SALTANAT DÖNEMİNDE OLUŞTURULAN STATÜKO DİNLERİ VE MÜSLÜMANLAR
Daha önce ifade edildiği üzere Statüko: Süregelen yerleşik, durağanlaşmış, yozlaşmış düzen; sahipler, egemenler üreten, onlara ve çevrelerine çıkar ve rant sağlayan ve bu yüzden de değişmesi istenmeyen durum anlamına gelmektedir.
İnsan hayatının ve toplumların handikaplarından birisi de, statüko ve konformizmdir. Kur’an-ı Kerim’deki kıssalara baktığımızda, Hak din temsilcileri ve onları yönlendiren vahiy, hep var olan statükoya ve statükodan beslenen egemen güçlere, yozlaşma eğilimine ve statükolaşma sürecine girmeye karşı mücadele etmişlerdir. Kur’an’ın terk edilmiş bırakılması, vahiyden uzaklaşılması sonucunda “tevhid dini” yerine, yaşanan adaletsizliklere, haksızlıklara, yolsuzluklara karışmayan, hatta bunları Allah’ın takdiri ve katlanılması gereken bir kader olarak sunarak statükoyu meşrulaştırıp koruyan statüko dinleri oluşturulmuştur.
Aslında meşru olmayanı meşrulaştıran (temize çıkaran/kitabına uyduran/te’vil eden) statüko dini demek; dini kullanarak halka; “Sizin toplumunuzun içinde bulunduğu durum, olması gereken bir durumdur… Zira sizin bu durumunuz, Allah’ın iradesinin bir tecellisidir, takdîr-i ilahî böyleymiş, sizin ve toplumunuzun alın yazısı böyle çizilmiş.” inancını yayarak egemen statüko ne yaparsa yapsın kitlelerin şikayetini engelleyen, onları statükodan razı hâle getiren din demektir. Bu tür bir “kader ve cebr inancını Emevîler’in icat ettiğine tarih şahidlik eder. Müslümanların cebre inanmakla her türlü sorumluluktan kurtulacaklarını, çaba gösterme ve eleştirme (emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker sorumluluğu) gibi bir mesuliyetlerinin kalmayacağını, evet, bütün bunları Emevîler’in ihdas ettiğini tarih bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.”[1] Her statüko; egemen sınıflara iktidar ve rant sağlayan, kilitlenmiş, tortulaşmış, durağanlaşarak kokuşmuş ve geniş halk kitlelerine zulmeden, sömüren bir yapıyı içerir.
Müslümanların Tarhindeki Statüko Dinleri, Muaviye’den Miras Kalan Mızrakların Ucuna Kur’an Sayfaları Takma Hilesini Sürdürmüştür
Tarih boyunca tevhid dini adına oluşturulan statüko dinlerinin yaptığı da bir nevi mızrakların ucuna Kur’an sayfalarını takıp insanları Allah ile aldatmaktan başka bir şey değildir. Kur’an ve İslam’ın istismar edilerek egemen statükoların ve statüko liderlerinin meşrulaştrılmaya çalışıması karşısında “âlim” ve “aydın” kisvesi altında ya susarak ya da doğrudan destek verenlerin konumu da aynıdır, yani mızrakların ucuna Kur’an sayfalarını takmaktır. Bu anlaşılmak, öğüt alınmak ve yaşanmak için inzal edilmiş olan Kur’an’ın, ilkelerine, hükümlerine, ölçülerine tâbi olmak yerine siyasal çıkar ve iktidar hırsları uğruna araçsallaştırılmasından başka bir şey değildir. Bilindiği üzere meşru halife Hz. Ali’ye karşı başkaldırmış olan Muaviye, Sıffin savaşında tam hezimete uğrayacak bir noktadayken Amr b. As’ın teklifiyle Kur’an sayfalarını mızrakların ucuna taktırıp Hz. Ali’nin ordusundaki Müslümanları aldatma hilesine başvurmuştur. Yani Kur’an’ı bir aldatma aracı olarak kullanmıştır.
Sıffin Savaşı, Râşid halifelerin dördüncüsü olan Hz. Ali (r) ile onun halifeliğini kabul etmeyen Şam valisi Muaviye bin Ebu Süfyan arasında çıktı. Savaş, 657 yılında, Fırat havzasında bulunan Rakka’nın doğusundaki Sıffın denilen yerde yapıldı ve bu savaşta birçok Müslüman şehit oldu. Savaş sırasında Hz. Ali’nin şiddetli bir taarruzu ile Şam ordusu dağılma noktasına geldi. Savaş kazanılmak üzereydi ki, Amr bin el-Âs, Şamlı askerlere “Her kimin yanında Mushaf varsa onu mızrağının ucuna takarak yukarı kaldırsın” dedi. Bu emri yerine getiren askerler Hz. Ali tarafına, “Aramızda Allah’ın kitabı hakem olsun” diye seslendiler. Amr bin el-Âs’ın teklif ettiği hile etkisini göstermiş, Hz. Ali’nin ordusundaki askerler; “Allah’ın kitabına yapılan çağrıya icabet edelim”, “biz Kur’an’a karşı savaşamayız” diyerek savaştan vazgeçme eğilimine girmişlerdir. Hz. Ali (r) bunun bir savaş hilesi olduğunu, amacın Kur’an’a çağırmak değil de Kur’an’ı bir araç olarak kullanarak aldatmak olduğunu askerlerine anlatmaya çalıştıysa da başarılı olamamıştır. Sonuçta tam yenilgiye uğrayacakken meseleyi hakeme götürmeyi başaran Muaviye bu hileyle insanları aldatarak yenilgiden kurtulmuş ve meşru halifeye karşı kullanabileceği bir hareket alanı elde etmiştir. Ve ondan sonra da Müslümanların tarihinde, Kur’an âdeta hep mızrakların ucunda kalmış ve bu hile egemen statükolar, iktidarlar, İslamî ekol, mezhep ve gruplar tarafından sürekli biçimde çıkar eksenli olarak kullanılagelmiştir.
Tarih boyunca, çoğunlukla insan topluluklarınıa hükmeden dinin temel özelliği şudur: Her zaman mevcut durumu meşru gösteren, halkı uyuşturan, halkı oyalayıp statükoya razı eden statüko dini olmasıdır. Tuğyan edip tağutlaşanlar ve tağuta kulluk edenler, öncelikle “mele” (toplumun büyüklük taslayan ileri gelenleri, söz sahipleri-A’raf: 7/60,66,75) ve “mütrefîn” (varlık içinde sefahata dalmış ve refahtan azgınlaşıp şımarmış olanlar, sorumsuzca yaşayanlar- Vakıa: 56/45) olanlardır. Tarih boyunca oluşan statükolarda her zaman “mele” ve mütrefîn”in statükoya meşruiyet sağlayan “din” anlayışı, tevhid dininin kimi kavram, şiar ve söylemlerini de istismar ederek, yani tabiri caizse “mızrakların ucuna Kur’an sayfaları takma” hilesini kullanarak “tevhid dini” adına hüküm sürmüştür.
Bu bağlamda, Irak diktatörü zalim Saddam Hüseyin’in bayrağında “Allahu Ekber” lafzına yer verilmesinin de, Amerika’nın uşağı ve İsrail’in dostu Suudi Arabistan’ın bayrağında “Lâ ilâhe İllallah” tevhid kelimesinin yer almasının da, “Yeni Türkiye” laik demokratik statükosunun kendisini sürekli “sırat-ı müstakim”de ve ‘Hakk’ı temsil konumunda ilan etmesinin de, İslam’ı tahrif sonucu doğuran “laiklikle İslam bağdaşır” söyleminin de anlamı, kitleleri “Allah ile aldatmak” ya da bir başka ifadeyle “mızrakların ucuna Kur’an sayfası takarak” bu hileyle insanları istedikleri istikamette yönlendirmekten başka bir şey değildir.
Statüko Dinlerinin Yaygın Kabul Görme Sebebi; Hak Olma İddiası, Bazı Âlimlerin Desteği ve Halkın Somut İlah Arayışını Karşılamasıdır
İşte Müslümanların tarihinde hep bu büyük aldatma rol oynamış, şirk dini olan statüko dinleri kendilerini hep “Hak Din” olarak sunmuşlar ve sonuçta da “tevhid dini” adına hep “statüko dinleri” egemen olmuştur.”Tıpkı bir ışık veya bir yıldırım gibi tevhid dininin çok kısa bir süre yanıp söndüğü anlar hâriç; tarihi sürekli egemenliği altında bulunduran şirk dini/statüko dinidir. Bu din ister tevhid dini, ister Musa’nın dini, ister İsa’nın dini adıyla ortaya çıkmış olsun; isterse Peygamber’in hilafeti, Abbasî hilafeti ya da Ehl-i Beyt hilafeti adıyla kendini göstersin. Bütün bunlar tevhid dini kisvesine bürünerek, cihad ve Kur’an adıyla ortaya çıkan ve Kur’an’ı mızraklara takıp kalkan yapan şirk (statüko) dinleridir.”[2]
Yüzyıllardır bu statüko dinlerine karşı itiraz edip direnen ve tevhid dininin ilkelerini haykıran ve bu yüzden de baskı, işkence, zulüm gören ve hatta şehid edilen az sayıda “âlim” ya da “bilinçli Müslüman” dışında, maalesef birçok “âlim” ya da “aydın” denilen şahsiyetler statüko dinine destek olup ona meşruiyet sağlamaya yönelik katkılarda bulunmuşlar ve egemen statükonun liderlerince ödüllendirilmişlerdir. Statüko dinlerini hâkim kılmaya çalışanlar kendilerine tâbi olmayanları sapmış olarak göstermeye, karalamaya ve çeşitli iftiralarla suçlu ilan etmeye çalışmaktadırlar. Tıpkı Mekke müşriklerinin kendilerini hak din üzere görmeleri ve Rasûlüllah’a (s) tebliğ ettiği vahiyde yer alan hükümler için “Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır…” (Sad: 38/7) demeleri ve “biz atamız İbrahim’in yolundayız, sen atalarımızın dininden ayrıldın”diye karşı çıkmaları gibi bugün de laik, demokratik ve kapitalist “Yeni Türkiye” statükosunun lideri, “biz sırat-ı müstakîm üzereyiz bizden ayrılanlar sırat-ı müstakîm’den sapmışlardır” diyebilmektedir. Buna rağmen çoğunluk Müslüman(!) “âlim, aydın, cemaat ve kanaat önderleri”, söylediği tahrif edici bâtıl sözlere itiraz etmek yerine bu lideri “mü’min, muvahhid” ve hatta ümmetin lideri gibi takdim edebilmektedirler.
Tarih boyunca, ilim ve bilgi sahibi olup ilmiyle âmil olamayan kimi “âlim” görünümlü şahsiyetler çıkmışlar ve “statüko dini”ni oluşturdukları hâlde bunun Allah’ın dini olduğunu iddia etmişlerdir. Nitekim Hz. Musa (as) yıllar süren çileli bir mücadelenin sonucunda kavmini tek olan Allah’ı tanımaya, O’na teslim olup itaat etmeye ve kendi toplumunda egemen olan statükonun dini/şirk dininin bünyesinde yer alan hurafelere, buzağıya ve puta kulluğun kökünü kazımaya muvaffak oluyor. Ama ardından kısa bir süreliğine Tûr-u Sînâ’ya gidince, onun yokluğunda Sâmirî bu fırsatı değerlendirerek, halkı tekrar buzağıya tapmaya teşvik amacıyla hemen orada altın ziynet eşyalarını eriterek bir buzağı heykeli yapıyor. Halkı buna tapmaya teşvik ederken, mızrak ucuna Kur’an sayfası takma örneğindeki gibi halkı Allah ile aldatmak için, ürettiği bu buzağı putunun aslında Musa’nın da Rabbi olduğunu söyleyerek onu meşrulaştırmaya çalışmaktadır. “Böylece (Sâmirî) onlar için böğürmesi olan bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. (Sâmirî ve adamları) ‘Bu sizin de ilâhınızdır, Mûsâ’nın da ilâhıdır. Öyle iken Mûsâ, (ilâhını burada) unuttu (da onu Tûr’da aramaya gitti)’ dediler.” (Tâhâ: 20/88) Musa (as) dönünce onu sorguya çektiğinde ise; “Sâmirî, şöyle dedi: ‘Ben onların görmediği şeyi gördüm (anlamadığını anladım) Elçinin izinden (Rasûlün yolundan/mesajından) bir avuç aldım da onu da attım. Böyle yapmayı bana nefsim güzel gösterdi.” (Taha: 20/96)
Görüldüğü üzere Sâmirî, Musa’nın (as) yokluğunda oluşturmaya kalktığı “Yeni statüko” ve onun dini için kendi ürettiği ilaha ve dine meşruiyet kazandırmak ve halka kabul ettirmek amacıyla, içine Rasûl’ün getirdiklerinden de bazı unsurları, Firavun dininden de buzağıya tapmak gibi bazı unsurları katarak oluşturduğu kendi dinini Allah’ın dini gibi göstermeye çalışmaktadır. Ve bu yaptığını kendisine nefsinin hoş gösterdiğini itiraf etmekte, verilen ilme sadakatsizlik yaparak kendi hevası, şahsî tercihi, Rasûl’ün yolundan ayrı yorumu ve kararıyla hak-bâtıl karışımı bir din oluşturmaya kalkışmaktadır. Şurası akıldan çıkarılmamalıdır ki, bu adam Allah’ı inkâr eden dinsiz birisi değildir. Tam tersine inanan, dini bilgisi olan ve inandığı dinin tebliğcisi konumunda olan, ancak bu birikimini hevası istikametinde egemenler lehine kullanan bir şahsiyettir.
Tarihte ve rivayetlerde zikredilen bir diğer kişilik olan Belam-ı Baura da dönemin en büyük âlimidir. İşte Musa’ya (as) ve onun tebliğ ettiği “tevhid dini”ne karşı bu “şirk dini/statüko dini”ni toplum nezdinde meşrulaştırmaya çalışanlar, böylesine din konusunda bilgi sahibi ve dinin “âlimi” konumunda kimselerdi.
İlmini, bilgi birikimini hevasının istikametinde kullanan bu tipler için Rabbimiz Kur’an’da şu tespiti yapmaktadır: “Kendisine âyetlerimizi verdiğimiz hâlde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat.” (A’raf: 7/175) “Dileseydik o âyetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler.” (A’raf: 7/176)
Dikkat çekici olan bir başka husus ise, her çağda var olan Sâmirî’ler, Bal’am’lar tarafından Allah’ın dininden de karıştırılarak oluşturulan hak-bâtıl karışımı statüko dinilerine/şirk dinlerine toplumların inanıvermesinin ne kadar da kolay olduğudur. Allah’ın Rasûlü’nün henüz aralarından çok kısa süre önce ayrıldığı bir halk, Hz. Harun’un (as) “Andolsun, Hârûn onlara daha önce şöyle demişti: ‘Ey kavmim! Siz bununla yalnızca imtihan edildiniz. Doğrusu sizin Rabbiniz ancak Rahmân’dır. Öyleyse bana uyun ve emrime itaat edin.” (Taha: 20/90 ) uyarısına şu cevabı verebiliyor: “Onlar da, “Mûsâ bize dönünceye kadar buzağıya ibadet etmeye devam edeceğiz” dediler.” (Taha: 20/91)
Yani tevhidî mesajı doğrudan Hz. Musa’dan (as) alarak onun eğitiminden geçen, onun yokluğunda da bir başka peygamber olan kardeşi Hz. Harun (as) da başlarında bulunup uyarmayı sürdürdüğü ve üstelik daha kısa süre önce Kızıldeniz mucizesini de yaşadıkları halde, böyle bir topluluğun bu kadar çabuk ve kolayca şirk dinine tâbi olmaya yönelmesi imtihanın ne kadar çetin olduğunu ve insanların sapmaya ne kadar da meyilli olduğunu göstermektedir. Nitekim aynı topluluk, daha Kızıldeniz’den geçtikten hemen sonra puta tapınan bir köyün yanından geçerken de hiç sıkılmadan Hz. Musa’dan (as) kendileri için de böyle bir put/ilah yapmasını bile talep edebilmişlerdi. Onların talebi ve Musa’nın (as) cevabı Kur’an’da şöyle haber verilmektedir: “İsrailoğullarını denizden geçirdik. Derken, kendilerine ait putlara tapan bir kavme rastladılar. İsrailoğulları, ‘Ey Mûsâ! Onların kendilerine ait ilâhları (putları) olduğu gibi sen de bize ait bir ilâh yapsana’ dediler. Mûsa şöyle dedi: ‘Şüphesiz siz cahillik eden bir kavimsiniz’.” (A’raf: 7/138)
Uzun süre, zorba yönetimlerin, egemen zalim statükoların baskısı ve zulmü altında fıtratları bozulmuş, kişilikleri yabancılaşmaya, yozlaşmaya doğru zorlanmış kesimler ya da gâlip gelen bir güç karşısında mağlup olanlar, mağlubiyet psikolojisiyle genelde zalimlerini taklit ediyor ve onların izinden gidiyorlar. Bu hâl, Brezilyalı yazar Paulo Freire’nin bir sözünü hatırlatıyor. Yazar “Ezilenlerin Pedagojisi” adlı eserinde ezilenlerle ilgili önemli tespitler yapıyor: “Ezilenler, yabancılaşmanın etkisiyle, ne pahasına olursa olsun ezene benzemek, onu taklit etmek, onu izlemek isterler.”[1]Aynı tespitin, çok daha önce bir başka bağlamda İbni Haldun tarafından da yapıldığını biliyoruz. İbn-i Haldun,Mukaddimeadlı eserinde,“Halk hükümdarın dini üzeredir” sözünün anlamına dikkat çekerek şunları ifade eder: “…Halk, tıpkı çocukların babalarında, öğrencilerin de öğretmenlerinde var olduğuna inandıkları mükemmellik gibi hükümdarlarında (yöneticilerinde) var olduğuna inandıkları mükemmellik nedeniyle onu kendilerine örnek alırlar”.İbn-i Haldun bunları;“mağlup, ebedi olarak, gâlibin hayat tarzına, şiarına, kıyafetine, mesleğine, sair ahlak ve adetlerine tabi olmaya, onu örnek almaya düşkündür” yargısını açıklamak üzere ifade eder.[2]
Firavun’un hâkimiyeti, baskısı altında fıtratları bozulup Firavun kültürünün taklitçisi olan İsrail Oğulları’nın konumu da bu minvalde değerlendirilmelidir. Firavun’un on yıllar süren hegemonyası altında uzun zaman köle olarak yaşayan İsrail Oğulları’nın büyük çoğunluğu, onları özgürleştirmek, tevhidin aydınlığında insanlık onuruna ve haklarına kavuşturmak üzere harekete geçen Hz. Musa’ya (as), risalet görevini yerine getirme mücadelesinde gerekli desteği vermemişlerdir. Uyarılara rağmen, ataleti, zilleti ve hatta Fir’avnî kültürün tesiriyle tevhitten uzaklaşarak “buzağıya tapmayı” tercih etmişlerdir. Köleliğin, zulmün yol açtığı bu zilletten, esaretin sağladığı çürümüşlükten kurtulmak ve Hak davayı omuzlayabilmek için özgür ortamlarda yetişen yeni ve şahsiyetli nesiller gerekmiştir. Bu sebeple, İsrail Oğulları, 40 yıl gibi bir zaman Tih çölünde imtihanlardan geçirilmişler, çölün sıkıntılı, zorlu, ama bir o kadar da özgür ortamında yetişen, fıtratları korunmuş, güçlü şahsiyetlere sahip yeni nesillerin öncülüğüne ulaşmışlardır. İşte bu hürriyet ortamı şartlarında yetişen neslin öncülüğünde özgün davalarını, vahye uygun inanç ve düşüncelerini gündemleştirerek izzete kavuşmuşlar, ancak böylece, Fir’avnî kültürün karanlıklarına meyletmekten kurtulup tevhidin aydınlığına doğru geçiş yapabilmişlerdir.
İsrailoğullarının bu puta tapma eğilimi, aynı zamanda insanoğlunun, soyut Allah inancından mutmain olmayıp görebileceği, dokunabileceği ve doğrudan temas kurup taleplerini iletebileceği somut bir ilah arayışında olduğunu göstermektedir. Keza daha önce, Hz. Musa’ya (as) Allah’ı kendilerine göstermedikçe inanmayacaklarını söyleyenler de aynı toplumdu: “Hani siz, ‘Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıktan açığa görmedikçe sana asla inanmayız’ demiştiniz. Bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı.”(Bakara: 2/55) Evet, şirk dinlerinin bu kadar kolay kabul görmesinin en büyük sebeplerinden birisi de işte insanların çoğunluğunun bu şekilde bir eğilimle görebilecekleri, dokunabilecekleri somut ilah arayışıdır. Statüko dinlerinin ve somut ilahların bu kadar kolay ve çok taraftar bulmasına, şirkin bu kadar çok ve yaygın olmasına da insanların bu arayışlarına karşılık bulması yol açmaktadır. İşte bu yüzden, insanlık tarihi boyunca, Peygamberlerini, hahamlarını, rahiplerini, tarikat şeyhlerini, dini önderlerini, siyasi liderlerini, statükonun egemenlerini hep bu soyut Allah inancıyla mutmain olmayan azgınların somut ilah arayışlarının sonucu olarak kolayca ilah ve rab edinebilmişlerdir. (Tevbe: 9/31) Bu sebeple Rabbimiz Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: “Sen ne kadar şiddetle arzu etsen de insanların çoğu inanacak değillerdir.” (Yusuf: 12/103) “Onların çoğu Allah’a ancak ortak koşarak inanırlar.” (Yusuf: 12/106)
Yukarıda verilen bütün örnekler ortaya koymaktadır ki, Hz. Musa’nın (as) tevhidî mesajını Sâmirî ya da Bel’am tahrif etmekte, Hz. İsa’nın (as) tevhidî mesajını Pavlus ve izindekiler tahrif etmekte ve içine Hak’tan da bâtıldan da bazı unsurlar katarak dinlerini şirk dini/statüko dini hâline dönüştürmekte ve fakat “Hak Din” olduğunu iddia etmektedirler. Buradan kalkarak şu değerlendirme yapılabilir: Tarih boyunca oluşan statüko dinleri ve onları oluşturanlar, son Rasûlün yolundan ayrılarak hak-bâtıl karışımı statüko dini oluşturmanın ve insanları Allah ile aldatmanın simgesi olarak Emevilerle başlayan “mızrakların ucuna Kur’an sayfaları takma” hilesinin, âdeta asırlar öncesindeki temsilcileri gibidirler.
Statüko Dinlerinin, Zaman Zaman Yenilenme İhtiyacı Duymasının Sebepleri
Öncelikle tekrar ederek bir daha altını çizelim ki, statüko dinlerinin amacı, “tevhid dini İslâm”ın ölçülerine, bütüncül İslâmi adalet sistemi ilkelerine aykırı biçimde oluşan statükolara meşruiyet kazandırmak ve kitleleri “Allah ile aldatıp” statükodan razı hâle getirmektir. Statükoyu ayakta tutmak üzere Allah’a ve tevhid dini olan İslam’a nispet edilerek kullanılan statüko dinlerinin, aynı amaçla zaman zaman yenilenmesine de ihtiyaç duyulur. İşte statüko dinlerindeki bu yenilenmenin sebepleri şunlardır: Birincisi tevhidî uyanış sürecinin yol açtığı bir sonuç olarak dinî duyarlılıkları ve talep çıtası yükselen “dindar” kitlelerin bu talep ve beklentilerine uygun biçimde “statüko dini”ni yenileyerek halkı statükonun yanında tutmaya devam etmektir. Nitekim Mekke statükosunu korumak ve sürdürmek için Rasûlullah’a (s) getirilen teklif de bu amacı gütmekteydi. Tevhidî mesajın toplumda yayılmasından korkan statükonun sahipleri, iki dini karıştırarak statüko dinini yenilemeyi ve hatta bu ortak yönetimin liderliğine de Rasûlullah’ı getirmeyi bile teklif etmişlerdi.
İkincisi de, iktidar ve statükolarını sürdürmek için desteğine ihtiyaç duydukları küresel ve yerel güçleri razı etmektir. Osmanlı’nın son iki yüz yılından itibaren ve ondan sonraki dönemde bölge ülkelerindeki statüko dinlerinin oluşum ve yenilenmesinde bu etkinin de önemli rol oynadığı çok net biçimde görülmektedir. Küresel emperyalist kültürün seküler hayat tarzı ve siyasi modellerinin statüko dinleri içinde yer alması bu sebepledir.
Söz konusu sebeplerle “Yeni Türkiye”de statüko dini yenilenirken, bir yandan sekülerleşme ve laik demokrasi daha fazla içselleştirilip İslam ile bağdaştığı da iddia edilmektedir. Diğer yandan da tevhid dininden daha fazla unsura bünyesinde yer verilerek elde edilen bir de sonuç vardır ki, o da; mümkünse tevhidî uyanışı durdurmak, mevcut tevhidî birikimin de bazı beklenti ve talepleri karşılanarak görece olumluluk görüntüsü veren “yeni statüko”nun yanına çekilmesi suretiyle sistem içinde erimesine yol açmaktır. Tarihsel süreçte, az sayıda Müslüman grup ve âlim statükolara ve onların yanlış din anlayışlarına karşı tevhidî istikameti koruyarak dirense de, İslâm’a nispet edilen birçok grup, Müslüman “âlimler”, “aydınlar”, “kanaat ve cemaat önderleri” bu sonuçtan, yani statükoya eklemlenmekten kendilerini kurtaramamışlardır. Tabii ki, sonuçta da (sonraki bölümlerde somut örneklerini vereceğimiz üzere) tevhidî uyanışa zarar vererek statükolara ve statüko dinlerine teolojik katkı sunan yandaşlar olmak âkıbetine sürüklenmişlerdir.
Adaletle Hükmeden “Tevhîdî İslâm” Anlayışı Yerine, Emevilerden İtibaren, “Statükonun Dini” Anlayışı Oluşturulmaya Başlanmıştır
Kur’an ve Sünnette yer alan (statükolaşmayı ve siyasi yozlaşmayı önleyici) İslâmî ölçü ve ilkeler terk edilince Emevilerden itibaren statükolaşma sapması ortaya çıktı. Ümeyye oğullarına iktidar ve rant sağlayan statüko oluşturuldu ve bu çürütücü, yozlaştırıcı statükoyu ayakta tutacak, ona meşruiyet kazandıracak “statüko dini” üretildi.
Hz. Osman döneminden itibaren özellikle Ümeyye oğulları tarafından yakınlarını kayırmaya, iktidar ve rantı yakınlarıyla paylaşmaya ve dini de bu istikamette statüko dini haline getirme istikametinde yorumlamaya yönelik eğilimler depreşmeye başlamıştır. O dönemde önemli sıkıntılara ve kan dökülmesine sebep olan bu anlayış, Muaviye döneminden itibaren artık iktidarı Ümeyye oğullarına veren bir saltanat anlayışına saparak kendi statükosunu oluşturmuştur. Hâlbuki, Muaviye Hz. Hasan (r) ile anlaşmış, “Hutbelerde babasına ve Ehl-i Beyt’e küfredilmemesi, Muaviye’nin kendi yerine hiçbir veliaht tayin etmemesi ve İslâm şûrası kimi isterse onu halife seçebileceği” konusunda anlaşma olunca da Hz. Hasan çatışmaya girmeyerek kendi isteğiyle Hilâfetten vazgeçmişti.[3] Ancak Muaviye bu sözünde durmayarak oğlu Yezid’i veliaht tayin etti ve böylece Emevi saltanat statükosu oluştu. Bundan sonra da İslâm, bu statükonun işine gelecek istikamette yorumlanmaya, statükoyu meşrulaştırmaya yönelik “hadis”ler uydurulmaya başlandı. Halifeliğin saltanata dönüşmesi, şûra’ya dayalı yönetimin, sultan iradesiyle yer değiştirmesi, bu vesileyle de İslâm’ın başta yönetim olmak üzere diğer birçok alandan uzaklaştırılması, büyük bozulma ve yozlaşmalara yol açmıştır. İslâm’ın siyasal yönü, saltanata geçişle terk edilince, onun oluşturduğu kontrol mekanizmasındaki zayıflama ve yetersizlikler sebebiyle, fetihler sonucunda gerçekleşen sosyal ve coğrafi büyüme sürecinde her türlü inanç ve hayat tarzının, halkın inanç ve yaşantısına yansımasına engel olunamamıştır. Bu süreçte fethedilen yerlerde kitleler hâlinde İslâm’a girenlerin eğitilmesi için yeterli kaynak ve eleman da bulunmaması sonucunda bu kitlelerin eski inançlarını İslâm’ın içine taşımaları engellenememiştir. Şüphesiz “Vahiy İslâmı”nın gerçek temsilcileri hiç eksik olmamıştır. Ancak bunlar siyasî ve sosyal güçten mahrum oldukları için sadece bireysel gayretleriyle bozulmayı durdurmaya, İslâm’ı tesis etmeye çalışmışlarsa da, tamamıyla başarılı olamamışlardır. Çünkü egemen saltanat statükosunun engellemeleri ve baskılarıyla karşılaşmışlardır.[4]
İslâmi ölçülere aykırı düşse de statükonun dinine göre kendilerini “zıllullah-ı fi’l-arz “/Allah’ın yeryüzündeki gölgesi[5] olarak niteleyecek kadar ileri giden, ya da “Halife”, ” Emîru’l-Mü’minîn “, “Ulû’l-Emr” vb. isimler altında kendilerini ve başında oldukları statükoları halkın gözünde meşrulaştırmaya çalışan çoğu sultanlar, gerçek kimlikleri olan zorba, sultan, kral, zâlim olmak gibi özelliklerini bu kimlikler arkasında gizlemeye ve İslâm’ın siyasal ve sosyal hayatta hâkimiyetini tesis çalışmalarına var güçleriyle engel olmaya çalışmışlardır. Çünkü İslâm’ın siyasal-sosyal hayatta hâkim olması, öncelikle statükolarını ve ondan sağladıkları menfaatlerini sona erdirecek, tahtlarını tersine çevirecekti.[6] Toplumun İslâm anlayışının siyasi yönde bozulması, diğer bozulmalara motor vazifesi görür. İslâm dışı unsurlar, siyasal ve sosyal gücü olmayan birkaç âlimin çabaları dışında hiçbir engelleme ile karşılaşmadan zamanla halkın inanç, düşünce ve yaşantısına karışarak hak-bâtıl karşımı Kültür İslâm’ının oluşumuna sebep olurlar. İslâmi kavramlar, İslâm dışı şeyleri ifade etmede kullanılmaya başlanır, hatta bu kavramların kısmen anlam değişikliğine uğraması söz konusu olur. Mesela cihad niteliğindeki savaşın (kıtalin) en önemli özelliği, savaşçı küfre ve onun saldırı ya da hâkimiyetine karşı yapılmasıdır. Müslüman tarihi araştırıldığında ise, savaşların büyük çoğunluğunun “İslâm devleti” olduğu iddiasındaki bir devletin aynı iddiada olan bir başka devlete karşı savaşması biçiminde gerçekleştiğini görürüz. Yani bir sultanın yanında bir diğer sultana karşı savaşmak cihad olarak nitelenebilmiştir. Bir tarafta Selçuklu diğer tarafta Harzemşahlar, bir tarafta Osmanlı diğer tarafta Karamanlı, yine bir tarafta Osmanlı diğer tarafta Memlüklüler vs.[7] Yani yaşanan, İslâm dini adına oluşturulan statüko dinlerine dayalı olarak kurulmuş farklı devlet statükoları arasındaki iktidar kavgaları ve kendi statükosunu hâkim kılma savaşları, cihad olarak ifade edilerek halkın bu savaşlarda yer almaları “Allah ile aldatılarak” temin edilmeye çalışılmıştır. Tıpkı bugün de, şirke dayalı statüko dinlerinin egemen olduğu bütün bölge ülkelerindeki laik orduların bile “İslam ordusu” ve ölenlerinin de “şehid” oldukları yalanıyla halkların aldatıldığı gibi.
İşte bu şekilde, önce Emevilerle başlayıp süren saltanat büyük bir yozlaşmaya kaynaklık etti. Sonraki tarihsel süreçte Kur’an mehcur (terk edilmiş) bırakılıp toplumun İslâm anlayışı tahrif edilerek yaklaşık olarak ehli kitapla benzer bir serüven yaşanmıştır. Bu süreçte önce sultanları razı etmek için uydurulan rivayetleri, sonradan da değişik ekol ve tarikatların önder, üstad ve şeyhlerinin “keşf ve ilhâm” adı altında ürettikleri bid’at ve hurafeleri vahiyle denetlemeden, Kur’an’a uygunluğunu, Rasûl’ün sahih sünnetine mutabakatını araştırmadan kabullenen, olduğu gibi dinden sayarak iman eden ve din olarak uygulayan kesimler oluştu ve bunlar kör bir itaatle statükoya teslim oldular.
Böyle bir saltanat sürecinde, Yezid gibi sapkınların yanında, Ömer bin Abdülaziz misali, “II. Ömer” denilmeyi hak eden muvahhidler de (tabii ki çok az sayıdadır) yönetime geldiklerinde ve statükonun sahiplerinin gasp ettiği iktidar ve rantı ümmete ve hak sahiplerine dağıtmaya kalktığında, statükonun dini yerine tevhid dininin hükümleriyle ve adaletle hükmetmeye teşebbüs ettiğinde, statükodan beslenen çetelerce kısa sürede şehid edilerek ortadan kaldırılmışlardır.
Emeviler döneminde ulemânın üzerinde çok fazla baskı vardı. Bazı âlimler korku ya da çıkar sebebiyle iktidar yanlısı tutum takınarak statükoya ve dinine destekçi konumunda yer almışlarsa da, ulemânın önemli bir kısmı ilmin haysiyetini koruyarak Emevilere karşı bir tutum içinde olmuşlardır. Bunlar, sultanların teklif ettikleri makam, mevki ve dünyevi imkânları kabul edip İslâmi ilkelerden taviz vermek yerine; bütün dünyevi teklifleri reddedip “zâlim Sultan”a karşı Hakkı haykırarak işkence ve şehidliği göze alan onurlu ve ilkeli âlimler olarak tarihe güzel bir örneklik sunmuşlardır. Ancak yüzyıllar süren saltanat sürecinde giderek bu damar çok zayıflamış ve zamanla “saray uleması” çoğunluğu teşkil edecek duruma gelmiştir. Böyle olunca yozlaşma da katlanarak ilerlemiş ve yaygınlaşmış, sonuçta İslâm ümmeti, tevhidî niteliğini ve ümmet olma vasfını yitirerek, gücünü, zindeliğini ve vahdetini kaybedip zillete sürüklenmiş ve sömürge olmaya müsait hâle gelmiştir.
İslâmi ölçülere aykırı biçimde iktidarı ele geçirip saltanata dönüştüren ve bu sebeple de meşrûiyet sorunu yaşayan Emeviler, söz konusu krizi aşmak için “dini” devreye sokma gereğini duymuşlardır. Bu yüzden de, statükoyu destekleyip halk nezdinde meşrulaştıracak “statüko dini”ni oluşturmaya yönelmişlerdir. “Bu amaçla öncelikli olarak ‘cebrî’ kader anlayışını canlandırmaya ve yaymaya çalışmışlardır. Cebrî teze göre; iktidarın kuruluşu, bu süreçte meydana gelen hadiseler ve idarenin diğer tüm icraatları Allah’ın ezelî ilminin zorunlu bir sonucuydu. İdarecilerin mevzubahis teoriye dört elle sarılmaları, bu anlayışı eleştirenleri öldürtmeleri ya da onlara karşı tavizsiz ve totaliter bir politika izlemeleri iktidar erkini dinî gösterme, icraatlarını meşrulaştırma ve iktidara yönelik eleştiri ve saldırıların önüne geçme amacına dönüktü. Bu sebeple Emevi yöneticileri, iktidarın temel dinî ve siyâsî tezleriyle barışık olan Cebriyye çizgisini ve taraftarlarını desteklemiştir.
“İktidar, toplumda birlik-beraberliği temin etmek için ‘lâ ilâhe illallâh diyen herkesi Müslüman’ kabul eden, ameli imandan bir cüz olarak görmeyen ve bu kelâmî kavram ve teorileriyle iktidarın dinî ve siyâsî hedeflerine dolaylı da olsa katkı sağlayan Mürcie mezhebi ve taraftarlarına genel olarak müsamahalı davranıyordu. İktidar, ezelî plan yani cebrî kader anlayışını reddedip ‘insanı fiillerinin fâili ve sorumlusu olarak gören’ Kaderiyye/Mu’tezile ve mensuplarına karşı ise baskıcı ve tavizsiz bir politika izliyordu. Zira ‘insanın fiillerinin yapıcısı ve sorumlusu’ olduğu şeklindeki teori, ‘iktidarın varlığı ve icraatlarının Allah’ın iradesinin sonucu olduğu’ şeklindeki (statükocu) din anlayışını, iktidarın dinî olduğu tezini ve halifelerin yaptıklarından hesaba çekilmeyecekleri şeklindeki dinî-siyasi iddiayı çürütüyordu. İktidarın dinî tezleriyle örtüşmeyen, temel tezlerini paylaşmayan ve aynı zamanda iktidar açısından bir tehlike olarak görülen Kaderî/Mu’tezili kader anlayışı ve bu anlayışın temsilcisi olan âlimler iktidarın baskısına maruz kalıyorlardı. Söz konusu iktidarın dinle ilişkilerinde ‘Dinin tanımlandığı, iktidarca manipüle edildiği, din, dinî kavram, kurum ve din âlimlerinin kontrol altında tutulduğu ve kısacası iktidarın din ve dinî olanın üzerinde ölçüsüz şekilde tasarrufta bulunduğu’ Bizantinizm anlayışı hâkimdi.”[8]
Allah ve Rasûlüne inandığını söylediği sürece ne yaparsa yapsın yöneticiye isyanın meşru olmayacağı inancı Emevi iktidarının koruması altındaki Mürcie fırkası aracılığıyla İslam’ın esası gibi yaygınlaştırılır. Emeviler, hilafetten saltanata dönüştürdükleri yönetim içerisindeki haksızlık ve zulümlerini böylece meşrulaştırmaya ve gizlemeye çalışırlar. Tıpkı Muaviye’nin “mızrakların ucuna Kur’an sayfası takmak” suretiyle hileye başvurduğu gibi, daha sonraki süreçte de Emeviler bu hileyi sürdürerek halkı böylece kandırıp itiraz ve isyanlarını engellemeye çalışmışlardır. Bu Mürcie fırkasının istenilen aldatma amacını gerçekleştirmeye yönelik yaptıklarına bir örnek olarak, mutasavvıf İbn Arabî’nin, Hz. Hüseyin’i (r) meşru(!) yönetime isyan ettiği için suçlayıp onun öldürülmesini normal karşılamasını, buna karşılık zalim Yezid b. Muaviye’yi Müslümanların meşru ve takva sahibi imamı olarak nitelemesini gösterebiliriz.[9]
Aslında tüm statüko dinlerinin özelliği de budur. Yani tevhid dinini kendi statükosunu ayakta tutacak boyutta yeniden tanımlayıp istismar etmektir. Bugün de “Yeni Türkiye”de tevhid dini İslâm, laiklik ve demokrasiyle bağdaştığı iddia ve iftirası ileri sürülerek, mevcut laik demokratik statüko bu suretle halk nezdinde meşrulaştırılmaya çalışılmakta ve bu amaçla istismar edilmektedir. “Yeni Türkiye statükosu”nu oluşturan siyasi irade, tıpkı çok özendiği ve sürekli yücelttiği saltanat dönemindeki gibi, “Dini yeniden kendi ihtiyacına göre tanımlamaya, manipüle etmeye, din, dinî kavram, kurum ve din âlimlerini kontrol altında tutmaya ve kısacası iktidar/devlet olarak din ve dinî olanın üzerinde ölçüsüz şekilde tasarrufta bulunmaya” meyletmiş bulunmaktadır.”Âlim “ve “aydın” olarak tanınan Müslümanların çoğunluğu ise, bu duruma karşı çıkıp itiraz etmek yerine doğrudan ya da dolaylı biçimde destek olmaktadırlar. Tevhidî uyanış sürecinde önemli rolleri ve katkıları olan kesimlerin bile önemli kısmı, “Yeni Türkiye” statükosunun laik demokratik liderinin, laik parlamentoda, laik hükümette şirk hükümleriyle hükmetmesine ve hatta bu hâlinin İslami olduğunu, laiklikle İslam’ın bağdaştığını iddia edip İslam’ı tahrif etme çabası göstermesine ve bu bâtıl anlayışı İslam’a uygun olarak niteleyerek halkı Müslüman bütün ülkelere de yayamaya çalışmasına rağmen hâlâ onu “mü’min ve muvahhid bir şahsiyet ve ümmetin umudu” gibi göstermekte ısrar etmeleri, Mürcie misali bütün bunları yapanların bile “mü’min ve müvahhid” kalabileceği inancını yaymaya çalışmaları, bu konuda çok üzücü ve ibretlik bir örnek oluşturmaktadır. Bizler gibi çok azınlıkta kalan ve istikameti koruyarak bu saptırma gayretlerine itiraz edenlerin başına ise, bizim başımıza gelen baskılar, baskınlar, kapatma davaları ve gözaltı zulümleri gelmektedir.
“İşte saltanat sürecinde de iktidarın dinle ilgili olan bu nitelikteki anlayışı ve ilişkisi, dönemin âlimlerinin eleştirilerine neden oluyordu.Dönemin ulemâsının iktidarla karşı karşıya gelmesinin diğer önemli bir nedeni de, iktidarın dönemin ulemâsı tarafından din dışı görülen bazı icraatlarıydı…Saltanatla yönetilen Emevî iktidarında belirleyici olan İslâm Hukuku değil de örfi hukuktu. Bu anlamda din siyasete, âlim ise idareciye tâbi idi. Durum böyle olmasına rağmen idareciler muhtemelen iktidarı dinî göstermek için dinî kavram, söylem ve merâsimlere oldukça önem veriyorlardı. Bu bağlamda idarecilerin camilerin inşaat ve onarımına önem verdiklerini, siyasetin de merkezi olan camilerde konuşmalarına hamdele ve salvele ile başladıklarını,birbirleri için ‘Emîrul-Mü’minîn, Halifetullâhi fi’l-Ard’ gibi dinî lakapları kullandıklarını, hac emirliği ve biat gibi merasimlere büyük bir önem atfettiklerini görüyoruz. Yine bu kapsamda yöneticilerin âlimlere dinî sorular sorduklarını, onlara eserler yazdırdıklarını ve onları, yargı bağımsızlığının olmadığı kadılık makamlarına kadı olarak atadıklarını müşâhede ediyoruz. Kısacası Emevîler döneminde iktidar-ulemâ ilişkilerinde özne olan iktidar olup, din ve âlim, iktidar için bazen bir meşrûlaştırma ve istismar aracı olabiliyordu.”[10]
Bugün de statüko dini adına aynı türden dini istismar çabalarının ortaya konduğunu, üstelik Emevilerden farklı olarak İslâm ile hiçbir ilgisi kalmamış, hatta İslâm şeriatıyla hükmetmeyi tehlike olarak görüp dışlamış olan laik devletin siyasi lideri tarafından bunun yapıldığını, camiler açıldığını, oralarda İslâmi içerikli konuşmalar yapıldığını ibretle gözlemliyoruz. Laik statükonun siyasi liderinin, laik Partisine, iktidarına ve laik politikalarına, yani oluşturduğu yeni statükoya meşruiyet sağlamak ve halkın desteğini kazanmak amacıyla İslâmi kimi unsurları, şiarları, kavramları ve Kur’an ayetlerini, sürekli biçimde laik kamu alanında ve laik parti toplantılarında gündemde tutup kullandığını görüyoruz. Laiklik gereğince, kamu alanına, bu alanı Allah’ın hükümleriyle düzenlemek üzere müdahalesi yasaklanmış olan İslâm’ın ve Kur’an’ın kavram, şiar ve ayetlerinin bu şekilde söylemsel boyutta kamu alanında sürekli kullanılması istismardan başka bir anlam taşıyabilir mi?
Birçok boyutta İslâm ile ilgisi olan ve kamu alanında da belli ölçüde bile olsa henüz şer’i hükümlerle hükmedilen bir devlet olan Emevilerdeki durum dahi, sırf siyasal alandaki saltanat sapması ve şûra ilkesini dikkate almadan sultanın hevasını yansıtan “örfi hukuk”a da alan açması sebebiyle, statükoyu korumak ve sürdürmek amaçlı din istismarı sayılırken, laik devlet söz konusu olduğunda bu istismar zirveye çıkmaktadır. Üstelik Emeviler döneminde, âlimler büyük baskı altında “saray ulemalığı”na zorlanıyorlardı. Bugün ise böyle bir baskı da olmadan, çoğunluk “âlim”, “İslâmcı aydın”, cemaat ve kanaat önderleri, maslahat adını verdikleri birtakım kolaylıklar, beklentiler, görece özgürlükler ve bazı menfaatler için gönüllü biçimde “aktif destek” vererek sarayın/iktidarın yanında yer alıp statükoya ve statükonun dinine teolojik katkılar sunmak için yarışıyorlar. Bugün yine “âlim” ve “İslâmcı aydın” olarak tanımlanan bazıları, çağrıldıkları sarayda yapılan toplantılara katılmakta ya da saray çevresinde “danışmanlık” veya başka görevlere getirilmekte, yürütülen hak-bâtıl karışımı politikalara ve statükonun din anlayışına meşruiyet kazandırmaları temin edilmektedir. Bugünümüzün saray ulemâsı, söz konusu konumlarda yer alarak, ya doğrudan destek biçiminde ya da hakkı söylemeyerek, susarak, İslâm’ın kimi şiar, kavram ve ayetlerinin statüko için istismar edilip kullanılmasına katkıda bulunmaktan çekinmemektedirler.
İşte yukarıda zikredilen sebeplerle, Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde saltanat uğruna İslâmi hükümlerin çiğnenmesi söz konusu olabilmiştir. Şer’i hukuk yanında, sultanların ferman ve buyruklarından oluşan ve şûraya dayanmayan farklı bir hukuk “Örfî Hukuk” adı altında uygulamaya konabilmiştir. Kur’an’da Allah katından mükâfata müstahak olacak mü’minlerden bahsedilirken “işleri kendi aralarında şûra ile olanlar” (Şûra: 42/38) tanımlamasıyla yönetimde “şûra” emredildiği halde, sultanların “şûra”ya dayanmayan bu münferit emir ve fermanlarından şer’î ölçülere uygun olmayanlara onay vermeyen Şeyhu’l-İslâmlar azledilebilmiş, hatta cezalandırılabilmiştir. Böylece sultanlar şer’î ölçülere uygun olmayan fermanlarına bile zor kullanarak onay alırlarken, çoğunlukla da sultanın emrinden çıkmayan birçok “saray ulemâsı” bu amaçla istihdam edilmiş ve ödüllendirilmiştir. Sultanların, iktidarlarını korumak adına birçok adaletsizliği kolayca yapabildikleri ve saltanatın geleceği adına “kardeş, bebek katline cevaz veren yasalar” dâhil Allah’a rağmen hüküm koyabildikleri görülmüş ve maalesef tüm bunlar “saray uleması” tarafından onaylanabilmiştir. Allah (c) “Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur” (Maide: 5/32) hükmünü vazettiği halde, sultanların çıkardığı “ileride saltanata talip olup isyan eder endişe ve zannıyla kardeş ve bebeklerin dahi öldürülmesine izin veren yasa yapmaları ve yasaya göre onlarca masum cana kıyıldığı tarihi bir gerçektir. Fatih Sultan Mehmed, saltanatının son yıllarında yürürlüğe koyduğu ünlü Kanunnamesi’ne kardeş katlini meşrulaştıran şu maddeyi koydurtmuştur: “”Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katletmek münâsibdir. Ekseri ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar.”” Görüldüğü üzere bu tür yasalar, doğrudan doğruya Allah’a karşı isyan ve tuğyan içermektedir. Yukarıda zikredilen Allah’ın hükmünü açıkça ihlal etmek ve bu tür bir Allah’a isyanı fiilini teşvik etmek, böyle bir katliama cevaz vermek anlamı taşımaktadır. Bizzat yasada da ifade edildiği üzere saray uleması olarak ün salan statüko dini âlimlerinin bu yasaya ve uygulamaya cevaz verdikleri anlaşılmaktadır. Şeyhu’l-İslâm ya da bazı din âlimlerinin, sultanların bu tür zulümlerini onaylamama hâli ise tarih boyunca cezalandırılmayla sonuçlanabilmiştir.
“Saltanat mantığında mülk sultan’a aittir. Toprak ve toprak üzerindeki canlı cansız her şey, ona aittir ve o toprak üzerinde yaşayan insanlar da ‘sultan’ın kuludur. Onların üzerinde istediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Bu hakkını da istediği kişiye istediği biçimde devredebilir. Ve bu konuda herhangi bir tartışma yapılamaz. İslâmi anlayışta ise Kur’an-ı Kerim’de yer alan hükümler gereğince mülkün gerçek sahibi ve hüküm koymada tek söz sahibi Allah’tır ve Müslümanlar Allah dışında bir veli kabul edemezler. (Allah mülkünü ve o mülk üzerindeki hükmetme yetkisini hiçbir ortakla paylaşmaz.) Eğer hüküm verme yetkisi insanlara verilecek olsaydı, insanlar kendi çıkarlarına uygun hükümler verirlerdi. Oysa Allah tüm insanlığın haklarını ve çıkarlarını gözetmektedir. İslâm’daki hilafet anlayışı ile emiru’l-mü’minîn’lik makamı; ümmet anlayışı ve ümmetin şûrası anlayışıyla saltanat anlayışı birbirine taban tabana zıt bir durum arz etmektedir. Saltanatta sultan’ın yanlış yapmayacağı anlayışı geçerli olup yaptıkları hiçbir şeyin hesabını vermek zorunda olmadıklarıön kabulü vardır. İslâm’da, Emiru’l-Mü’minîn’in önemli iki görevi vardır; bunlardan birincisi adaleti sağlamak, ikincisi de İslâm coğrafyasındaki tüm kaynakları halkın lehine eşit ve âdil kullanmak. Saltanatta ise sultan, ülkenin kaynaklarına istediği gibi tasarruf eder, istediğine verir, istediğinden esirger. Hukukun saltanat mantığındaki karşılığı, sultanların ağzından çıkan söz ve fermanların zaman içinde gelenekleşerek ‘örfi hukuk’u oluşturmasıdır. İslâm’da ise, ‘Emiru’l-Mü’minîn’in hiçbir zaman tam tasarruf yetkisi yoktur, istişare etmek zorundadır. Sultan ise her konuda olduğu gibi, bu konuda da istediği gibi tasarruf yetkisine sahiptir. Saltanat mantığında yargı bağımsız değildir. İçinde yaşadığımız ülkedeki oligarşik sistem de, saltanat mantığının bir ürünü olduğu için yargı hâlâ merkezden gelen direktiflerle iş görmektedir”.[11]
Yüzyıllarca süren saltanat sürecinde, resmi alandaki siyasal savrulmaya rağmen, ferdî ve toplumsal sivil alanda İslâmi duyarlılıklar ve İslâmi hayat tarzı uzun süre korunabilse de, zamanla bu alanlarda da erozyon yaşanmış, giderek Kur’an mehcur bırakılarak, Rasûl’ün (s) güzel örnekliği terk edilerek, tevhîdî nitelik yitirilerek zillete sürüklenilmiştir. İçinde yaşadığımız ülke ve toplum da bu genel durumun, ümmet çapındaki yüzyıllara sârî yozlaşmanın bir parçasını oluşturmuştur. Emevi, Abbasi ve Selçuklu’dan sonra Osmanlı’da devam eden saltanat yönetimi, siyasal alanda yaşanan yozlaşma ile şer’i hukuk yanında sultanların ferdi buyruk ve fermanlarını yasa kabul eden “örfi hukuk”la zulme bulaşmış olsalar da, vahyin kısmen uygulanıyor olması bile son gelinen laik Cumhuriyet dönemine göre görece daha olumlu bir konumda tutuyordu. Vahyin kısmî uygulaması, hukuk alanında şer’î hukukun hâlâ önemli bir yer tutmaya devam etmesi bile bu devletleri, çağdaşları diğer devletlere göre çok daha adil uygulamalara yöneltiyor ve onların dünyanın diğer seküler devletlerine nazaran görece daha âdil olma vasfını ortaya çıkarıyordu.
Ancak özellikle Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren şeyh’ul-İslâmların sultanın ferdi buyruğu ile atanmaya başlamasıyla, önceden beri var olan istikametten sapma daha ileri boyutlara ulaştı. Osmanlı son iki yüz yılda ise, artık yenilgiler aldığı Avrupa karşısında egemenliğini korumak ve devleti sürdürmek için yenilenme ihtiyacı duyduğunda, mağlubiyet psikolojisiyle galip olan Avrupa’yı taklit etmeye başladı. Bu amaçla, Avrupa’yı razı etmek ve statükosunu korumak için, “statüko dini”ne Batı’nın seküler medeniyetinin ürettiği kültürden de ilaveler yapmak gereği duymuştur.
Son yüz yılda da statüko dininin bileşenleri arasına “şer’î hukuk” ve “örfî hukuk” yanında artık bir de “Avrupa hukuku” ilave edilmiştir. Bunun adı artık daha açık biçimde “şirk” idi; şirk ise büyük bir zulümdür. Bu süreç sonunda ise, Osmanlı statükosu bu büyük taviz ve savrulmalara rağmen parçalanmaktan kurtulamadı. İşte böylece, yüzyıllar boyu süren uzun bir süreçte tevhid ve vahdetten uzaklaşarak zillete düşen ümmetin, vahiyle bağı zayıfladıkça birliğini ve zindeliğini kaybederek sömürgeleşip parçalanması gerçekleşti. Ve emperyalist devletlerin güdümünde, bölgede birçok sun’î ulus devletler oluşturuldu. Türkiye’de de, saltanat şeklen kaldırılsa da, “Cumhuriyet” adı altında, Kemalist vesayetle içerik olarak sürdüren, Batı taklitçisi, ulusalcı, laik, Kemalist bürokratik sultanlar dönemine geçildi.
Saltanat Sürecindeki Devletlerin Kullandıkları Hak-Bâtıl Karışımı Statüko Dinlerinin En Önemli Bileşeni Tasavvuf Kültürüdür
Ümeyye oğulları ile başlayan, siyasi alandaki hilafetten saltanata doğru inhirafın önü alınamayıp saltanatın kalıcılaşması ve bu sürecin muharref bir geleneği üretmesi sonucunda, özellikle hicri 6. ve 7. yüzyıldan itibaren ümmeti içten içe çürüten cahili sapmalar, sosyal çürümeyi hızlandırdı, düşünceyi donuklaştırdı ve Müslümanları giderek vahiy merkezli bir toplum olmaktan uzaklaştırdı. Bu süreçte üretilen “zâlim sultana itaat”, yanlış “tevekkül” ve “kader” anlayışları toplumun zindeliğini, direniş azmini yok ederek, bu yanlış gidişe dur deme imkânlarını da ortadan kaldırdı. Sahih bir geleneğin olumlulukları, gelenekçiliğin ve giderek de muharref bir geleneğin çürütücü tesiriyle kuşatılmaya başlandı. Hint mistisizminin, Yunan felsefesinin, Hristiyan manastır kültürünün ürettiği ve İsrailiyat olarak nitelenen pek çok hurafenin İslâm inanç ve düşüncesinin içine taşınması suretiyle, İslâm dininin arılığını yok eden sapkın anlayışlara ulaşıldı. Allah’ın, Kur’an’da, akletmeyi, düşünmeyi, tefekkürü ve ilim tahsil etmeyi emretmesine rağmen, kurumsallaşmış tasavvufun, “aklı ve ilmi terk etmedikçe hakikate ulaşılamaz” yalanıyla, şeytanın ve zannın cirit atıp, at koşturduğu bir alan olan “keşf ve ilham” alanında uydurulan sahih olmayan bilgilere dayalı bir din anlayışını öne çıkarması bu büyük sapmanın, Kitâbî din anlayışından kopmanın en büyük sebebini teşkil etti.
Tasavvuf, statüko dinlerinin en fazla itibar edip yücelttikleri kültür olmuştur. Çünkü yüz binlerce hatta bazen milyonlarca müridin “rabıta” hurafesi yoluyla bağlanıp meyyit gibi teslim oldukları az sayıda şeyhi kendilerine bağlayan sultanlar, toplumu sürü gibi yönetme kolaylığını elde etmişlerdir. Hatta sultanların yönettiği topluma “reâyâ” denilirdi ki, bu güdülecek “sürü” anlamına gelir. Bu sürüleştirme sonunda, sultanların “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi”, reâyâ”nın da onların kulları olarak nitelendirildikleri dönemler yaşandı. Evet, kitlelerin “Allah ile aldatılması” suretiyle statükonun yandaşı haline dönüştürülmesinin en kolay olduğu alan, akıl ve iradenin dışlandığı ve kör taklidin esas alındığı tasavvuf zeminidir. Bu sebeple çoğunluk sultanların tarikat şeyhleri ile yakınlıkları ve bu kültürün yaygınlaşmasına destekleri söz konusudur. Bugünkü “Yeni Türkiye” statüko dininde de tasavvuf kültürünün önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. TRT’nin ve Diyanet TV’nin yayınladığı “Yunus Emre”, “Diriliş”, “Payitaht” gibi adlarla vizyona konulan birçok proje dizi filmle bile, tasavvuf ve sultan “halife”lerin kutsallığı kültürünü yaymanın hedeflendiği, “Yeni Türkiye”nin “statüko dîni”nin önemli unsurlarından olan Osmanlıcılık ve tasavvuf konularında bir zihniyet inşa edilmek istendiği anlaşılmaktadır.
İşte, söz konusu saltanat sürecinde aklın ve iradenin devre dışı bırakılıp Allah’ın yasakladığı “kör taklid”in ve “meyyit gibi teslimiyet”in esas alınması sonucunda dinde tahrifin ve sapkınlığın önü iyice açıldı. Böylece İslâm coğrafyasındaki halkları koyun gibi gütmek kolaylaştı. Halkların, sorgulama, itiraz ve direniş vasfı köreltildi. Akledebilen, düşünebilen, sorumluluklarının bilincinde olan halklar bu süreçte terbiye edilerek sürüleştirildi. Din alanında, kaynaktan beslenmeyen, önderlerden intikal eden yanlış bilgileri sorgulamadan taklit eden niteliksiz yığınlar ortaya çıktı. Özellikle, “içtihat kapısını kapatan” taassubun sonucunda, düşünmenin, akletmenin ve toplumun ihtiyaçlarına vahiyle cevap verecek yeni fikir ve projelerin üretilmesinin önü iyice kesilince, yüzyıllar sonrasının toplumlarının sorunlarına yüzyıllar öncesinin fetvaları ile cevap verilmeye kalkışılmasının doğurduğu çözümsüzlük ve bunalımlar da bu bozulma sürecini hızlandıran bir katkı sağladı.
Şüphesiz ki, böylesine muharref bir geleneğin tesiri altındaki tarihi birikim, içindeki olumluluklar sebebiyle topyekûn reddedilemeyeceği gibi topyekûn referans olarak da alınamaz. Hele hele “Müslüman bilincin inşâı” açısından esas alınması ise hiç mümkün değildir. İslâmi bilinç, tarihsel olanla, üretilmiş olanla değil, ancak ve sadece indirilmiş olanla, yani vahiyle ve onun uygulaması olan Rasûl’ün (s) güzel örnekliği ile sağlıklı ve doğru bir biçimde inşa edilebilir. Tarihi birikim ise ancak, Kur’an’ın da sık vurgu yaptığı gibi, ders ve ibret almak için anlamlı ve değerlidir. Bu sonucu elde etmek için dahi, tarihi birikimin doğru okunması, Kur’an ölçüleri ile tahlil edilip ayıklanması gerekmektedir. Bu sebeple tarihi birikime, yüceltmeci, kutsamacı ve teslimiyetçi bir mantıkla değil, sorgulamacı, ders çıkarma amaçlı bir mantıkla ve Kur’an ölçüleri ile yaklaşılması, Kur’an’a uygun olanın alınıp aykırı düşenin ayıklanması doğru olandır.
İşte bu dönüşüm ve yozlaşma süreci sonunda sömürülmeye müsait hale gelen İslâm ümmeti, tevhidî niteliğini ve zindeliğini yitirip tahakküme hazır ve sömürülmeye müsait bir konuma gelerek zillete sürüklendi. Sonuçta sömürgeciler geldiler ve Müslüman coğrafyayı parça parça edip sun’î ulus devletlere böldüler. Bundan sonra da, saltanat yeni oluşan statükolarda bir başka boyut kazanarak, Mısır, Suriye, Irak, Türkiye vb. ülkelerde Baasçı ve Kemalist ulusalcı ideolojik vesayetler biçiminde, Suud krallığında ise her yönüyle saltanat devam etti.
(Sonraki yazının başlığı: Ulus Devletler Döneminde Oluşturulan Yeni Statükolarda Statüko Dinleri ve Müslümanlar)
DİPNOTLAR:
[1] Ali Şeriati, Dine Karşı Din, Fecr yayınları, Ankara-2009, sh.27.
[2] Ali Şeriati, Dine Karşı Din, Fecr yayınları, Ankara-2009, sh.32.
[3] Ebu Osman Amr İbn Bahr el-Câhiz, Resâil, Kahire 1965, II, 10. Ahmed Ağırakça, İslâm’a İlk Tecdit hareketi ve Ömer İbn Abdülaziz, Buruc yayınları, 1995, sh. 40, 41..
[4] Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş, Vahiyden Kültüre, Pınar yayınları-1991, sh. 76.
[5] Halife Allah’ın temsilcisi değil ümmetin temsilcisidir. Nitekim Hz. Ebu Bekir bu yöndeki bir yanlış anlamayı önlemek için kendisine “halifetullah” (Allah’ın halifesi) denilmesini kabul etmemiş, bunun yerine “halifetü rasûlullah” (Rasûlullah’ın halifesi) denmesini istemiştir. Hz. Ömer döneminden itibaren de halife “emirü’l mü’minin” (müminlerin emiri) diye anılmaya başlamıştır. Gerçi Emevi halifeleri kendilerine halifetullah denilmesine izin vermiş ve Abbasiler de bunun yerine “zıllullah-ı fi’l-arz ” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) tabirini tercih etmişlerse de genellikle İslam âlimleri bu tabirleri tasvip etmemişlerdir (bk. Lambton, s. 48) Emevi ve Abbasi halifeleri bu tabirlerle mevkilerini güçlendirmek ve itibarlarını arttırmak istemişlerdir. TDV İslam Ansiklopedisi, ANAYASA – Mehmet Âkif Aydın, cilt: 03, sh: 160,161.
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=030161.
[6]Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş, age, sh. 77.
[7] Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş, age, sh. 82, 83.
[8] Prof. Dr. Ali AKSU, “Emeviler Döneminde İktidar-Ulema İlişkisi”, http://www.haksozhaber.net/emeviler-doneminde-iktidar-ulema-iliskisi-45327h.htm
[9] Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş, a.g.e., sh. 94,95.
[10] Prof. Dr. Ali AKSU, a.g.m.
[11] Ahmet Ağırakça, “Saltanat ve Sulta Mantığı”, Haksöz Dergisi – Sayı: 57 – Aralık 1995.