nın her insanla ilgili mahvı ve isbatı, o kişinin haline uygun biçimde olur. Allah Teala bir kimsenin nefsini ve hallerini görme halini mahvederse, onu Hakk’ın hakkını görme halinde isbat eder. Allah kimden Hakk’ın hakkını görme halini mahvederse, onu başkalarını görme haline döndürüp ayrılık vadilerinde isbat eder.
Bir adam Ebu Bekir eş-Şibli’ye, “seni sıkıntılı bir halde görüyorum, sebebi nedir? Hak seninle sen Hak ile değil misin? dedi. Şibli de şöyle cevap verdi. “Eğer ben O’nunla olsaydım, ben olurdum, fakat ben Hakk’ın kudretinde mahv haldeyim”.
Mahk hali, mahv halinden üstündür. Çünkü mahv hali birtakım izler bırakır, mahk ise hiçbir iz ve eser bırakmaz. Sufilerin nihai gayesi, Hak Teala’nın onları kendi halinden yok etmesi, kendilerini kendilerinde yok ettikten sonra kendilerine getirmesidir.”
Setr-tecelli:
“Avam setr perdesi içinde, havas ise daima tecelli halini temaşa durumundadır. Hadis-i şerifte, “Allah Teâlâ tecelli edince o şey Hakk’a boyun eğer” duyurulmuştur. Öyle ise setr sahibi Allah’ın üzerindeki nimetini görme halinde, tecelli sahibi ise ebedi olarak Hakk’a boyun eğme vasfı ile bulunur. Setr avam için ceza, havas için rahmettir. Çünkü eğer Allah mükâşefe suretiyle gösterdiği tecellileri gizlemeseydi, hakikat sultanı zuhur ettiği vakit havas perişan olurdu. Fakat Hak Teâlâ bazen onlara tecellilerini gösterdiği gibi bazen da onlardan gizler”.
Bevadih-hücum:
Bevadih, kalbe gaybdan ansızın gelen şeydir. Bu hal ya sevince ya da hüzün ve kedere sebep olur. Hücum ise, senden herhangi bir yapmacık ve gösteriş olmaksızın vaktin kuvveti sayesinde kalbine gelen şeydir. Bu varidin kuvvetli veya zayıf oluşuna göre çeşitli türleri olur. Şöyle ki bazı sufileri bevadin değiştirir. Hevacim onu tasarrufu altına alır. Bazıları ise hal ve kuvvet yönünden ansızın erişen şeylerin üstünde olmakla asla onları etkilemez ve değiştirmez. Bu durumda onlar vaktin efendileridir. Nitekim “Zamanın getirdiği musibetler onları değiştirmeye yol bulamaz. Çünkü büyük işlerin dizginleri onların ellerindedir” denilmiştir.”
Telvin-Temkin
Şahidinden kaybolan ve hislerini yok edene gelince beşeriyetin bir hududu ve sonu vardır. Kul bunların hepsinden, hissinde yaratıkların tamamından soyunup sürekli gaybet haline ulaşınca o MAHV halindedir. Bu halde o kul için ne temkin ve telvin vardır ve ne de makam. Kendi gayret ve isteği olmadan ilahi bir muamele ile önceki duruma döndürülmesi hariç, bu vasıf üzerinde devam eden kul için TESRİF VE TEKLİF YOKTUR. Halk bu vasıf üzere olan kimseyi gerçekten irade sahibi sanır. Halbuki o hakikatte Hakk’ın iradesi ile idare edilmektedir. Nitekim Allah Teala; “Kendileri uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın; onları sağa sola çevirirdik”. Kehf. 18”
Muhadara-mükâşefe-müşahede:
“Muhadara başlangıçtır. Sonuç mükâşefe, ardından da müşahede gelir. Muhadara kalbin huzurudur. Bazen burhanın tevatür haddine erişmesiyle muhadara hali ortaya çıkar. Her ne kadar zikir kuvvetinin kalbini istila etmesiyle huzurlu ise de salik o halde henüz setrin ötesindedir.
Bu faziletten sonra mükâşefe mertebesi gelir. Bu hal beyanın sıfatı ile kalbin huzurudur. Salik bu halde delil üzerinde düşünmeye ve yol aramaya muhtaç değildir. Şek ve şüphenin sebeplerine sığınmaz ve gayba ait hususlar perdesizdir.
Mükâşefeden sonra müşahede mertebesi gelir. Müşahede, töhmet ve şüphe kalmaksızın Hakk’ın varlığıdır. Sır ve ruh semasından setr bulutları açılınca temaşa güneşi şeref burcundan parlamaya başlar. Müşahedeyi hakkıyla tarif eden Cüneyd-i Bağdadi şöyle der: Müşahede Hakk’ı bulup kendini yok etmendir.
Öyle ise muhadara sahibi delillere bağlıdır. Mükâşefe sahibi Allah’ın sıfatları ile bast halindedir. Müşahede sahibi Hakk’ın birlik denizine atılmıştır. Muhadara sahibini aklı hidayete ulaştırır. Mükâşefe sahibini ilmi Allah’a yaklaştırır. Müşahede sahibini marifeti mahveder”.
Sır:
“Muhtemeldir ki sır da ruhlar gibi beden kalıbına emanet edilmiş bir latifedir. Sufilerin esaslarına göre sırrın müşahede yeri olması gerekir. Nitekim ruhlar sevginin, kalpler marifetin yeridir.
Sufiler şeyle derler: “Sır, senin için kendisine yüksek bir yerden bakıp anladığın şeydir. Sırrın sırrı ise, Hak’tan gayrisinin bilmediği şeydir”. Sufilerin ortak görüşüne göre, sır ruhtan daha latif ve ruh da kalpten daha şereflidir. Yine sufiler, “Sırlar başkalarının eser ve kanıtlarının kulluğundan kurtulmuştur” derler. Kul ile hak Teâlâ arasında saklı ve gizli olan hallere de sır adı verilir. “Sırlarımız bakiredir, hiç kimsenin hayali bu bekâreti yok etmemiştir” diyenlerin sözünü bu manada anlamak gerekir. Sufiler, “Hür kişilerin göğüsleri sırların mezarıdır” buyurmuşlardır. Ayrıca onlar, “Eğer düğmem sırrımı bilse onu koparır atarım” demişlerdir”.
Halvet-uzlet:
“Beyazıd-i Bistami’nin şöyle söylediği hikâye olunur: “Rabbimi rüyamda gördüm, ‘Ya rab, seni nasıl bulurum ve hazretine ve veçhile ulaşırım? Diye sordum. Nefsinden ayrıl da gel’ buyurdu”.
Cüneyd-i Bağdadi, “Kim dininin sağlam, bedeninin ve kalbinin rahata kavuşmasını dilerse halktan ayrılıp uzlete çekilsin. Çünkü bu zaman ıssızlık zamanıdır. Bu zamanda yalnızlığı tercih eden akıllıdır” buyurmuştur.
Rivayet edildiğine göre sufilerden birine, “Yolculuğunda seni en çok şaşırtan ne oldu? Diye sordular. Şu cevabı verdi: “Bir defa Hz. Hızır’a rastladım, benimle sohbet etmek istedi. Bu sohbet tevekkülümü bozar diye kaygılandım.” Yine sufilerden birine, “burada ünsiyet edeceğin, yani eğlence edineceğin bir şey var mı? diye soruldu. O da, “Evet dedi ve koynundan mushafını çıkarıp; bundan daya iyi eğlence olmaz” dedi.”
Takva:
“İbrahim b. Ethem anlatıyor: “bir gece Beytülmakdis’te bir kayanın altında uyudum. Gecenin bir miktarı geçince iki melek inip biri diğerine, burada kim var diye sordu. Öteki melek ona İbrahim b. Ethem vardır dedi. O melek de, dediğin Hak Teâlâ’nın derecelerinden bir derecesini düşündüğü şu kişimidir dedi. O da niçin diye sordun. Diğeri cevap verdi: Basra’dan hurma satın aldı. Bakkalın hurması onun hurmasına karıştı, fakat onu sahibine geri vermedi. İbrahim b. Ethem diyor ki, bu durumu müşahede ettikten sonra hemen Basra’ya gittim. O kişiden hurma satın aldım ve hurmamdan birisini onun hurmasına karıştırdım. Geri Beytülmakdis’e döndüm ve kayanın altına yattım. Gecenin bir kısmı geçtikten sonra semadan iki melek inip biri diğerine, kim vardır dedi. Öbürü İbrahim b. Ethem vardır dedi. Onun da, Allah’ın makamını geri verip derecesini yükselttiği zat budur dediğini duydum.”
“Seri es-Sakati şöyle anlatıyor: “Ma’ruf-i Kerhi’yi rüyamda görmüştüm. Sanki o arşın altındaydı. Aziz ve Celil olan Allah meleklerine bu kimdir diye soruyordu. Melekler, ya rabbi, sen daha iyi bilirsin, diye cevap veriyorlardı. Cenab-ı Hak, bu aşkımdan sarhoş olan Ma’ruf-i Kerhi’dir. Bana kavuşuncaya kadar ayrılmaz, diyordu.
Bişr el-Hafi rüya âleminde ve Allah sana nasıl muamele etti diye soruldu. “Allah beni affetti, cennetinin yarısını bana helal kıldı ve şöyle buyurdu. Ey Bişr! Ateş üzerine secde etsen yine de kullarımın kalbinde senin için vücuda getirdiğim muhabbetin şükrünü eda edemezsin.
Ebu’l-Hasan eş-Şa’rani şöyle anlatıyor: “Mansur b. Ammar’ı rüyada gördüm. Ona, Allah sana nasıl muamele yaptı? Diye soruldu. Şu cevap verildi. Mansur b. Ammar sen misin? Dedi. Evet, Ya Rab dedim. Cenab-ı Hak, bir yandan dünyaya rağbet ederken, öte yandan insanları dünyadan soğutup zühde teşvik eden sen misin, dedi. Evet, böyle olmuştu YA RAB. Fakat önce sana hamd ü sena etmeden, sonra peygamberine salat ve selam getirmeden, ardından da kullarına nasihat etmeden hiçbir sohbet etmedim. Bunu üzerine Allah Tealâ, kulum doğru söyledi. Yeryüzünde kullarım arasında beni yücelttiği gibi, semada meleklerim arasında da yücelmesi için ona bir kürsü hazırlayın buyurdu.
Hakim et-Tirmizi demiş ki: “Kendi irademle bir harfi yazmış değilim. Bana herhangi bir şey isnat edilsin diye de kitap kaleme almadım. Fakat vaktim ve halim şiddetlenip bana galebe çaldığı zaman yazdıklarımla teselli buldum”.
Şeriat-Hakikat
İyi bil ki, Allah’ın emriyle aacip olması yönünden şeriat hakikattir. Aynı şekilde ariflerin Allah hakkındaki marifetleri de Cenab-ı Hakkın emriyle vacip olduğu için hakikatte bunlar şeraittir.
İlme’l yakin- Ayne’l yakin- Hakka’l yakin
Sufilerin ıstılahına göre İlme’l yakin; burhan ve delille elde edilen bilgidir. Ayne’l yakin; keşif ve ilham yoluyla gelen ilimdir. Hakka’l yakin ise; iç müşahede yoluyla elde edilen apaçık bilgidir. Böyle olunca İlme’l yakin akıl sahiplerine, Ayne’l yakin ilim sahiplerine, Hakka’l yakin marifet sahiplerine mahsustur.
(Daha geniş bilgi edinmek için KUŞEYRİ RİSALESİ’NE bakabilirsiniz)
TASAVVUFUN ÜMMETİN İÇİNİ KARARTTI
Tasavvuf “sosyal ve siyasal” imansızlığı yangınlaştırdı. Dini vicdanlara hapsederek İslâm’ı “ölüler dini”ne dönüştürdü. Bununla kalsaydı gene bir şey denmezdi. Bu kendilerinin meselesi denirdi ve hesapları Allah’a havale edilirdi. Ancak tasavvuf(cular) “Haham ve Rahiplerin” yaptığı gibi kendilerini kul ile Allah arasına koydular. Kulun kurtuluş ya da hüsranda olma meselesini kendileri belirlemeye kalktılar. Yani Allah (c.c)’ın önünde Rabler oluverdiler. Bu rabliklerini uydurdukları “kavram ve hallerle” adeta Allah’a onaylatmaya kalktılar. Pek çok noktada Peygamberin üstüne dahi çıkarak kişiler hakkında tasarruf yetkisinin olduğunu ileri sürdüler ve kişilerin aile hayatlarına dahi müdahale ettiler, yuvalar yıktılar. Riyakârlık ve enaniyetlerini tabulaştırarak pek çok yerde Peygamberlere dahi tepeden baktılar. Hiçbir kaynak belirtmeden uydurdukları efsanelerle Peygamberleri dahi küçük düşürdüler. Peygamber ağzındın çıkma yalanlar üreterek kendilerine konum ve statü belirlediler. İslâm’ın en iğrenç bulduğu şey enaniyettir ki, tasavvuf bunu dili ile yer yer yermesine rağmen ağızlarından çıkanı kulakları duymadı. “Hızır” diye uydurulan hiç ölmeyen bir yaratığı, Cebrail’in Peygambere vahiy getirmesi gibi.., kendilerine vahiy getiren bir elçi şeklinde kullandılar. Kur’an’ın “salih kul” diye tanıttığı ve Hz Musa ile karşılaşan Allah’ın bir kulunu (ki Allah’ın her ölümlü kulu gibi oda ölüp Rabbine kavuşmuş olduğunu Kur’an’ın “ Her canlı ölümü tadıcıdır” ayetinden anlıyoruz.) ölümsüzleştirerek adeta “vahiy meleği” yaptılar. Ve sıkıştıkları zaman topu bu “vahiy meleğine” attılar. Böylelikle ipe sapa gelmez hezeyanlarını (Hızır üzerinden) üreterek kendilerini hem masumlaştırdılar ve hemde kutsallaştırdılar. Tüm bu hezeyanları, kendilerini kutsallaştırma ve enaniyetlerini yukarıdaki örneklerde (özet olarak) gördük. Ve bu haliyle bu din (Tasavvufun tornasından çıkmış bu İslâm) Allah Rasulü Hz Muhammed (s.a.v)’in getirdiği din olabilir mi? Mustafa İslâmoğlu “İman Risalesi” adlı eserinin İman ve Tasavvuf, başlığı altında tasavvuf hakkında uzuz bir tahlilden sonra haklı olarak tasavvufu şöyle tanımlamaktadır:
“Bu haliyle Tasavvuf; Dinin içinden bir din olmaktan da öte, dinin üstünde bir din olmuştur”.
Evet, tasavvuf öteden beri dinin üstünde bir din olarak varlığını sürdürmüştür ve elanda sürdürmektedir. Olanca hezeyan ve riyakârlığıyla. Fakat önceki sayfalarda da değindiğimiz gibi tasavvuf felsefeden daha beter hezeyanlar üretip “Hızır, rüya, hatif’ten gelen ses, kalbe gelen ilham…” zanni ve hayali dayanaklarla kendisini masum göstermesini bilmiştir. Eğerki tasavvuf literatüründen bunları çıkarırsanız (ki şeriat nazarında bunlar hiçbir dayanağı ve hakikat değeri yoktur) tasavvuf yok olmuş olacaktır. Çünkü tasavvuf kendine Kur’an’dan ve sünnetten bir dayanak / mevcut durumunu meşrulaştıracak bir delil bulamaz. Bazı ayet ve hadisleri gerçek manasından çıkarıp zorlama tevillerle kendine meşruiyet kılıfı bulmaya çalışan tasavvuf, pek çok hezeyanlarını temizleyemediğinden dolayı “ledün ve cifir ilmi” diye uydurduğu ilme sarılarak kendini meşrulaştırmaya çalışır. Tasavvufun “Gavs-ı Azam”ı sayılan Abdulkadir Geylani dahi “Hızır’dan, Kırklar’dan ve Miraç’tan döndüğünde Peygamberin bazı özel kullara öyrettiği otuz bin ilim” den bahsediyor ve işte tasavvufun beslendiği bu gayri ilmi dayanaklardır. Kur’an’ın zahirine tamamen aykırı olan bu “Kur’an’ın batın ilmi” diye tutturdukları gayri ilmi ve gayri ahlaki argümanlar tasavvufun tekelindedir ve tasavvuf, bu batıl yolla her türlü hezeyanı İslâma sokuşturmayı başarmıştır. Bizden daha ilim erbabı olan İmam Gazali’yi bile aldatabilmişlerse kime ne diyebiliriz ki! Bugünün Gazali öğrencileri ve örnekleri tasavvuf denilen bu bambaşka dini savunmaları çok da anormal bir şey değil. Fakat şeriat nazarında hezeyan hezeyandır. Çağdaş İslâm âlimlerinden Sait Havva (ki, kendisinde de tasavvuf eyilimleri vardır) ‘İslâm’ın Rükünleri’ adlı kitabının 1. cildinde, ‘Şehadet Kelimesi İle Çelişen Tutumlar’ başlığı altında ledün ilmi hezeyanıyla ilgili bakın ne diyor:
“Şehadet Davası ile çelişen başka bir tutum, Kur’an’ın zahiri manasından başka ona ters düşen batini bir anlamı olduğunu ve bu batini anlamı sadece kendilerine ilham gelen bazı seçkin şahsiyetlerin bilebildiğini ileri sürmektir. Benzer bir iddiayı Peygamberimizin sünneti hakkında ileri sürmenin hükmü de aynıdır. Çünkü yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Gerçekten biz, akıl erdirirsiniz diye, onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik”. (12/Yusuf. 2)
“Andolsun ki biz, onların: “Bunu kendisine ancak bir beşer öğretmektedir” dediklerini biliyoruz. Saparak kendisine yöneldikleri (kimse)nin dili a’cemidir, bu ise açıkça Arapça olan bir dildir”. (16/Nahl. 103)
“İşte böylece biz onu (Kur’an’ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik. Andolsun, sana gelen bu ilimden sonra, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir yardımcı, dost, ne bir koruyucu vardır”. (13/Ra’d. 37)
Arapça kelime anlamlarını dilbilgisi kuralları ile, isteyen herkesin anlayabileceği bir dildir. Gerek Kur’an ve gerekse onun açıklayıcısı olan sünneti bu dilin kelime anlamları, gramer kuralları ve birde onu konuşanların üslupları yardımı ile anlaşılır. Kim bu ilkeden saparsa, ilkesizliğin başıboşluğuna sapmış, başka bir deyimle şahsi arzuların ve sapıklığın boşluğuna sapmış olur. Bu da kaynaklarını yararlanılmaz hale getirerek şeriatı yürürlükten kaldırmak ve müslümanları parçalamak demektir. Çünkü bu durumda müslümanlar ortaklaşa başvuracakları bir kaynaktan yoksun kalırlar. Yahudiler ve Hıristiyanlar bile kitaplarının yorumu konusunda böyle bir sapıklığa düşmemişlerdir. Buna göre bu görünüşün çığırtkanlığını yapanların, müslümanlar arasında ortaya çıkmış en tehlikeli zındıklar oldukları şüphesizdir.
Bu sakat yaklaşımların ötesinde Kur’an Peygamber Efendimizin (s.a.v) şu hadiste tanımladığı gibidir:
“Kur’an Allah’ın kitabıdır. Orada sizden öncekilerin başından geçen maceralar, sizden sonrakilerin haberleri ve aranızda çıkacak meselelerin hükümleri anlatılır. O hakla batılı birbirinden ayıran bir kaynaktır, hiçbir sözü boş değildir.
Hangi zorba onu bir yana bırakır, yürürlükten kaldırmaya yeltenirse Allah onu kahreder. Kim onun dışında hidayet ararsa Allah onu sapıklığa mahkûm eder. O yapışılacak sağlam bir iptir. Hikmet dolu zikirdir ve dosdoğru bir yoldur.
Onun Kılavuzluğu sayesinde şahsi arzuların sapkınlığına düşme tehlikesi önlenmiş, dillerin çarpıklığı engellenmiş olur. Âlimler ona doymaz, ne kadar tekrarlanırsa eskimez, şaşırtıcı hikmetleri tükenmez.
O cinlerin dinlemeye doyamadığı ve hakkında bizzat kendi ifadeleri ile ‘Biz hidayete çağıran harikulade bir Kur’an dinledik ve ona inandık, dedikleri bir kitaptır.’ (Cin. 1–2) Kim ondan konuşursa doğru söylemiş, kin ona uygun amel işlerse sevap kazanmış, kim ona göre hüküm verirse adil hüküm vermiş ve kim ona çağırırsa doğru yola iletilmiş olur.” (Tirmizi.” (age. S. 103–104.)
Peygamber Aleyhisselam dahi insanları Kur’an’a çağırırken ve Kur’an’ın zahiri ile hükmedilmesini tavsiye ederken, sapık ve iftiracı tasavvuf insanları hezeyanlarına çağırmakta ve kendilerinin (sufilerin) seçilmiş / imtiyazlı kılınmışlar olduklarını söylemektedirler. Hakkın kendilerinde olduklarını, Peygamber dahi kendilerini tasdik ettiğini ve Allah’ın her daim uyarıları ile hareket ettiklerini söylemektedirler. Konuştuklarında kendiliklerinden konuşmadıklarını, kurmuş oldukları o cümleler kendilerine ait olmadığını, kendilerinin sadece bir “tellal-duyurucu” olduklarını, Allah’tan ve Peygamberden almış olduğu cümleleri aktaranlar olduklarını…,söylemektedirler. Ki birçoğu da (Mevlana örneğinde olduğu gibi) toplum içinde anlatılamayacak ahlaksız hikâyelerdir. Yeryüzünü parsellemeleri yetmemiş gibi, gök tabakalarını parsellediklerini, göklerde her bir gavs’ın ayrı bir makamı olduğunu ve sürekli Allah’la münazara ettiklerini iddia etmektedirler. Allah’a ve Resulüne bunlardan daha büyük iftira atılabilir mi? Butür iftiraları Mekke müşrikleri atmıştı da…, yine butür iftiraları Yahudi ve Hıristiyan’lar atmıştı da müşrik olmuştu. Onlardan geri kalacak hiçbir yanları olmayan tasavvuf ne oluyor Allah aşkına? Hz. İsa’nın dininin (ki, bu tüm Peygamberlere tetrar tekrar gönderilen İslâm’dan başkası değildi) içini karartan bir tane Pavlus vardı. Ancak bizde yüzlerce ve hatta binlerce Pavlus çıkmış. Tasavvuf (birde buna ön ek koymuşlar “İslâm tasavvufu”) İslâma ne yapmış ve yapmakta ise, Pavlus da işte onu yapmıştı. Eğer Allah (c.c.) bu kitabı (Kur’an’ı) koruma altına almamış olsaydı -Hicr. 9- bizim de onlarca ilahi (!) kitabımız olacaktı.
Tasavvuf; Ürettiği kavramlarıyla ( ki, önceki bölümlerde özellikle Kuşeyri Risalesi’nden bahsederken bunlsrı görmüştük) ve bu kavramlar altındaki ürettiği safsataları meşrulaştırmak için “Hadis” diye ürettiği sözlerle kendine dinin içinde bir yer edinmeden de öte.., dinin üstünde bir yer edinmiştir. Yani tasavvuf; “Dinin içinde bir din olmaktan da öte, dinin üstünde bir din olmuştur.” Tasavvuf da delil gösterirken her ne kadar Kur’an ve Hadis’e sarılmış olsa da, bunu Kur’an ve Sünnet’in doğru biçimde anlaşılması için değil, şeriat’a aykırı olarak üretmiş olduğu kavram ve terimlerini meşrulaştırmak yönünde kullanmıştır. Hatta çoğu yerde Allah’ın ayetlerini ve Paygamberin Hadis’lerini Allah(c.c.)’a ve Peygamber (s.a.v.)’e karşı kullanmıştır. Bunların hemen tabamı (yukarda da örneklerinde gördüyünüz gibi) riyakârdır. Kendilerini kutsallaştırma adına Allah ve Resulünün ağzından yalan üretmişler ve kendilerine “İnsanüstü” bir makam biçmişlerdir. Biçmiş oldukları makamlarda rahat dursalardı, “Allah sizi bildiği gibi yapsın” denip geçilirdi. Ancak, bu sapık, riyakar ve iki yüzlü durumlarını “doğru İslâm” amabalajıyla topluma pazarlamış, bu anlayışı kabul etmeyenler için de en ağır ithamlarda bulunmuşlardır. “Kainatın düzenlenmesinde ve işleyişinde Pay sahipleri olduklarını, insanların hal ve ahvallarine müdahil olduklarını, insanların kaderlerini tayin ettiklerini…” söylemişlerdir, ama hiçbir zaman zalimlerin karşısında ve mazlumların yanlarında olmamışlardır. Gücü temsil edenin aynı zamanda hakkı da temsil ettiklerini söylemiş ve sırtlarını her zaman güce / güçlüye dayamışlardır. Bu durum dün öğle olduğu gibi bugünde böğledir. Bugün yeryüzünün hamen her yerinde Müslümanlara yönelik zulüm altın çağını yaşarken, insanların kaderlerini dahi tayin ettiğini iddia eden tasavvuf şeyhlerin kılı kıpırdamamakta, mazlumların kurtuluşuna bir ufak himmet etmemektedirler. Himmeti bırakın bir kelam dahi etmemektedirler. Bu mudur himmet makamı olmak?
Bu açıdan tasavvuf asla ıslah edilemez vücuttaki “kangen” gibidir. Tasavvufun, (ürettiği sapık kavramlarının) kesilip atılması lazım. Hele de küfür ve hezeyanlarını örtme-aklama kavramları olan; Fena-Beka, Sahv-Sekr, Havatir, Gaybet, Halvet, Uzlet… Vb kavramların ( Kuşeyri bölümüne bakınız) Tevhid ve sahih Sünnet suyu ile yıkanıp dezenfekte edilmesi lazım. Sonra bunların “delil ve isbatta” sürekli kullandıkları; “Rüya, Hatiften gelen ses, İlham, Hızır ya da gaybdan haber alma… gibi” kullandıkları, şeriat nazarında hiçbir delil / referans sıfatı taşımayan unsurların da temizlenmesi lazım. ‘Zaten bunları temizlendikten / kaldırıldıktan sonra ortada tasavvuf da kalmaz’ mı diyorsunuz?. Daha ne istiyorsunuz, bunlar temizlenince İslâm ortada saf ve berrak bir biçimde kalmış olacak. Tasavvufun İslâm’ın içine soktuğu bu virüsler temizlenmedikçe bu ekolun ıslah olması mümkün değildir. Tasavvuf bir hastalık değil ki bunu iyileştirmeye kalkasın. Tasavvuf bir kangren. Kangren’den ancak kesilip atıldıktan sonra kurtulunur. İslâm’ın en amansız ve kadim düşmanı olan ŞİRK, tasavvuf terim ve kavramlarıyla İslâm’ın içine sızmış durumdadır. Bugün akli selim âlim ve İslâm düşünürlerin ucuz tasavvuf eleştirileri ile gününü geçirme işini bırakıp, tasavvufun İslâm’ın ruhuna aykırı olan ve hatta İslâm ruhunu / misyonunu aşt üst eden terim ve kavramlarını ciddi manada sorgulamaları lazım. Ancak bu köklü eleştiriler ve tahliller sonucu insanları tasavvufun kokutan ve uyuşturan pençesinden kurtarabilirler.
Tasavvufun sözde İslâm’a kazandırdığı değerler (ki asla bir değer kazandırmamıştır. Çünkü İslâm en kâmil manada tüm değerleriyle Asrısaadette -Kur’an ve Peygamberin rehberliğinde- kemale ermişti) İslâm’da fazlasıyla vardı zaten. Zikir mi diyorsunuz, işte Kur’an, fazladan ibadet ve Allah’a yaklaşma yolu mu diyorsunuz, işte gece namazları ve gece Kur’an okumaları. Kur’an daha ilk gününden beri Allah’a en sıkı bağlılık yolunun “gece namazları ve gece Kur’an okuyarak tefekkür etmekten” geçtiğini söylemiş ve Ashab bununla yetinmiştir. (Müzzemmil suresine bakınız). Ve tüm tasavvufçuların da sözde örnek aldıkları Ashab’ta bununla yetinmiş, bu yolla Rablerine adanmışlığın zirvesine ulaşmışlardı. Kur’an’ı okuyup tefekkür etmek ve insanların büyük çoğunluğu gaflet içinde uyurken gece namazı kılmak “takvayı elde etmeğe” yeterli gelmedi mi de tasavvufun yeni uydurmalarına cevaz verildi? Ondan da öte İslâm’ı zenginleştiren ve adeta eksikliğini tamamlayan bir unsur sayıldı? Oysaki Allah Rasulü (s.a.v) insan tâkatini aşan, beşeri ihtiyaçlarını yok eden “takva arayışlarını” şiddetle reddetmiş, beşeri ihtiyaçlarında hakkı gözetilerek takvaya ulaşmanın “SÜNNETİ” olduğunu hatırlatmıştı. Peygamber Aleyhisselam’ın ibadetlerini kendileri için az görüp beşeri ihtiyaçlarını yok etmeye kalkan ashabını Peygamber şöyle uyarmıştı. (Şehid Seyyid Kutub’un, İslâm’da Sosyal Adalet adlı kitabından):
“Şu rivayet Ashabın ve bunların en hayırlılarından biri olan Hz Ömer’in bu dini nasıl anladığını göstermektedir: Hz. Ömer kendisine abidlik süsü veren ve sanki ölmüş gibi duran bir adam görünce, adamın halini sorar. Adam Allah’a ulaşma yolunu tutturduğunu ve takvayı yakalamaya çalıştığını söyler. O anda seferden dönen İslâm ordusunu kastederek; Bunlar neyi yakalamaya çalıştığını söyledikten sonra adama kırbacıyla vurarak, “Dinimizi ölü gibi gösterme hey Allah canını alacası herif”! der. (Ş. Seyyid Kutup. Age. Sy 23–25)
Geni İmam İbn Teymiyye Hz Ömer’in bu dini nasıl anladığını, Kur’an’ın zahir anlamı ve muhkem hükümleri dururken müteşahih ayetlerin peşine düşenlere karşı göstermiş molduğu tavrını şöyle özetler:
“Hz Ömer (ra) Efendimize, Sabiğ adlı şahsın müteşabih ayetlerin anlamlarını sorduğu haberi ulaşınca, bu adam için hurma deyneği hazırlayın. Tam Hz. Ömer hutbe irad ederkenbu adam kalkıp “Savulup kaldıranlara, bir ağırlık taşıyanlara andolsun ki…” diyerek devam eden ayetlerde anlatılmak istenen şeyin ne olduğunu sordu. Bunun üzerine Hz. Ömer hutbeden inip adama der ki: “Eğer (Müslümanlarınkinin hilafına) senin başını iyice traşlı görseydim, şu gözlerini taşıyan başını gövdenden uçururdum. Sonra görevlilerine emretti, adam iyice bir dövüldü. Hz. Ömer bunu da yeterli görmeyerek adamı Basra’ya sürgün etti ve hiçbir kimsenin onunla muhatap olmaması yönünde talimat çıkardı. Artık adam Basra’da uyuz deve gibi idi. Nerede bir topluluğun yanına varsa oradakiler; “Emiru’l-Mü’minin’in sıkı sıkıya emrettiği adam”, deyip etrafından ayrılıyorlardı. Öyle ki, adam sonunda tevbekar olup, artık önceki düşüncelerinden hiçbir şey taşımadığına dair yemin billah etti. Bundan sonradır ki, Hz. Ömer onunla oturulup konuşulabileceği talimatını verdi. Daha sonra (Hz. Ömer’in vefatında kısa bir süre sonra) Hariciler ortaya çıktığı zaman bazıları gelip: “İşte tam senin zamanındır” dediler. Ama bu zat şöyle cevap verdi. “Hayır! Bana Salih kulun öğüdü hayda sağladı”. (İbn Teymiye külliyatı. 4/ 13-14) İşte örnek Kur’an nesli açık naslar dışında (kapalı-müteşabih) gibi hiçbir mevzunun peşine düşmüyor ve böyle durumları dinin hedefinden sapma olarak görüyordu.
Kur’an’ın sorduğu şu soruyu sorarak bahsi kapatmış olalım:
“Sizin saptırıcılarınız, onlardan hayırlı mı, yoksa kitaplarda bir kurtuluş mu var size? Yoksa biz, birbirine yardım eden bir topluluğuz mu derler”? (Kamer. 43-44)
Tasavvuf Paneli Sunumu / Şükrü Hüseyinoğlu
Tasavvuf, kendine münhasır bir dünya görüşüdür
Öncelikle tasavvufu doğru konumlandırmak gerekir. Tasavvuf temelde İslami bir disiplin olup sonradan menşeinden saptırılan bir anlayış mıdır, yoksa İslam’ın dışında, kendine has inanç, ibadet ve ahlak anlayışı bulunan farklı bir dünya görüşü müdür? Bu durumu tesbit etmeden yapılacak tüm tasavvuf değerlendirmeleri eksik kalmaya mahkumdur.
Bu temel soruyla klasik ve güncel tasavvuf kaynaklarına ve tasavvufi pratiklere yaklaştığımızda, tasavvufun temelinin, iddia edildiği gibi takva ve ihlas gibi Kur’ani kavram ve pratiklere değil, kainata, “Tanrı”ya ve hayata dair antik çağlardan bu yana var olagelen bir algı biçimine dayandığını görürüz. Bu algı biçiminin, hakikat bilgisi yani ilim anlayışından akideye, amelden ahlaka kendine münhasır bir dünya görüşüne sahip olduğu müşahede edilmektedir.
Dolayısıyla tasavvuf, İslam’dan bir sapma değil, temel değerleri itibariyle İslam’la çelişen bir ayrı dünya görüşüdür. İslam ve tasavvufun ilim anlayışları da, bu ilim anlayışları üzerine bina edilen akide anlayışları da ve dolayısıyla ameli ve ahlaki alandaki önermeleri de köklü farklılıklar göstermektedir.
Bilindiği gibi İslam’a göre Peygamberler dışındaki insanlar için ilim kesbîdir. Yani ilim Yüce Allah tarafından vahiy yoluyla sadece Peygamberlere bildirilmekte, Peygamberler dışındaki insanlar bu ilmi, ilmin yazılı olduğu Kitabullah’ı okumakla ve Peygamberin o Kitab’a dayalı yaşantısını örnek edinmekle, bu alanda çaba göstererek kazanmaktadır. Bundan sadece Peygamberler müstesnadır. Peygamberlerin imi vehbîdir. Onlar ilmi doğrudan Yüce Allah’tan almışlardır. Tasavvufa göre ise ilim vehbîdir. Tasavvufta bilginin taşıyıcısı olmaktan öte bilginin / hakikatin temsilcisi hatta kaynağı görülen şeyhler, gavslar ve kutubların, ilmi keşf, marifet, ilham gibi yollarla doğrudan kaynağından, yani Yüce Allah’tan aldıkları iddia edilmektedir. Klasik ve güncel tasavvufi kaynaklar bu anlayışın örnekleriyle doludur. Ki birçok tasavvufi kaynakta, o kaynağın Âlemlerin Rabbi tarafından indirildiği, yazdırıldığı, ilham edildiği gibi ifadeler yazılıdır. Toplumumuzda yaygın olarak kabul gören Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’si ile Said Nursi’nin Risaleler’i bu iddianın açıkça dile getirildiği eserlerdendir. Vehbî ilim anlayışı tasavvufun temelini teşkil ettiğinden, tüm tasavvufi çevrelerde bu anlayış kendini göstermektedir. Mesela senet ve metin tenkidi usülleri üzerinden yapılması gereken haid rivayetleri değerlendirmelerinin bile tasavvufi eserlerde “keşf ve marifet bilgisi” yoluyla yapılması sıkça rastlanan bir durumdur. Uydurma olduğu bilinen çeşitli rivayetlerin, tasavvufi eserlerde bu yolla savunulduğu bilinmektedir. İsmail Hakkı Bursevi’nin “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmemi istedim. Halkı bilinmem için yarattım” şeklindeki uydurma rivayet konusundaki değerlendirmesinde (!) olduğu gibi: “Keşf ehline göre bu hadisi şerif sahihtir. İsterse hadid ezbercilerine göre sahih olmasın Zira keşf ehli olanlar bizzat Peygamber efendimizden alır söylerler. Hadis ezbercileri ise nakil yolu ile rivayet ederler.” Rabbani’nin, İbn Arabi’yi eleştirirken dile getirdiği “İbn Arabi’nin hak ehline aykırı görüşlerinin çoğu, manevi müşahedemizde (keşfimizde) hatalı görüldü” ifadeleri de bu konuda ilginç bir örnektir.
İlim, yani hakikat bilgisinin kaynağı konusunda İslam’dan bu şekilde temelden ayrışan tasavvufun, başta Allah inancı, Peygamber inancı, vahiy inancı olmak üzere inanç konularındaki yaklaşımları da İslam’dan temelden farklılık göstermektedir.
“La mevcude illallah” cümlesiyle ifade olunan Vahdet-i Vücud inancı, fenafillah, hulûl gibi inançlar, Tasavvufçuların nasıl bir Allah inancına sahip olduğunu ortaya koyan inançlardır. Bu konuda “Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” dizeleri” ve bunun güncel versiyonu olan ve meşhur bir medya şeyhi tarafından dillendirilen “Tecelligahta büyük zatlara göründü. Ne diyor: Ete kemiğe büründüm Mahmud diye göründüm” ifadeleri tasavvufçuların Allah inançlarını ortaya koymaktadır. Yaşarken ve öldükten sonra kainatta ve insanlar üzerinde tasarruf sahibi olduğuna ve insanlarla Allah arasında aracılık yaptığına inanılan “kutblar”a, “gavslar”a dair kabulleri de tasavvufun Allah inancının, İslam’ın Allah inancıyla hiçbir şekilde bağdaşır olmadığını ortaya koymaktadır. Tasavvufun Allah inancı, emirlerine tabi olarak rızası aranacak ve vaat ettiği cennet nimetine ulaşılmaya çalışılacak olan İslam’ın İlah’ı değil, seyri sülukla kendisinde ulaşılmaya, kendisinde fena olunmaya çalışılacak, kendisiyle bütünleşilip yok olunacak bir ilah inancıdır. Tabii ki bu ilah, asla İslam’ın tanıttığı el-İlah olan Yüce Allah değildir. İslam’da, Peygamberler dahil tüm insanlar için ebedi kurtuluş olarak cennet nimeti vadolunurken, tasavvuf bu nimeti küçümsemekte ve “Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri, isteyene ver sen onu, bana seni gerek seni” diyerek Allah’ta yok olmak gibi bâtıl bir hedefe yönelmektedir.
Tasavvufun Peygamber inancı ile İslam’ın Peygamber inancı da taban tabana zıttır. İslam, peygamberlerin insanalr içinden birer insan olduklarını, gaybı bilemeyeceklerini, hidayetin kaynağı olmadıklarını, ölümlü olduklarını, kısacası Allah’ın kulu ve rasulü olduklarını belirtir. Oysa tasavvufun Peygamber anlayışı, insanüstü, kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, hayattayken de ölümünden sonra da insanlar üzerinde gaybi tasarrufta bulunabilen insanüstü bir varlıktır. Hakikati Muhammediye inancıyla, yani Allah’ın dışında hiçbir şey yokken ilk yaratılanın Hz. Muhammed’in nuru olduğu inancıyla, yarı-ilah bir peygamber anlayışı üretilmiştir.
Hakikat bilgisi (ilim) konusunda olduğu gibi, vahiy inancında da tasavvuf keşf, marifet, ilham iddialarıyla İslam’dan temelden ayrışmıştır.
Amel ve ibadet alanında da İslam ve tasavvuf iki farklı dünya görüşü olarak karşımıza çıkmaktadır. Riyazetiyle, zikr adı altında ortaya koyduğu ayin biçimleriyle, rabıtasıyla, şeyhlere tazim ve şeyhleri, kutubları duada aracı kılmak, hatta ruhaniyetlerinden yardım talep etmekle ayrı bir dünya görüşü olarak karşımıza çıkmaktadır tasavvuf.
İslam’ın ahlak anlayışıyla tasavvufun ahlak anlayışı da tamamen farklıdır. İslam’a göre ahlak, Allah’ın sınırlarına riayet ederek, Hz. Peygamber’i örnek alarak hareket etmektir. Tasavvufun ahlak anlayışında ise öne çıkan hususlar, şeyh-mürid ilişkilerinde müridin nasıl davranması gerektiği, şeyhine tam teslimiyeti nasıl yerine getireceğine dair öğretilerdir. “Mürid, şeyhinin elinde gassalın elindeki meyyid gibidir” düsturu, tasavvufi ahlakın en temel öğretilerindendir. Bu konuda Tasavvufi Ahlak adıyla kaleme alınmış olan eserlerde ibretlik anlatımlar vardır.
Dolayısıyla tasavvufu tasavvuf yapan zühd, riyazet gibi ameli fiilleri değildir. İtikadi kabulleridir. Dolayısıyla ilk dönemlerde zühd anlayışına yönelen Müslümanların bu yanlış yönelimleri tasavvufa yönelim değil, İslam’ın bütünlüğünü kavrayamamanın neticesi olarak değerlendirilmelidir.
Tasavvuf, ilk defa İslam toplumu içerisinde doğmuş bir anlayış değildir. Tasavvufu tasavvuf yapan vahdet-i vücud, hulul, fenafillah gibi inançlar, kadim zamanlardan itibaren çeşitli felsefi ve mistik öğretiler içerisinde yaşatılan inançlardı. Dolayısıyla ancak tasavvufun İslam toplumuna etki ve sirayet etmesinden, İslam’la sentezlenerek yeni bir biçimde tekrar ortaya çıkmasından söz edilebilir.
Bu noktada, tasavvufun İslam’dan farklı ayrı bir dünya görüşü olarak kendini göstermekle birlikte birtakım İslami inanç ve kavramları da bünyesinde barındırdığını belirtmemiz gerekir. Zaten tasavvufun kitlelerce İslami bir disiplin olarak algılanmasının sebebi de budur. Ancak şu da bir gerçektir ki tasavvuf, İslam’dan aldığı inanç ve kavramları asli anlamlarından tamamen kopararak onlara kendi felsefi yapısı çerçevesinde yeni anlamlar yüklemiş ve böylece kendisine İslami açıdan meşruiyet sağlamaya çalışmıştır. Kısacası tasavvufu, İslam’ın yapıtaşlarıyla İslam’ın arsasına inşa edilen kaçak bir bina olarak nitelendirmek haksızlık olmayacaktır.