Suriye Meselemiz
18.12.2010 tarihinde Tunus’ta diktatör Zeynel Ali Abidin’e karşı başlatılan halk hareketleri dalga dalga diğer ülkelerde yayılmaya başlamıştı.
Medya yıllarca kendilerine zulmeden yöneticilere karşı başlattığı bu protesto gösterilerine “Arap Baharı” ismini takmıştı. Bu durum tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de özellikle Müslümanlar tarafından ilgiyle takip edilen bir süreci olgunlaştırdı.
Ancak Müslümanlar bu sürecin daha başında aceleci durum değerlendirmeleriyle iki yanlış ucun tarafı oldular.
Tunus, Mısır ve Libya başta olmak üzere halk hareketlerine kıyam anlamı yüklemek ve orada ölenlere şehit diyerek cenaze namazlarını kılmak süreci iyi gözlemlemeden yapılmış hiçte doğru bir yaklaşım değildi.
Oysa bu süreç ne medyanın önümüze koyduğu doğrularla ne de taassup ehli kalemlerin yazdığı yazılarla bir bakış açısı oluşturabilecek bir durum değildi.
Bu süreç iki yanlış değerlendirmeyi bir arada ortaya çıkarttı. Bir taraf Arap baharına halkın sadece kendi özgün iradesiyle ortaya koyduğu özgürlük! veya daha beteri kıyam anlamı yüklerken diğer taraf bu hareketleri halkın bu güne kadar çektiklerini hiç hesaba katmadan direk batının organize ettiği bir proje olarak değerlendirdi.
Bu ikisi de yanlış ve Arap baharının yaşandığı ülkelerin halklarına haksızlık içeren değerlendirmelerdi. Süreci değerlendirirken olaylara kısaca şöyle bakmak gerekirdi:
1- Emperyalist güçlerin bizzat kendi elleriyle İslam coğrafyasının başına yerleştirdikleri zalim yöneticiler, uzun yıllardır halklarının ekonomilerinin büyük kısmını batıya peşkeş çekerken, kendileri kalan az kısmıyla tam bir saltanat yaşadı. Bu saltanatın devam edebilmesi için, halklarına her türlü zulüm, baskı ve eziyetleri gerçekleştirdiler.
Bu süreç elbette ki hayatı maddi imkansızlıklarla geçen ve bunun yanında düşüncesine, iradesine ve taleplerine pranga vurulmuş insanlarda ve azıcık ses çıkartanların işkence ve hapislerde can verdiği hayatı yaşayan insanlarda kızgınlık ve nefret birikimi doğurmuştur.
Emperyalist güçlerin toplum mühendisleri, halkların içinde oluşan bu kızgınlık ve nefret birikimini gözlemlediler. Bu sürecin bir patlamaya gideceği, bu patlamayla yıkılan zalim iktidarların yerine gelecek muhtemel İslam iktidarından korktukları için, kızgınlıktan oluşan bu birikimi erken doğuma zorladılar.
Cumhuriyet Türkiye’sinin doksan küsür senesini bu bakış açısıyla gözlemlersek, baskı ve zulüm politikalarıyla bunalan halkın üç kere gazının alındığını görmek mümkündür.
a) Tek parti iktidarlarının yaptığı zulümlerin kızgınlığı, ezanın Türkçeden Arapçaya çevrildiği ve arkasından başka tuzakların kurulduğu Adnan Menderes iktidarıyla,
b) Seksen öncesi sağ-sol olaylarıyla yılan ve ardından askeri darbeyle bunalan halkın gazının Turgut Özal iktidarıyla,
c) Özellikle Müslümanlara yapılan İmam hatip ve Kuran kursu yasakları, 28 şubat kararları ve ekonomik krizlerle sıkılan halkın Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarıyla yatıştırıldığını ve taleplerinden vazgeçirildiği süreç,
Türkiyede yaşanan bu dönem İslam coğrafyalarında yaşanan Arap baharı sürecinden çok farklı bir süreç değildir.
2- Uluslararası emperyalist güçlerin, İslam coğrafyalarını en gelişmiş silahlarıyla işgal etmeleri ve yerli uşak iktidarların yapmış olduğu işkence ve zulümler özellikle Müslümanları tüketmesi ve direnişten vazgeçirmesi gerekirken (onlara göre), tam tersi daha bir inancı kuşanarak direnen halklar oluşturmaktadır.
Şahsiyetli hayatlara sahip direnen bu halklar, ellerine bir elma şekeri verilerek kandırılmalı ve uyuşturulmalıydı. Bunun adı özgürlük ve demokrasiydi. Dilediğini dilediği şekilde yapabileceği, hiçbir sınırlamanın olmadığı bir hayat tasavvuru elbette bizlerin içini boşaltan, dünyevileştiren bir hayat algısı doğuracaktı, doğurdu da. Konumuz Arap baharı olmadığı için başta yazdığımı tekrarlayarak sözü Suriye’ye getirmek istiyorum.
Arap baharını, ne yüzde yüz halkların özgün iradeleriyle oluşturdukları bağımsızlık talepleri olarak değerlendirmek ne de bütün muhalifleri batının uşağı olan hareketler olarak görmek doğru ve insaflı bir bakış açısı değildir. (demokrasi, özgürlük ve liberalizme Müslümanların yüklediği anlamı kabul etmediğimle ilgili kanaatlerimi başka bir yazıda değerlendireceğim)
Türkiyeli Müslümanlar aynı Arap baharı sürecinde olduğu gibi, Suriye’de yaşanan süreçte de iki aşırı uçta ayrışarak kanaatimce yanlışa düşmektedirler. Türkiye’yi yöneten AKP iktidarı hem Arap baharı hem de Suriye meselesinde kanaat ve tavırlarını ABD ve Batının emperyalist bakış açısı güdümünde belirlemektedir. Bu benim için şaşırılacak bir durum değildir. Şaşırdığım ve üzüldüğüm İslami camiada ki kardeşlerin bir kısmının da Suriye olaylarına bakış açısının AKP politikalarıyla aynı tavır birlikteliğini oluşturmasıdır.
“Esad zalimdir, mutlaka gitmelidir, yerine kimin geldiği önemli değildir ve gerekirse ABD ve NATO’nun müdahalesi uygun görülmektedir.” gibi söylemler maalesef Suriye meselesine yanlış bakış açısı gösteren bir takım Müslümanların söylemleridir.
Yanlış bakış açısının diğer ucunu oluşturanlar ise mezhebi taassuplarına kılıflar bularak, Esad’ın zalim olduğunu kabul ettiklerini ifade ile muhaliflerin hepsini batının kuklası olmakla itham etmektedir. Onlara göre Esad Filistin direnişine sahip çıkmakta, Batı ülkeleri Esad’ı yıkarak yerine direnişe yaşam hakkı tanımayacak bir yönetim oluşturma gayretindedir. Elbette ki bu durum ABD ve İsrail’in işine geleceğinden zalimde olsa Esad’ın yanında olunmasını gerekmektedir.
Yanlış ve aşırı gördüğüm bu iki uçtan da beri olduğumu ifade etmek durumundayım.
Toplumların huzurlu ve insanca bir hayat yaşayabilmesi ancak Allah’ın hükmünün hâkim olduğu bir devlet yapısında mümkündür.
Evet, Esad kâfirdir, zalimdir ve mutlaka gitmelidir. Ancak yerine kim gelirse gelsin fark etmez tavrı Arap baharlarının yaşandığı tüm ülkelerde olduğu gibi asla kabul edilecek bir bakış açısı değildir.
Özgürlükçü! Demokratik! Yönetimlerin Müslüman halklara ne kazandırıp ne kaybettirdiği teorik değil pratik olarak Türkiye üzerinden tespit edilecek bir durumdur.
Türkiye’de yaşayan Müslümanlara AKP eliyle verilen göreceli özgürlüklerle, hangi ideallerinin ellerinden alındığı, bu yazıya sığacak bir konu değildir.
Zalim ve diktatör yönetimlerden kurtuluş , demokratik yönetimler değil sadece İslamın hakimiyetiyle mümkündür.
Zihinlerimizde daraltılan ya diktatörler ya demokrasi sinsi bir tuzaktır. Müslümanlar bu taleplerinden vazgeçerlerse kendilerine ve toplumlarına en büyük ihaneti yapacaklardır. Dün İslam coğrafyasının her yerine kendilerine itaat edecek yönetimleri yerleştiren ve bunların üzerinden halkların ekonomilerini, iradelerini ve ahlaklarını sömüren ABD ve batılı emperyalistlerin bugün kendi atadıkları kukla yönetimleri zalim olarak lanse ettirip yıkılmaları için gayret göstermeleri, üzerinde fazla kafa yormadan düşünülmesi gereken bir durumdur.
Birde Bosna’nın, Afganistan’ın, Irak’ın v.s. işgalcisi, katili batılı güçlerden, coğrafyalarımızda ki kendi kuklalarının yıkılması için askeri müdahale ve silah desteği beklemek azıcık izzeti, aklı olanların asla sergilememesi gereken bir duruştur.
Bu yazdıklarımdan, hatalı bakış açısının diğer ucunu oluşturan, gelişmelere İran ve mezhebi taassupla bakanlar asla destek çıkartmamalı.
Esad’ın İsrail’e ne kadar zararlı, Filistin direnişine ne kadar faydalı olduğu ayrı bir tartışma konusudur.
ABD ve İsrail’in ortak düşman olduğunu iddia edenler, 55 ülkenin işgal ettiği Afganistan’da işgalcilerin rezil ve mağlup olması için Taliban mücahitlerine sonuna kadar destek vermek yerine, birde her türlü engeli oluşturuyorsa bu asla samimi bir iddia olarak kabul edilemez.
Birde bu cenahın sadece Suriye konusunda Esad sonrasıyla ilgili endişeleri bulunmakta. Eğer bu kardeşler Tunus’ta ilk gösteriler başladığında, Mısır’da ve Libya’da da değişim yaşandığında bugünkü endişeleri olsaydı, bu söylemleri bizde değer görürdü. Diğer ülkelerde zalimlerin sonrası mutlak İslam iktidarımıydı da biz bu tereddütleri iki senedir hiç ağızlarından duymadık.
Yoksa Gannuşi beyefendinin ağzından dökülen “Bizim İslam devleti diye bir talebimiz yoktur, bizim için model yönetim, AKP yönetimidir” sözleri sizlerin altına imza attığınız söylemlermidir?
Yoksa Mısır tarafı, Filistin direnişi için hiçbir anlam ifade etmiyor muydu da siz hiç Mübarek sonrasıyla ilgili kalem oynatmadınız.
Suriye meselesinde iki tarafda hata içindedir. Esad zalim oğlu zalimdir. Mutlaka yıkılmalıdır. Ama sonrası batının yeni sömürü silahı olan demokratik temayülleri üzerinden bir bakışla ve onların atadığı yeni kuklalarıyla değil.
Esad ve tüm zalimler gitmelidir ama yerine demokrasi, liberalizm ve göreceli özgürlükler değil, dünya ve ahiret saadetimizin tesisi olan İslam hâkim olmalıdır. Bu süreçte orada direnen bütün muhalifleri batının uşağı görmekten Allah’a sığınırız.
Bizlere düşen direnişin yiğit Müslüman evlatlarını tespit etmek, desteklemek ve onlara sahip çıkmaktır.
Rabbimizden duamız dünya üzerinde gelişen tüm olayları tahlil ederken akıl ve irademizi vahye ve nebevi ölçüye teslim etmemiz her türlü taassup ve yönlendirmelerden arındırmamızdır.