Özgün-Der’in Müslümanların Desteğiyle Son 10 Yılda Yaşanan Yozlaşma Konferansı Gerçekleştirildi!
İzmir Özgün-Der’de 28 Aralık 2019 Konferansı Sunum Metni!
Türkiye’de Baskıcı Kemalist ve Neo-Kemalist Dönemde Yaşanan Büyük ve Derin Yozlaşma Türkiye’de, saltanat döneminden devralınan geleneksel cahiliyeye ait bid’at ve hurafelerle dolu muharref Müslümanlık, Kemalist dönemde tepeden dayatmayı esas alan jakoben yönetimlerin egemen olduğu baskıcı, zora ve şiddete dayalı sekülerleştirme, modernleştirme, laikleştirme politikaları uygulanarak modern cahiliyeyi de kabule zorlandı. Müslüman halklar, vahye tâbi olmaktan uzaklaştırılıp hevâya tâbî olmaya, sekülerleşmeye doğru dönüştürülmeye çalışıldı. Bu uğurda, Kemalizm dini adına “İstiklal Mahkemelerinden DGM’lere” kadar tam bir devlet terörü estirildi, birçok âlim katledildi, darbeler yapıldı, birçok Müslüman zindanlara tıkıldı, laik eğitim dayatmasıyla tektipleştirmeyi hedefleyen “öğütüm sistemi”nde körpe zihinlere suikastler düzenlendi.
Ancak bu baskıcı ve zulmü daha şedit olan dönemde, geleneksel muhafazakâr dindarlar bile belli bir direnç göstererek Kemalist laikliğe teslim olmadılar, hiç değilse mevcut hallerini korumaya çalıştılar. Buna rağmen on yıllara sârî bu baskıcı dönemde, resmî ideoloji kuşatması altındaki laik eğitim ve kültür politikaları da kullanılarak toplumun vahye dayalı öz değerlerinden kopuşu yeni nesiller üzerinden önemli ölçüde sağlanmış ve küçümsenmeyecek bir yozlaşma zorbalıkla temin edilmiştir. Böylece, Türkiye’de geleneksel ve modern cahiliyenin sentezi din anlayışları ile kimi bireysel ibadetlere indirgenmiş “seküler dindarlıklar” Müslümanlık olarak algılanmaya başlandı.
Ancak, daha sonra, baskıları kısmen kaldıran görece özgürlükçü süreçler gelmiş ve bunlar, özellikle geleneksel de olsa hâlâ “Müslüman” kalabilen kesimlere, “demokratikleşme” adı altında hevânın ilahlaştırılması anlayışını kazandırmakta daha etkili olmuşlar ve yozlaşmayı daha fazla yaygınlaştırmışlardır. Zora dayalı sekülerleştirmenin yerine gönüllü sekülerleşme dönemi başlamış ve maalesef Müslümanları dönüştürmekte daha etkili olmuştur. Bu dönemlerde yaşanan görece özgürleşme hali ve kimi kazanımlar hatırına demokratik sisteme entegrasyonla birlikte hevâ ve arzuları esas alma alışkanlığı da, kapitalist üretim ve tüketim kültürü eksenli dünyevîleşme de daha kolay ve daha çok yaygınlaşmıştır. 28 Şubat baskı döneminden sonraki AKP’nin görece özgürlükçü on yedi yılı, bu bakımdan en etkili dönemdir ve çok büyük, çok derin bir yozlaşmaya sebep olmuştur.
Özal ile başlayan Erdoğan ile zirveye çıkan dönemde, gönüllü sekülerleşme projesi uygulamaya konulmuştur. Sekülerleşmenin en etkili sonucu da Erdoğan’ın öncülüğünde alınmıştır. Bu dönemde, dünyevîleşme, sekülerleşme anlamında tam bir yozlaşma ve çürüme “Müslüman”ım diyen kitleleri kuşatmıştır. Özellikle 2002 yılından itibaren son 17 yıl, Müslümanlara laiklik propagandasının en fazla yapıldığı dönem olmuştur.
AKP döneminde, baskı dönemlerinde var olan İslâmî duyarlılıklar özlenir olmuş, 28 Şubat sürecinde direnen İslâmî kesimler bile laik sistem içi siyasete aktif destekçi haline dönüşmüştür. Böylece on yıllardır tevhidde vahdet oluşturamayanların AKP’ye destek için sandıkta vahdet oluşturdukları ibretle ve üzüntüyle izlenmiştir. Artık gönüllü bir dünyevîleşme/sekülerleşme öne çıkmış ve demokratikleşerek dönüşen geniş Müslüman kesimleri giderek iyice kuşatmıştır.
Bugün, yaklaşık bir asırdır seküler modern sapkınlığın küresel hâkimiyeti ele geçirip, insânîfıtrî olanın tüketildiği ve fesâdın küreselleştiği bir süreçte bulunuyoruz. Bu süreç, kendisini
Müslüman ve dindar olarak tanımlayanların bile çok büyük ekseriyetinin söz konusu seküler sapmanın kuşatması altında zihinlerinin işgal edilip dönüştürüldüğü bir süreçtir. Hatta İslâmî duyarlılıkları ortalamanın üzerinde olup, bir şekilde Kur’ân okumaları yapan kesimlerin, hatta kendilerine “âlim”, “ilâhîyatçı akademisyen”, “hoca efendi” ve “cemaat önderi” payesi verilenlerin bile, “halk çoğunluğunun seçtiği temsilcilerin laik parlamentolarda hevânın mutlak hâkimiyetiyle yaptıkları yasalarla yönetim” olarak tanımlanan “demokrasi” ile İslâm’ın uzlaştığını iddia edip bunu savunabilmektedirler.
Hatta giderek laikliğin, liberalizmin, kapitalizmin, bazıları da sosyalizmin İslâm ile uzlaştığını iddia ederek hak ile batılı sentez yapmaya savrulmaktadırlar. Müslüman’ım diyenlerin bile bireysel ve toplumsal hayatlarının büyük kısmı Allah’ın emri ve hükümlerinden soyutlanarak sekülerleşmekte, sonuçta kapitalist üretim ve tüketim çılgınlığı geniş Müslüman kesimleri kuşatmış bulunmaktadır. Buna rağmen, “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” sorumluluğunu yerine getiren neredeyse hiç kalmadığı gibi, istisnâî olarak bu görevi yapmaya çalışanlar da horlanıp dışlanmaktadır.
Böylece, 1980’lerden sonra ciddi bir mesafe alan Kur’ân’ı hakkıyla okumaya çalışma yönündeki gayretler de giderek terk edilmiş, hayatı kuşatan ibadet anlayışından hızla uzaklaşılmış, kimi bireysel ibadetler de içerikten yoksun bir forma indirgenmiştir. İslâmî sorumluluklardan soyutlanmış seküler dindarlıkların ve Allah’a teslim olmayan bireysel “Müslümanlıkların” ortaya çıkıp yaygınlaştığı bir süreçten geçilmektedir. Tesettürün içini boşaltıp takvâ elbisesini yırtan “başörtülü çıplaklar”ın çoğaldığı, kapitalistçe ölçüsüz kazanma hırsı ve azgın tüketim kültürünün kuşatması altında lüks ve israfın zirvede olduğu, dünyanın haz ve süsüne kapılıp dalanlarla beraber dalanların hızla arttığı bir süreç yaşanmaktadır.
Kendisini Müslüman olarak tanımlayan halkın sevip desteklediği ve her söylediğinde bir hikmet arayıp taklit ettiği siyâsî lider, laik devletin laiklikle hükmeden Cumhurbaşkanı, emrindeki yaygın medyatik imkânlarla sürekli İslâm hakkında konuşuyor ve İslâm’ı belirleyici açıklamalar yapıyor. Bu bağlamda meselâ, “laikliğin İslâm ile bağdaştığı”, “dinin bireysel olduğu”, “paranın ve ekonominin dini ve imanı olamayacağı”, ”Kur’an hükümlerinin güncellenmesi gerektiği” vb. söylemleri gündemleştiriyor. 15 Temmuz sonrasında ise, neokemalist ve ulusalcı/”milliyetçi” söylemi de bunlara ekleyerek yaptığı toplumu dönüştürücü bu tür propagandalarla, özellikle bu sonuca yol açmış bulunuyor.
Son on yılda, Kur’an halkaları, daha baskıcı dönemlerdeki yaygınlığını, diriliğini ve ruhunu kaybetmiş, birçokları dağılıp yok olmuştur. Hâlâ devam edenler ise ruhsuz rutinler haline dönüşmüştür. Tevhidî davet çalışmaları çok azalmış, bu çabayı göstermeye devam edenlere ise, “siz hâlâ orada mısınız?” küçümsemesi ile bakılır olmuştur. Tevhidî uyanış süreci gruplarının büyük kısmı, maalesef laik Kemalist sistem içi siyasete “aktif destekçi” konumuna savrulmuştur. Bu yüzden, insanlara yol gösterip vahiyle buluşturacak bağımsız İslami kimlikli kuşatıcı bir yapı oluşturulamamıştır. Bu sebeple de, kuşatıcı ve güçlü bir yapıyla ve daha güçlü projelerle İslami kimliği ve daveti ülke çapında temsil edip gündemleştirecek bir örneklik ortaya konamamıştır. Böylece, laik seküler parti ve iktidarlardan bağımsız bir tevhidî söylemi, ilkeli bir duruşu yeni nesillere sunmakta büyük bir zaaf oluşmuştur. Sonuçta da, müslüman olduğunu söyleyenlerin çok büyük kısmı dünyevileşmiş, genç nesillerdeki bireyselleşme ve sekülerleşme son 30 yılın en yüksek seviyesine çıkarak tam bir yozlaşma ve çürüme sürecine girilmiştir.
Bir yanda ülke Müslümanlarının ve neredeyse İslâm ümmetinin lideri ve “sırat-ı müstakim” üzere İslâmî bir davanın önderi gibi tanıtılan R. Tayyip Erdoğan var. Ve o sürekli yaptığı, “laiklik İslâm ile bağdaşır”, “din bireyseldir”, “laiklik dînî özgürlüklerin güvencesidir” gibi Hak ile bağdaşmayan ve ilmî olmayan bâtıl açıklamalarla ülke ve bölge insanlarının zihinlerini dönüştürmeye çalışmaktadır. Ayrıca aynı paralelde yaygın bir propaganda ve “laikliğin İslâm’la bağdaştığı” bâtıl iddiasını desteklemek üzere konuşup yazan birçok “İslâmcı” aydın, yazar ve hatta ilâhiyatçı akademisyenlerin oluşturduğu bulanık bir ortam söz konusudur.
Diğer yandan, Müslümanlar da bağımsız İslâmî kimlikli bir yapı oluşturup Erdoğan ve AKP’nin İslâm’ı ve Müslümanları temsil etmediği gerçeğini ortaya koymamakta, hatta tam tersine çoğunluk İslâmî gruplar AKP ve “Reis”in peşine takılıp bu tür açıklamalar karşısında edilgen bir tutum içinde sessiz durmaktadırlar. Bu sebeple, imanın ve İslâmî temsilin mihenginin kalmadığı sahih İslâm anlayışını temsilde büyük bir zaafın yaşandığı bu süreçte gidişat o kadar kötüdür ki, çok geç de olsa vicdanlı insanlardan yükselen feryadlar giderek yaygınlaşmaktadır. Bu bağlamda tevhîdî uyanış sürecinden gelip AKP destekçiliğine savrulan kesimlerden de henüz ilkesel olmayıp içeriden eleştiriler nevinden de olsa, ciddi tepkiler, eleştiriler, hatta kimilerinden “nereye gidiyoruz, mahvolduk, tükendik, kirlendik” içerikli feryadlar yükselmeye başlamış bulunmaktadır.
Dikkat çekici olan ise, bütün bu kötülükler, “mü’min, muvahhid” ve “ümmetin umudu” ilan ettiğiniz Erdoğan’ın gücünün en zirvede olduğu ve bakanlar kurulu ile bürokratları tek başına atadığı ve denetlediği bir dönemde gerçekleşti. Kumarhaneleri olan lüks turistik oteller sahibini “Kültür” bakanı, Kemalist bir akademisyeni “Eğitim” bakanı olarak tek imza ile atadığı dönemde gerçekleşti. AKP’nin, Kemalist vesayetin baskısının daha yoğun olduğu dönem olan 2007’de Cumhurbaşkanlığını da alana kadarki iktidarı, İslâm’a zararının olmadığı görece daha olumlu olduğu bir dönem olmuştur. Ancak bundan sonraki dönemde, askerî vesayetin gücünün giderek azalması, Tayyip Erdoğan’ın dini daha çok kullandığı ve giderek kendisini İslâmî kesimi temsil eden bir lider gibi takdim etmeye, İslâm adına daha fazla konuşmaya başladığı bir süreci başlatmıştır. Bu dönem ise, laik demokratik bir siyâsî liderin kendisini Hak olarak sunmaya, sırât-ı müstakîmi temsil ettiğini söylemeye ve böylece İslâm’ı tahrif etmeye yönelik konuşmalarını zirveye çıkardığı bir dönem olmuştur. AKP lideri gücünü perçinleyip tek başına ülkeyi yönetecek yetkiye ulaştıkça İslâm’ı daha fazla kullanmaya başlamış ve artık benimsemiş olduğu laiklik ve kemalizmle uyumlu bir İslâm anlayışı oluşturma gayretiyle İslâm’a en çok zarar verdiği döneme geçilmiştir. Yani İslâm’a en çok zararın verildiği, laikleşme, sekülerleşme ve yozlaşmanın en fazla yaygınlaştığı dönemler Erdoğan’ın daha güçlü olduğu dönemlerdir.
Böylece dozajı giderek artan din adına konuşma, dini istismar edip kendisini İslâmî bir lider gibi sunma zulmü, sonuçta İslâm’a CHP’nin ve darbe süreçlerinin bile veremediği büyük zararlar vermesine yol açmış, muhafazakâr ve Müslüman kesimlerdeki sekülerleşmeyi, laikleşmeyi zirveye çıkarmıştır. CHP iktidarı olsa, şüphesiz daha fazla zulüm yapardı, ama asla İslâm’a, İslâmî uyanışa, İslâmî bilince ve sonuçta da Müslümanlara bu kadar büyük bir zarar veremez, Müslümanların bu derece yüksek oranda yozlaşmasına yol açamazdı. Çünkü CHP iktidarı “İslâm laiklikle bağdaşır”, “Din bireyseldir”, “ekonominin, paranın dini imanı olmaz” ya da “Kur’an güncellenmeli” vb. söylemlerle İslâm’ı tahrif amaçlı çabalar ortaya koysa, CHP zihniyetinin İslâm’a karşı açık düşmanlığı sebebiyle, onların bu söylemlerini muhafazakâr ve Müslüman olan kesimler ciddiye almazlardı. Üstelik açıkça karşı çıkıp tavır koyarlardı. Ancak CHP döneminde sadece Müslüman’a ve haklarına zarar verilirken, sûret-i haktan görünen AKP döneminde ise doğrudan İslâm’a ve başta âile olmak üzere toplumun temel değerlerine zarar verilmiştir. Böylece İslâmî uyanış süreci belki de uzun yıllarda toparlanamayacak kadar büyük bir darbe yemiş, ama buna rağmen de AKP “Müslüman” kesimlerce desteklenmeye devam edilmiştir.
Şimdi de bazıları Ahmet Davutoğlu’nun peşine takılma eğilimi içindeler. Davutoğlu başa geçse ne değişecektir? Laik sistem içinde laik demokratik ilkelere, laik kemalist anayasa ve yasalara itaat ederek, hangi siyâsî parti ve hangi lider iktidar olursa olsun, hevâya göre yasa yapmaya, şirk ve zulüm yönetimi olmaya devam edeceği açık değil midir? Böyle bir laik partinin içinde yer almanın veya destek olmanın akidevî bir sapma oluşturacağı, nasıl oluyor da hâlâ fark edilmiyor?
Bu büyük yanlışları yapanlar, bu yaptıklarının, vahyin ölçülerine, akîdevî ilkelere ve Nebevî yöntemin esaslarına göre yanlış olması yanında, artık yaşanan pratikle de çok büyük bir yanlış olduğunun “ayne’l-yakîn” olarak da ortaya çıktığını görmelidirler. Yapılan bu bâtıl amel ve bu ameli meşru göstermek için ortaya konan te’vilden tahrife kadar birçok söylem ile bâtıl siyasete destek dâveti sonucunda gelinen nokta; demokratikleşen “Müslüman”ların istikamet krizine girip, artık yaşadıkları gibi inanmaya başlamaları, hevânın ilahlaşması, dünyevîleşme ve sekülerleşmenin kuşatması altına girmeleridir.
Sonuçta İslâmî mücadele zemini ve tevhîdî uyanış süreci büyük kan kaybı yaşamış, kendi çevremizdeki birikimin çok boyutlu kirlenmesi dışında, ayrıca ortada Hakk’ı doğru temsil eden bir mihenk görevini ifa edecek, seküler siyasetten, laik iktidardan bağımsız İslâmî kimlikli kuşatıcı bir yapı kalmayınca daha yaygın sapmaların da sebebi olunmuştur. Laiklikle, şirkle hükmeden, geleneksel ve modern bid’at ve hurafeleri İslâm diye takdim edip zulme, adaletsizliğe ve yolsuzluğa bulaşmış olan bir iktidarı desteklemek için araçsallaştırılan Kur’ân ve İslâmî kavramlar sebebiyle, İslâm’a da büyük zarar verilmiştir. Üstelik büyük medyatik imkânlarla topluma İslâm adına sunulan Hak ile bâtıl karışımı bu din, fıtrata aykırı geldiği için de yeni nesillerin İslâm’dan uzaklaşmalarına, yaygın biçimde sekülerleşmelerine, hatta deizme kadar savrulanların giderek artmasına yol açılmıştır.
Evet, toplumu tevhîdî istikamette dönüştürme ve vahiyle yeniden inşâ etme sorumluluğu taşıyanların, laik sistem içi kirli politikanın içine aktif biçimde girmeleri çok büyük zararlara yol açtı. Ferdin, ailenin ve toplumun ifsadına yönelik bunca tahribat, özellikle son 10 yılda, kendisinin İslâm adına hareket ettiğini, Hak olduğunu ve bâtıla karşı hak mücadelesi verdiğini, kendisinin sırat-ı müstakîm üzere olduğunu ve kendisinden ayrılanların saptığını iddia ederek suret-i hak’tan görünüp İslâm’ı istismar ederek kitleleri Allah ile aldatan AKP iktidarının en güçlü olduğu döneminde çok daha yoğun biçimde yaşandı.
Tevhîdî uyanış süreci öbeklerinin önemli bir kısmı, bu büyük ifsâdın yaşandığı süreçte de destek vermeyi sürdürerek, laik iktidarın Allah ile aldatmasının tesirini arttıran bir rol oynadılar ve maalesef bu fesadın bir parçası oldular. Böylesine yaygın ve kuşatıcı bir ifsâdın, Hak adına gerçekleştirildiği bir süreçte, “dindar”lar laik, Müslümanlar seküler, imam hatipliler binamaz (% 80’i namazsız), yeni nesiller ise seküler ve deist olmasın da ne yapsınlar?
Sonuçta, bakın ne hâle gelindi? Laik demokratik iktidara eklemlenmek Müslümanları nasıl dönüştürdü? Ne kadar büyük bir kirlenme yaşandı? En temel duyarlılıklar nasıl oldu da bu derece kaybedildi? Üstelik bütün bu kirlenme ve yozlaşmaların, haksızlık, adaletsizlik, yolsuzluk vb. birçok kötülüğün faturası, doğrudan İslâm’a ve Müslümanlara kesildi. Çünkü bağımsız İslâmî kimlikli alternatif temiz bir yapı ortaya konmayıp AKP içinde ya da yanında yer alınınca, medyada ve kamuoyu önünde sürekli AKP savunuculuğu ve aktif destekçiliği yapılınca, AKP liderliğinin aynı zamanda İslâm’ı ve Müslümanları da temsil ettiği imajının oluşmasına yol açıldı. Bu yüzden iktidarın kirliliği, AKP içi kavgalar birçok Müslüman kesimi de kuşattı. Bütün bunlara değer miydi? Bu kirli ve yozlaştırıcı zeminden bir an önce uzaklaşılması gerektiği neden hâlâ akledilemiyor?
Tüm insanlığın ihtiyacı olan bir mesajı taşıyan Kur’an elimizde olduğu halde ve insanlık karanlıkların, sömürü ve zulümlerin ortasında bu mesajın aydınlığına ve adaletine muhtaç iken ve üstelik tarih de, insanlığın kurtuluşuna vesile olacak tek nizam olan İslâm’ı, tek alternatif olarak insanlığın gündemine sokmaya zorlarken, biz ne haldeyiz? Tarihin insanların gündemine İslâm’ı sokmaya dair bu akışını, bu zelil halimizden dolayı ya da kendi hatalarımızdan ve tevhidî dirilişle ümmetleşememekten kaynaklanan güçsüzlüğümüz ve temsil zaafımız sebebiyle biz engelliyorsak, bu büyük vebalin hesabını nasıl vereceğiz?
İslâm ümmetinin tevhidi bir uyanışla ve yeniden kaynağa dönerek öz yörüngesinde gelişmesini, yeniden izzet kazanıp ayağa kalkmasını engellemek, İslâm’ı kendi coğrafyasında boğarak, yeni sömürgecilikle kaynaklarını talan etmek üzere küresel korsanlar ABD-İsrail öncülüğünde ve AB desteğiyle ahlâksızca terör estirmektedirler.
Böyle bir süreçte, zikrettiğimiz bunca yozlaşmanın ve Müslümanları sekülerleştirmenin müsebbibi olan laik bir iktidara destek uğruna Müslümanlarla vahdeti feda etmek sapması sürdürülürse, Rabbimizin huzurunda nasıl hesap verilecektir?
Geleneksel ve Modern Cahiliye ile Karıştırılmış ve Zulme, Yolsuzluğa Bulaştırılmış “statüko dini” İslâm Olarak Sunulunca Yeni Nesiller İslâm’dan Uzaklaştı
Bir taraftan yukarıda zikredilen büyük modern yozlaşma yaşanmakta ve modern cahiliyenin kuşatması altındaki âile ve toplum ifsâd edilmektedir. AKP döneminde AB’ye girme aşkıyla zinanın suç sayılmaktan çıkarılması, alkollü içkilerin üretim kapasitelerinin attırılması, kumarın ve zinanın devlet öncülüğünde yaygınlaştırılması, dindarları laikleştirme projesinin hayat geçirilmesi yanında yine AB isteğiyle uygulanan “toplumsal cinsiyet eşitliği” politikaları da aileye ve yerli kültüre yönelik büyük bir tahrîbata ve yozlaşmaya yol açmıştır. Zaten söz konusu politikaların amacı da, bizâtihî bu sonuca ulaşmaktır. Bu politikalar doğrultusunda imzalanan “İstanbul Sözleşmesi” ve bu sözleşmeye dayanarak çıkarılan “6284 sayılı kanun” Türkiye’de âile kurumunu bitirme; çocukları haz piyasasının sermayesi haline getirme, kadınları kapitalist piyasa ilâhının kulu ve feminizm ideolojisinin militanları kılma, kadınları ve erkekleri birbirine düşman etme hedefini gütmektedir. AKP yanlısı Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan bile şu şekilde feryad ediyor: “Aile çöküyor… Boşanma oranları tavan yaptı bu ülkede son on yılda. Erkek arkadaşı olmayan kız kalmadı gibi sanki! Muhafazakâr aileler, çocuklarını kaybediyor… İslâm’la ilişkisi sıfırlanmış bir kuşak geliyor… Genç kuşaklar, İslâm’ı terkediyor; aileler, toplum seyrediyor!..” (Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 08 Temmuz 2019.)
Diğer taraftan siyaset, ekonomi ve hukuktan oluşan kamu alanına müdahale etmeyen ve Hak ile bâtılı karıştıran bu Statüko dini, topluma İslâm, sırât-ı müstakîm ve Hak olarak sunularak, zihinler bu iftira ve tahrifler istikametinde dönüştürülmektedir. Ayrıca, on yıllardır Cübbeli Ahmet, Menzil, Süleymancılar, Nurcular, özellikle de Gülen grubu vb. iktidar destekli geleneksel cemaatler ve tarîkatler tarafından temsil edilen geleneksel hurâfeci din ise, büyük medyatik imkânlarla milyonlara ulaşan propagandayla İslâm olarak sunulmaktadır.
Bütün bunların yanında, toplumun İslâm anlayışını tahrif etmeye, sekülerleştirmeye ve yukarıda açıklandığı gibi âileyi yıkmaya, cinsel sapkınlıkları normalleştirmeye yönelik Batı
emperyalizminin desteklediği projeler eşliğinde toplumu çok boyutlu yozlaştırmaya çalışan laik iktidara itiraz edip Hakkı haykırması gerekenler ise susuyorlar. Bu sorumluluklarını yerine getirmeyen “âlimler”, kendilerine “İslâmcı” denilen aydınlar, ilâhîyatçı akademisyenler, sadece susmakla da kalmayıp üstelik böyle yozlaştırıcı bir neo-kemalist iktidara, laik demokratik statüko dininin iktidarına İslâm adına destek verip oy vermenin “farz”, “ibadet, takvâ, Allah’a teslimiyet” olduğunu da propaganda ediyorlar.
Birçok hoca, şeyh, akademisyen, “İslâmcı” denilen aydınlar yazarlar, mutedil sahih İslâm çizgisinden ve nebevî vasat duruştan iki uca doğru savrulmaktadırlar. Bir kısmı aklı tamamen devre bırakarak bütün hurâfeleriyle nakle teslim olmakta, taklitçi bir yöntem ve kopyala yapıştır usûlüyle tarihte yazılıp söylenenleri Kur’ân ve Sünnet ölçüsüne vurmadan din diye aktarmaktadırlar. Diğer bir grup ise, aklı vahyin üzerine çıkaran bir hadsizlik yaparak tamamen rasyonalist denebilecek bir karşı uca savrulmaktadır. Bir uç bütün hadis rivâyetlerini Kur’ân gibi korunmuş hatta “vahy-i gayr-i metluv” olduğunu iddia ederek Kur’ân seviyesine çıkarmakta ve çoğunlukla Kur’ân’ı ihmal etmekte iken, diğer uç ise hikmetsiz bir yaklaşım ve kötü bir üslupla neredeyse tüm hadis rivâyetlerini reddeden bir mealci görüntüsü vermektedir. Üstelik kendilerine “Kur’ân’cı” ve “Hadisçi” denilen iki uçtakiler ile tarîkat ve cemaat önderleri, medyada üslûpsuz ve seviyesiz tartışmalarla fitne çıkarıp insanları İslâm’dan uzaklaştıracak bir fesâda yol açmaktadırlar.
İbretlik olan şudur ki; Kur’ân ve Sünnet ekseninde buluşup tevhidde vahdet sağlayamayan tüm bu kesimler, ilkesiz biçimde hep birlikte, toplumu bu derece sekülerleştiren, İslâm anlayışlarını tahrîf edip laiklikle uzlaştıran laik bir partiyi seçmek için çağrılar yaparak sandığa koşmaktan, üstelik hurâfeci Cübbeli Ahmet ile de kol kola demokrasi sandığında vahdet oluşturmaktan utanmamaktadırlar. Ne bir tarafı, bağlı olduğunu iddia ettiği Kur’ân, ne de diğer tarafı, yolunda olduğunu iddia ettiği Rasûlün sünneti bu bâtıl yola birlikte destek vermekten alıkoyacak bir etki yapmamaktadır. Ayrıca hem geleneksel hurafeciler, hem de Kur’ân merkezli din anlayışını savunduklarını iddia ettikleri halde Kur’ân’ın dur dediği yerde duramayıp “mealci” bir söylemle entelektüel gevezeliğe dalan, sonuçta aklı vahyin üzerine çıkarıp vahyin söylemediklerini “akılcı” çıkarımlarla ona söyletmeye kalkışan rasyonalistler, hep birlikte İslâm’a zarar vermekte ve insanları İslâm’dan uzaklaştırma misyonu görmektedirler. Bir de bunlara ilaveten laik, demokrat, tarihselci, rölativist, rasyonalist modern hurafecilerin İslâm adına ortaya koydukları, Kur’ân’ı bile tartışmaya açan bir diğer fitne de insanların İslâm’dan uzaklaşmasına sebep olmaktadır.
Öyle yaygın bir savrulma ve değişim yaşanmaktadır ki, kitlelerin Kur’ân ve Sünnet’e dayalı sahih İslâm’ı bulması için örnek olacak ve yol gösterecek boyutta ülke çapında kuşatıcı ve güçlü bir dâvetçi grup neredeyse kalmamış gibidir. Tevhîdî uyanış sürecinden gelenlerin bile büyük çoğunluğu, AKP’nin kimi olumlulukları, sağladığı görece özgürlük ve imkânlar sebebiyle, bu imkânları abartarak sistem içi siyasetin “aktif destekçi”si olmuş durumdalar.
“AKP döneminde önemli kazanımlar elde ettik bunları kaybetmeyelim” diyerek her şeye rağmen hâlâ AKP destekçiliğine devam edenler için, AKP dönemindeki kayıpları ve kazanımları mukayese eden bir çalışma yaptım. Bu çalışma sonunda, kayıpların çok daha ilkesel, kimliksel ve büyük olduğunu, kazanımların ise çok daha sıradan ve her zaman geri alınma riski altında olup güvence altına bile alınmadığını tespit etmiş bulunmaktayım. Buna rağmen, tevhîdî uyanış süreci bâkıyesi grupların büyük ekseriyeti, gazete ilanları ve ortak imzalı bildiriler yayınlayarak “görece olumlu” yanları sebebiyle laik demokratik siyasete ve hatta vahye aykırı laik şirk anayasasına oy verme çağrıları yapabildiler. Böylece hem kendi çevrelerinin İslâmî kimlik ve ilkeler konusunda kirlenip sorunlu ve zaaflı hale gelmelerine, hem de dâvetin muhatabı olan kitlelerin bulundukları bâtıl çizgide kalıcı hâle gelmelerine sebep oldular.
İlginç ve ibret verici olan ise, Müslüman’a ve haklarına saldırı yapılan CHP iktidarlarında ve darbe dönemlerinde tevhîdî uyanış sürecindeki kesimler ilkeli ve onurlu bir direnişle karşı dururlarken; doğrudan İslâm’a saldırıların yapıldığı, İslâm’ı tahrif etmeye, Müslümanları laikleştirmeye yönelik politikaların uygulandığı bir dönemde ise, aynı grupların, kendilerine sağlanan kimi imkânlar ve kazanımlar sebebiyle bunları yapan iktidarı açıkça ve ısrarla desteklemiş olmalarıdır. Bizler ise, AKP döneminde kimi yasakların kaldırılmasının ve görece bir özgürleşme imkânı elde edilmiş olmasının abartılmaması gerektiğini ifade edip bu dönemde yaşanan kayıpların kazanımlardan çok daha büyük, derin ve kalıcı olduğuna dikkat çekmiştik. AKP iktidarının İslâm’ı tahrif etmeye yönelik açıklamalarına sessiz kalıp hâlâ ona desteği sürdürmenin ise: “Bize sağladığın kimi kazanımlar ve imkânlar karşılığında biz de sana dinimizi satıyoruz” anlamına geleceği uyarısını yapmıştık.
Üstelik daha da ilginç olan şu ki, AKP’nin gücünün görece daha zayıf olduğu ilk dönemlerde, vesayetçilerin korkusuyla İslâm’ı fazla ağzına alamaması ve kullanamaması söz konusuydu ve bu durum sonuçta İslâm’a zarar vermesini de engellemiş oluyordu. Ancak AKP lideri gücünü perçinleyip tek başına ülkeyi yönetecek yetkiye ulaştıkça İslâm’ı daha fazla kullanmaya başlamış ve artık benimsemiş olduğu laiklik ve kemalizmle uyumlu bir İslâm anlayışı oluşturma gayretiyle İslâm’a en çok zarar verdiği döneme geçilmiştir. Yani İslâm’a en çok zararın verildiği, laikleşme, sekülerleşme ve yozlaşmanın en fazla yaygınlaştığı dönemler Erdoğan’ın daha güçlü olduğu dönemlerdir.
Ama maalesef, uyduruk “maslahat” ve “kazanım” beklentileriyle, İslâm’a ve İslâmî uyanışa zarar veren bu iktidara “aktif destek” veren İslâmî grupların öncüleri, yazarları, üstelik “demokrasiyi ödünç almak”tan ya da onu “müspet demokrasi” tanımı yaparak kullanmaktan yana olduklarını söyleyip iktidardan taraf olabildiler ve üstelik başkalarını da AKP’den yana “tarafını belli etmeye” zorladılar. Bununla da kalmayıp laik Kemalist ilke ve kurallarla ve hevâya göre yaptığı yasalarla hükmeden AKP liderini, kendilerine imanın esaslarını değiştiren yeni vahiy gelmiş gibi “mü’min, muvahhid ve ümmetin umudu” olarak takdim ve propaganda etmekten bile çekinmediler. Laik iktidara destek amellerini meşrulaştırmak için İslâmî değerleri, kavramları araçsallaştırarak kullanmaları ise, laikmuhafazakâr-demokrat iktidarın, her türlü hukuksuzluklarından, adaletsizliklerinden ve yolsuzluklarından İslâm’ın ve Müslümanların da sorumlu tutulmasına sebep olmuştur.
Sistem içi hükümet arayışlarına yönelmek ya da bu tür hükümetlere taraf/yandaş olup desteklemek, aynı zamanda, bu dâvetçi kadroları başka partilere yandaş olup da İslâmî dâvetin muhatabı konumunda olanlarla iktidar ve rant kavgasında rakip haline getirmektedir. Bu sebeple, onlara dâveti götürmenin önünde engel teşkil etmesine, İslâmî kimlik ve adaleti temsilde zaaf ve sorunlar oluşmasına, eminliğin yok olmasına sebep olmaktadır. Bâtılda olanların hükûmet yandaşı görünen dâvetçi Müslümanları sistem içi iktidar ve rant kavgasında rakibi gibi görmelerine ve bu yüzden Hakk’a da düşman hale gelmelerine yol açmaktadır.
İşte bu da onlar için büyük bir vebal teşkil etmekte, İslâmî dâvete de büyük zarar vermektedir. İşte bütün bu sebeplerle, iktidarla kurulan bu ilişki sonucunda, tevhîdî uyanış süreci kesimlerinin bile önemli bir kısmını kirletip çürüten bir etkiye, geleneksel dindar kesimlerin de tamamen sekülerleşmesine, yeni nesillerin de yaygın biçimde sekülerleşip deizme kadar sapmasına yol açılmış bulunmaktadır.
İslâm adına bunca kötü örneği gören genç nesiller, tıpkı Batıdaki Kilise dinini kabullenmeyip sekülerleşen, pozitivist, deist ve ateist olan kitleler gibi sekülerleşip deizme kayıyorlar. Büyük ve yaygın bir yozlaşma, tam bir bozgun yaşanıyor. Çünkü fıtrata uygun olan vahyin belirlediği İslâm’dır. Bilindiği üzere, Batıda Kilisenin topluma sunduğu, tevhîdî niteliğini kaybedip “teslis” inancıyla şirke bulaştırılmış, kitabını tahrif edip Hz. İsa’yı (a.s.) ve ruhbanı ilâhlaştırarak, içi hurafelerle doldurulmuş Hıristiyanlık ve Yahudilik, insan fıtratına aykırı olup akletme kabiliyetini yitirmemiş insanları tatmin etmemektedir.
Bu sebeple, yüzyıllar öncesinde Batılı yeni nesiller, temiz fıtrat ve kirlenmemiş aklın kabul etmeyeceği bu hurafeci dinlerden kaçıp vahye de ulaşamayınca, pozitivizmi, deizmi, ateizmi, sekülerleşmeyi üretmişlerdir. İşte bu durum, aynı gerekçelerle Müslüman halkların yeni nesillerinde de yaşanmaktadır. Piyasada yaygın biçimde sunulan, tahrîf edilmiş, geleneksel ve modern cahiliye ile kuşatılıp kirletilmiş, Hak ile bâtılın karıştırıldığı “İslâm anlayışı” Allah’ın dini olan İslâm değildir ve tıpkı Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi fıtrata yabancıdır. Buna rağmen ellerindeki büyük medyatik imkânlarla, Hak ile bâtıl karışımı modern ve geleneksel cahiliye ile sentez edilmiş bu “din”, büyük bir iftira ile “İslâm” olarak sunulduğundan, fıtratın kabul etmesi mümkün olmayan bu dini İslâm sanan genç nesiller İslâm’dan kaçıyorlar. İktidarın ve destekçilerinin, ellerindeki büyük medyatik imkânlarla propaganda ettikleri bu din, Kur’an ve sünnet ekseninden çıkarılmış bir “statüko dini” olup büyük bir iftira ile “İslam” olarak sunulmaktadır. Genç nesiller, her türlü hurafe, “milliyetçilik”, sağcılık, muhafazakârlık, kapitalizm, laiklik, demokrasi ve kemalizmle sentez edilmiş ve üstelik birçok zulüm, adaletsizlik ve yolsuzlukla da birlikte anılır hâle gelmiş bu dini İslam zannedip İslam’dan uzaklaşmakta, yaygın biçimde sekülerleşmektedirler.
Kur’an ve sünnete dayalı sahih İslam anlayışını temsil etmeye ve merhametle insanlara ulaştırmaya çalışanlar ise, son derece az olup hem mesajı yaygın biçimde kitlelere ulaştıracak imkânlardan mahrumdurlar, hem de kendi aralarında güç birliğini sağlayarak bağımsız İslami kimlikli kuşatıcı bir yapıyı ortaya çıkarabilmiş değildirler. Çünkü on yıllarca birlikte aynı tevhidi çizgide bulundukları ülke çapında örgütlü grupların büyük çoğunluğu AKP destekçisi konuma kayarak ortak birikimimize büyük zarar vermişler ve bizleri de zor şartlarda yeni başlangıçlar yapmak için sıkıntılı bir durumda bırakmışlardır. Ayrıca bu yozlaştırıcı sürecin, istikameti koruyan kesimlere yansıması da, duyarlılıkların azalması, fedakârca çalışmaların yok olması ve atalete yol açması şeklinde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu durum da, dünyevîleşme ve sekülerleşmenin çok daha fazla ve çok daha hızlı biçimde yaygınlaşmasına sebep olmaktadır.
Özellikle 2010 yılından sonraki süreçte önce siyasal alanda yaşanan demokratikleşme/hevâ ve hevese tabi olma, daha sonra bireysel ve toplumsal tüm hayat alanlarını da kuşatmaya başlamıştır. Siyasal alanda demokratikleşmeye alışan zihinler, başka alanlarda da seküler bir dönüşüme yönelmişlerdir. Zihinlerde yer eden seküler demokrasi kavramı, doğal olan dönüştürme têsiri sonucunda, bireyin, âilenin ve toplumun özünde sağladığı alışkanlık ve dönüşümle sair alanlarda da kolayca değişip demokratikleşmesine yol açmıştır. Bireyler demokratikleşerek, giderek artan biçimde hevâ ve hevese tâbi seküler bir hayata yönelmişlerdir.
Tevhîdi anlatıp öğretme ve hayata hâkim kılma yerine, İslâm’la bağdaştığı iddiasıyla laikdemokrasinin gereği olarak siyâsî, ekonomik ve hukûkî kamusal alanı Allah’tan ve Allah’ın tevhid dininden soyutlamayı hem de İslâm adına meşru göstermeye çalışırsanız; yahut da bunu yapanları ısrarla ve yıllarca İslâm adına desteklerseniz; tabii ki, Allah’ın hayatın çok önemli bir bölümüne karıştırılmamasına alışan Müslüman zihin, zamanla tamamen dönüşecektir. Bu dönüşüm ve alışkanlık sonucunda da, kaçınılmaz olarak yaşadığı gibi inanmaya başlayacak ve hayatın diğer alanlarında da Allah’ın müdahalesini kabul etmeyen “deizm”e, en azından yaşandığı gibi yaygın bir sekülerleşmeye kayacaktır. Bu durumdan çıkmak ve henüz dönüşmemiş olanları da korumak için, bâtılı yok etmek üzere indirilmiş olan Hakk’ı en net biçimde ve tevhid dininin mesajını en açık ve uzlaşmasız bir içerikle sürekli gündem yaparak, zihinleri ve şahsiyetleri, imanı ve aklı vahiyle inşa etmek, tevhîdî bilinci sürekli olarak diri tutmak şarttır.
Bütün Bu Yozlaşma Müslüman Kesimlerin Desteğini Alan AKP İktidarında Yaşandı ve Tevhidi Uyanış Süreci Hem Kendisini Tüketti, Hem de Kitlelerin Daha da Yozlaşmasına Katkı Vermiş Oldu