Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Kur’an Işığında Hz. Muhammed’in Hayatı 3. Bölüm
Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Kur'an Işığında Hz. Muhammed'in Hayatı 3. Bölüm – Orhan Tutar from Kalem Der on Vimeo.
Kalemder olarak her hafta Çarşamba akşamları yaptığımız Çarşamba Sohbetlerinin Mart ayı konuğu Yazar Orhan TUTAR. “Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Mumammedin Hayatı” konulu sonbelrimizin üçüncü bölümü 18 Mart 2015 Çarşamba akşamı gerçekleştirdi.
Sohbetimizin ikinci bölümü 18 Mart 2015 Çarşamba kaşamı Saat:20:30’da
Programın sunum metnini ve videosunu sizlerin istifadesine sunuyoruz!
3.BÖLÜM
İslami Hareketi Durdurmaya Yönelik Uygulanan Karşı Yöntemler Ve Hz Muhammed(sav)’in Kararlı Tavrı
1-Psikolojik Savaş
“İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi ki: “Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey. Onlardan önde gelen bir grup: “Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) kararlı olun; çünkü asıl istenen budur” diye çekip gitti. Biz bunu, diğer dinde işitmedik, bu, içi boş bir uydurmadan başkası değildir.” ( Sad. 4-7)
“Onlar için öğüt alıp-düşünmek nerede? Onlara, açıklayan bir elçi gelmişti. Sonra, ondan yüz çevirdiler ve dediler ki: “(Bu,) Öğretilmiştir, bir delidir.” ( Duhan. 13-14)
“Ancak kendilerine hak gelince, dediler ki: “Bu bir büyüdür, doğrusu biz ona (karşı) kafir olanlarız.” Ve dediler ki: “Bu Kur’an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?” ( Zuhruf. 30-31) Ayrıca bu konu ile ilgili; Müminun. 23-26, Araf. 65-70-185-187… ve daha başka ayetlere de bakılabilir.
PSİGOLOJİK SAVAŞIN ETKİSİ. Psikolojik savaş, savaş yöntemlerinde en etkili bir silahtır. Bir toplumu psikolojik olarak çökertirseniz, diğer alanlarda da çökertmeniz bir hayli kolaylaşacaktır. Psikolojik savaş, toplumun moral gücünü, kendine olan güvenini, dinamik gücü ve enerjisini çökertir. Kendine güvenini yitiren toplum kafadan-moralmen mağlup olmuş demektir. Kafadan (zihin olarak) kaybetmiş olan toplumun bedenine de hâkim olmak hiç de zor olmayacaktır / olmamıştır da. Bugün kendilerine koskocaman “islam toplumu” denilen şu koskoca toplum, kadim düşmanı olan Batılılar (Emperyalist Hıristiyanlar) karşısında önce psikolojik savaşı kaybetti. Batılılar islam toplumunun önce imanını (imanından kaynaklana gücünü) aldılar. Kendi gelenek-göreneklerini, kokuşmuş medeniyetlerini enjekte ederek. Yükselme döneminin vermiş olduğu aşırı rehavetten iyice “hedefini-amacını” unutan islam toplumu (başta yönetim) gününü gün etmekle geçirmeye başlamıştı. İmani heyecanını ve dava (islam sancağını yüceltme) aşkını yitiren islam toplumu cepten yemeye başlamıştı. İlmini, tekniğini tüketen islam toplumu hızla gelişmekte olan Batılılar karşısında bir hayli gerilemiş ve hatta onların ellerine bakmaya başlamışlardı. İşte böyle bir dönemde Batılı Emperyalistler, islam aleminin yaşatmış/ayakta tutmuş olduğu ve kendilerinin de en fazla çekindiği; imanlarını, imanlarından almış oldukları ahlaklarını çekip aldılar. “Daha medeni, daha çağdaş, daha muasır…” etme vaatleriyle beyinlerini ve ruhlarını esir ettikten sonra bedenlerini de esir ettiler. Bugün hala islam alemi batılıların “manen ve maddeten” esiri durumundadır. Ve bu esaret bugünde (Avrupa Topluluğuna girme adıyla) devam etmektedir.
Mekke müşrikleri, Hz Muhammed Aleyhisselam ve henüz bir elin parmaklarını geçmeyen Ashab’ının bazı Kur’an ayetlerini ve namaz kılmalarını ilk zamanlar ciddiye almamışlardı. Bunun “kuru bir inanaçlardan bir inanç” gibi düşünmüş ve kısa zaöamda önemini yitireceğini bekliyorlardı. Ama her geçen gün Peygamber halkası genişleyince ve Kur’an’ın müşrik inanca yöneleti söylemi kesin ifadelerle yerilince ve müminler tarafından bu inanç şiddetle reddedilince meseleyi ciddiye almaya başladılar. Çünkü baba-anne velatları ile, kadın kocayla ya da koca kadınla yollarını ayırıyorlardı.Vahiy aileleri birbirinden koparıyordu. Üstelik bu durum Mekke dışındaki kabileler tarafından duyulup merak konusu oluyordu. Ve insanlar Kabe’yi tavaf için Mekke’ye geliyorlardı. Mekke’de olup bitenleri duyup kendi kavimlerine anlatıyorlar, Mekke’de olup bitenleri orada burada anlatıyorlardı. Bu dürüm insanların, Hz Muhammed Aleyhisselam’ın hareketine ve bu harekatı çıkaran Vahye dikkat kesilmesine sebep oluyordu. Mekke’nin iktidar sahipleri bu gidişattan tedirgin ediyordu. Kendi statü ve gelecekleri için büyük tehlike gördükleri bu harekata karşı önce PSİGOLOJİK SAVAŞ başlattılar.
Velid b. Muğire taktiği
Psigolojik savaşlarını etkili kılmak ve inandırıcılık kazandırmaları için “Vahye ve Hz Muhammed’e” bir isim takmaları gerekiyordu. Bundan önce pekçok şey söylemişlerdi. Ama ne tutarlı bir tarafı verdı ve ne de bir ağız birliğ oluşturmuş deyillerdi. Mekke’ye gelen insanlara karşı Hz Muhammed aliyhinde bir propoganda içinde olacak ve ağız birliyi yapacaklardı. Parlementoları olan “Daru’l Nedve”de toplanım buna karar vererceklerdi. İçlerinden en yaşlısı olan Velid b. Muğire Peygamber Aleyhisselam için bir sürü isim bulmaya çalıştı ama kendisi dahi hiçbirini inandırıcı bulmadı. Ve en sonunda “sihir-büyü” üzerinde karar kıldı. Güya Peygamber Aleyhisselam’ın “sihir-büyü yaptığını, bu sanatı iyi bildiyini ve yapmış olduğu sihirle de toplumu bu duruma düşürdüğünü” söyleyeceklerdi. Tabi bunun ispatını da, sihirbazların yapmış olduğu işlerinin sunucu ile Vahyin sonucu oluşan toplumun düşmüş olduğu tabloyu kıyaslayarak yapaacaklardı. Çünkü iki olayın sonucu da toplumda bölünme oluyor, aileler birbirlerinden kopuyordu. Yani sonuçtan yola çıkarak sebebi belirleğeceklerdi. İşte bu şeytani yorum ve kıyasıondan dolayı Kur’an Velid b. Muğire için şu şiddetli tehdidi getirmişti:
“Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak; Ki Ben ona, ‘alabildiğine geniş kapsamlı bir mal’ (servet) verdim. Göz önünde-hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkan ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha arttırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). Hayır; çünkü o, Bizim ayetlerimize karşı ‘kesin bir inatçıdır.” Onu alabildiğine sarp bir yokuşa süreceğim. Çünkü o, düşündü ve bir ölçü tesbit etti. Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Yine kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: “Bu, yalnızca ‘aktarılarak öğrenilen’ bir büyüdür” dedi. Bu, bir beşer sözünden başkası değildir.Onu Ben, cehenneme sürükleyip-atacağım. Cehennem (sakar) nedir, sen bilir misin? Ne alıkoyar, ne bırakır. Beşere delicesine susamıştır”. ( Müddesir. 11-29)
Sonuçtan yola cıkarak sebebi isimlendirme / yaftalama şeytanlığını tarihin tüm müşrikleri yapmıştır. En son örneği Türk siyasi hayatında gedikli bir müşrik olan S. Demirel’in baş örtülü üniversiteli kızların oturma eğlemlerindeki gelişmeleri değerlendirirken yapmış olduğu yaftalamayı da hatırlayabiliriz. Malum oturma eğlemini çeşitli sivil toplum örgütleri destekliyordu. Bu desteklerin bir kısmı samaimi idiyse de bir kısmı da politik idi. Ve bu manada bazı siyasi parti üyeleri de gelio destekliyordu. Siyasi partilerin desteklemesini gören müşrik Demirel şunu demişti: “Bakın baş örtüsü siyasi bir simgedir ve bunu takanlarda siyasi amaçla takmaktadırlar. Çünkü onları destekleyen siyasiler. Öyleyse bu hareket bir siyasi harekettir…” Ne diyeceksin, müşrik insan işta bu kadar alçalabiliyor. Sonuçta siyasiler de baş örtülü kızların yanında olmalarından dolayı bu eğlem “siyasi eğlem” oluyordu! Kahrolası Velid b. Muğire torunları, nasılda ölçüp biçiyorlar…
2 – POLİTİK SAVAŞ
Politik savaş, savaşların en sinsisi ve en tehlikelisidir. Müşrik blok bu savaş yöntemi ile daha da büyük başarılar elde etmiş, nice benim diyen İslami hareketleri rotasından saptırdığı gibi bu hareketlerin “kocaman kocaman yol gösterenlerini” kendi sistemine hizmet eden yaverler haline getirmişlerdir. Politik savaşın temel mantığı; “karşılıklı hoş görüp-hoş görünmeye, biraz o tarafın-biraz bu tarafın taviz vermesine ve böylelikle orta bir yerde buluşmasına, makamların-yetkilerin paylaşılmasına… Güç odaklarının; muhaliflerini, para-makam ve dünyevi vaadlerle satın almasına dayanmaktadır”. Bu savaşın da kökü taa şeytan’a /iblis’e dayanmaktadır. Şeytan, cennette eşi ile birlikte kalan Hz Adem’i bu savaş ( ebedi bir saltanatı vaad etme; Araf. 20) yöntemi ile istediğini yaptırmıştı. İnsanın en zayıf karnı olan; “hiçbir zaman yok olmasını istemediği dünya saltanatı” dır. İşte şeytan ve şeytandan derslerini çok iyi almış olan şeytani güçler, aleni ve mertçe savaşarak yenemediği islami kişilikleri- islami hareketleri bu savaş yöntemleri ile yenmesini bilmiş, onları ya tarih sahnesinden silmiş yada kendi potalarında eriterek rejimlerinin dişlileri haline getirmişlerdir.
“Artık yalanlayanlara (uyma) itaat etme. Onlar senin kendilerine yumuşak davranmanı(hoş görmeni) arzu ettiler, kendileri de bunun üzerine yumuşak davranacak (hoş görecekler)dı.
Sakın itaat etme (onlara uyma): çok yemin eden, aşağılık ve değersiz her kişiye, hayra durmadan engel olan, haddi aşan ve çok günahkâr olana; cahil ve kaba, üstelik kulağı kesik olana; o mal ve oğullar sahibi oldu diye; karşısında ayetlerimiz okunduğunda ‘(bunlar) öncekilerin masallarıdır’ der. Biz burnu üzerinden damgalayacağız onu.” (Kalem. 8-15)
Üstad Mevdudi, değerli eseri olan ‘Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı’ adlı eserinde uzlaşma teklifleri ve bu çerçevedeki gelişmeleri geniş bir şekilde ele almıştır. Biz bu olayları Üstad Mevdudi’nin aktarımıyla olduğu gibi aynen aktarıyoruz.
“Uzlaşmanın sağlanması için yapılan görüşmelerin en önemlilerinden biri Utbe Bin Rabia’nın ki idi. Çeşitli muhaddisler bu görüşmeyi çeşitli şekillerde anlatmışlardır. Fakat hepsinin özü aynıdır ve aralarında her hangi bir tezat ve ihtilaf yoktur. İbn Ebi Şeybe’nin İbni Ömer ile Abd Bin Hamid ve Beyhaki ile Ebu Ya’la’nın Hz. Cabir Bin Abdullah Ensari’ye dayanarak naklettikleri olay şöyledir. Bir gün Kureyş’den bazı kimseler bir araya gelip şöyle konuştular. “Bakın, aramızda sihir, kehanet ve şiiri kim en çok biliyorsa, toplumumuzu bölen, işlerimizi bozan ve dinimizi ayıp sayan o kişiye gidip onunla konuşsun ve kendisinin ne dediğini öğrensin”. Herkes böyle bir kişinin Utbe Bin Rabia’dan başkası olmadığına karar verdi. Onun için kendisine “Ebul Velid, sen bu işi yap” denildi ve Utbe Bin Rabia Hz. Peygamberin yanına geldi. Olayla ilgili ikinci bir hadis Muhammed Bin İsak ile Beyhaki tarafından Muhammed Bin Kab El-Kuvani’ye atfen naklolmuştur ki şöyledir: Bir defasında Kureyş’in bazı kabile reisleri Mescidi Haram’da bağdaş kurup oturmuşlardı. Mescidin bir köşesinde de Resulullah (sav) tek başına otuyordu. O sırada Hz. Hamza (ra) Müslüman olmuştu ve Kureyşliler, Müslümanların sayısının gittikçe artmasından telaşlı idiler. Derken Utbe Bin Rabia (Ebu Süfyan’ın kayınpederi) Kureyşli kabile reislerine şöyle seslendi: “Arkadaşlar isterseniz Muhammed’e gidip konuşayım ve ona bazı tekliflerde bulunayım. Kim bilir bunlardan bazısını o kabul eder, bazısını da biz. Böylece bize muhalefet etmekten vazgeçecektir.” Herkes onun teklifini beğendi ve ‘Ebul Velid, biz sana güveniyoruz. Gidip onunla elbette konuş’ dediler. Utbe oradan kalkıp Nebi-i Kiram (sav) yanına gitti ve kendisine şöyle hitap etti: “Bak yeğenim, bizim seni ne kadar sevdiğimizi, saydığımızı bilirsin. Senin ailende en temiz ve en soylulardan biridir. Fakat sen milletimize ne biçim bir felaket getirdin? Sen cemiyetimizi böldün. Bütün milleti aptal yerine koydun. Halkın dinini ve tanrılarını kötüledin. Öbür dünyaya intikal etmiş atalarımızın kâfir ve sapık olduğunu söyledin. Şimdi beni dinle, ben sana bazı tekliflerde bulunacağım. Onları iyice düşün taşın, beklide bazılarını kabul edersin” Resulullah (sav) buyurdular. “Ebul Velid, devam et, seni dinliyorum”
Utbe Bin Rabia dedi ki:
“Yeğenim şu başlattığın işin maksadı mal ve mülk toplamaksa biz sana o kadar mal mülk vereceğiz ki sen aramızda en zengin ve varlıklı kimse olacaksın. Eğer büyük olmak ve iktidarı ele geçirmek istiyorsan, biz seni reisimiz yaparız. Hiçbir işimizi sana danışmadan yapmayız. Hiçbir sözünden çıkmayız. Yok, eğer kral olmak istiyorsan ona da razıyız. Biz seni kralımız olarak seçeriz. Yok, eğer sana cinler musallat olmuş ve sende kovacak güce sahip değilsen, sen uyurken veya uyanıkken veya görüyorsan en iyi tabip ve hekimleri çağırırız, onlar seni tedavi ederler”. Utbe bunları söylüyor ve Hz. Peygamber (sav) kendisini sessizce dinliyordu. Sora şöyle konuştu: “Ebul Velid, söylediklerinizi bitirdiniz mi? Yoksa söyleyeceğiniz başka bir şey var mı? “Yok, söylemek istediklerim bunlardan ibarettir” dedi. Bunun üzerine Resulullah “ O zaman şimdi de beni dinleyiniz” dedi ve besmele çekerek Fussilet Suresini okumaya başladı. Utbe ellerini arkasına koyarak bunları dikkatle dinliyordu.
Ha, Mim. (Bu Kur’an,) Rahman ve Rahim’den indirilmiştir.
Bilen bir kavim için, ayetleri (çeşitli biçimlerde, birer birer) ‘fasıllar halinde açıklanmış’ Arapça Kur’an (veya okunan) kitaptır;
Bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak. Ama çoğu yüz çevirdiler. Artık onlar dinlemezler.
Dediler ki: “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalblerimiz bir örtü içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır. Artık sen, (yapabileceğini) yap, biz de gerçekten yapıyoruz.
De ki: “Ben ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim. Bana yalnızca, sizin ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunur. Öyleyse O’na yönelin ve O’ndan mağfiret dileyin. Vay haline o müşriklerin.
Ki onlar, zekatı vermeyenler ve ahireti inkâr edenlerdir.
Şüphesiz, iman edip salih amellerde bulunanlar; onlar için kesintisiz bir ecir vardır.
De ki: “Gerçekten siz mi yeri iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O’na birtakım eşler kılıyorsunuz? O, alemlerin Rabbidir.
Orda (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere ordaki rızıkları dört günde takdir etti.
Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: “İsteyerek veya istemeyerek gelin.” İkisi de: “İsteyerek (İtaat ederek) geldik” dediler.
Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma (altına aldık). İşte bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)’ın takdiridir.
Bu durumda eğer onlar yüz çevirirlerse, artık de ki: “Ben sizi, Ad ve Semud (kavimlerinin) yıldırımına benzer bir yıldırımla uyardım.
Onlara “Yalnızca Allah’a kulluk edin” diye önlerinden ve arkalarından elçiler gelince, dediler ki: Eğer dileseydi Rabbimiz melekler indirirdi. Bundan dolayı biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkâr edicileriz.
Ad (kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki: “Kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?” Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah’ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür. Oysa onlar, bizim ayetlerimizi (bilerek) inkar ediyorlardı.
Böylece biz de onlara dünya hayatında aşağılanma azabını taddırmak için, o uğursuz (felaketler yüklü) günlerde üzerlerine ‘kulakları patlatan bir kasırga’ gönderdik. Ahiret azabı ise daha (büyük) bir aşağılanmadır. Ve onlara yardım edilmeyecektir.
Semud’a gelince; Biz onlara doğru yolu gösterdik, fakat onlar körlüğü hidayete tercih ettiler. Böylece kazandıkları şeyler yüzünden onları alçaltıcı azabın yıldırımı yakalayıverdi.
İman edenleri ve sakınanları ise kurtardık.
Allah’ın düşmanlarının bir araya getirilip-toplanacakları gün işte onlar, ateşe bölükler halinde atılırlar.
Sonunda oraya geldikleri zaman, işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahitlik edecektir.
Kendi derilerine dediler ki: “Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?” Dediler ki: “Her şeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi ilk defa O yarattı ve O’na döndürülüyorsunuz.
Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derileriniz aleyhinize şahitlik eder diye sakınmıyordunuz. Aksine, yaptıklarınızın birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.
İşte bu sizin zannınız; Rabbiniz hakkında beslediğiniz-zannınız, sizi bir yıkıma uğrattı, böylelikle hüsrana uğrayan kimseler olarak sabahladınız.
Şimdi eğer sabredebilirlerse, artık onlar için konaklama yeri ateştir. Ve eğer onlar hoşnut olma (dünya)ya dönmek isterlerse, artık hoşnut olacaklardan değildirler.
Biz onlara birtakım yakın-kimseleri ‘kabuk gibi üzerlerine kaplattık,’ onlar da, önlerinde ve arkalarında olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinlerden ve insanlardan kendilerinden önce gelip-geçmiş ümmetlerde (yürürlükte tutulan azab) sözü onların üzerine hak oldu. Çünkü onlar, hüsrana uğrayan kimselerdi.
İnkar edenler dediler ki: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin ve onda (okunurken) yaygaralar koparın. Belki üstün gelirsiniz.
Artık gerçekten o inkar edenlere şiddetli bir azap taddıracağız ve yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız.
Bu, Allah’ın düşmanlarının cezası olan ateştir. Bizim ayetlerimizi inkar etmeleri dolayısıyla bir ceza olarak, orada onlar için ebedilik yurdu vardır.
İnkâr edenler dediler ki: “Rabbimiz, cinlerden ve insanlardan bizi saptırmış olanları bize göster, ayaklarımızın altına alalım, en aşağılarda bulunanlardan olsunlar.
Şüphesiz: “Bizim Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); onların üzerine melekler iner (ve der ki:) “Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vadolunan cennetle sevinin.
Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istediğiniz her şey de sizindir.
Çok bağışlayan, çok esirgeyen (Allah)tan bir ağırlanma olarak.
Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve: “Gerçekten ben müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir?
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.
Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz.
Şayet sana şeytandan bir kışkırtma gelecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.
Gece, gündüz, güneş ve ay O’nun ayetlerindendir. Siz güneşe de, aya da secde etmeyin. Alah’a secde edin, ki bunları kendisi yaratmıştır. Eğer O’na ibadet edecekseniz.
Şayet onlar büyüklenecek olurlarsa, Rabbinin katında bulunanlar, O’nu gece ve gündüz tesbih ederler ve (bundan) bıkkınlık da duymazlar. (Fussilet. 1-38)
Resulullah (sav) 38. ayete gelince secde etti, daha sonra başını kaldırarak şöyle dedi “Ebul Velid, cevabımın ne olacağını duydunuz. Bundan sonrasını siz bilirsiniz”. Utbe oradan kalkıp Kureyşli kabile reislerine doğru yönelince arkadaşları aralarında, ‘vallahi Utbe’nin yüzü değişmiştir. Utbe bizden gittiği yüzle gelmiyor’ Utbe kendilerine şöyle dedi:
“Allah aşkına ben bundan evvel böyle bir kelam dinlememiştim. Vallahi billahi, bu ne şiirdir, ne de kehanet. Ey Kureyşliler beni dinleyin ve bu adamı rahat bırakın. Bana öyle geliyor ki, onun söyledikleri yankı yapacaktır. Faraza Araplar ona (Hz. Muhammed’e) gelip gelişse siz kendi akrabanıza el kaldırmaktan kurtulacaksınız ve başkaları onun işini bitirmiş olacaktır. Fakat eğer o Araplara gelip gelirse onun krallığı sizin krallığınız ve onun şerefi sizin şerefiniz olacaktır.” Kureyşliler onu böyle konuştuğunu işitince “vallahi Ebul Velid o (Hz. Muhammed) senide büyüledi” dediler. Utbe cevap verdi: “vallahi ne yaparsanız yapın, ben size fikrimi söyledim.”
Beyhaki’nin bu olayla ilgili olarak topladığı rivayetlerde bazı sözler ilave edilmiştir. Mesela, Resulullah (sav) Fussilet Suresinin 13. ayetini (eğer onlar davetine icabetten yüz çevirirlerse de ki: “size Ad ve Semud kavimlerinin yıldırımı gibi bir yıldırımla korkutuyorum) okuyunca Utbe derhal elini Resulullah’ın ağzına kapatmak için kaldırdı ve “sakın öyle konuşma” dedi. Utbe daha sonra bu hareketinin gerekçesini şöyle anlattı. “biliyorum ki Muhammed (sav) bir şey söyleyince yalan çıkmıyor. Bu sebeple ben bir azap geleceğinden korktum”
Mekke müşriklerinin “diyalog ve uzlaşı” hamleleri bir kaç kez tekrarlandı. Mekke müşrikleri Peygambere kol kanat germiş olan amcası Ebu Talib üzerinden de uzlaşı girişimi yapmışlardı. Yeğenini koruma arzusu ile yeyeninin kavmini dinlemesi gerektiğini söyleyince Peygamber Aleyhisselam ise şu kesin sözü söylemişti: “Amca, değil getirdikleri teklifleri, benim bir elime Güneş’i bir elime de Ay’ı verseler asla bu davadan vazgeçmem. Allah ya bu davayı muzaffer kılacak ya da ben bu yolda öleceyim.”
İşte bu süreçlerden sonra KAFİRUN SURESİ indi: De ki: Ey kafirler. Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kafirun. 1-6)
Mekke müşrikleri bu tür ısrarlarından hiç vazgeçmediler. Hatta sırası ile – karşılıklı tanrılarına tapma teklifi bile getirdiler. Hatta Peygamber Aleyhisselam’dan, Yıllar sonra TAİF’LİLER de İslama girmeme konusunda diretmişler, LAT isimli putlarından vaz geçemeyeceklerini, bu konuda biraz mühlet tanımasını, Namaz ve Zekat konusunda toleranslı davranmasın istemişlerdi. Peygamber Aleyhisselam da “acaba biraz onların dediklerine yanaşarak bu dini sevdile bileceğini aklından geçirmiş ti” ki, ilahi uyarı gelmeşti. Hemde sert bir tonla:
“Neredeyse seni bile. Sana vahy ettiğimizden başkasını Bize karşı uydurasın diye fitneye düşüreceklerdi. O takdirde seni dost edineceklerdi.Ve eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, onlara az kalsın biraz meyledecektin.O takdirde Biz sana hayatında kat kat (azab)ını, ölümünde kat kat (azab) ını tattıracaktık. Sonra bize karşı hiçbir yardımcıda bulamayacaktın.Yakında seni bu yerden (Mekke’den) çıkarmak için mutlaka rahatsız edecekler. O takdirde kendileri de senin ardından ancak pek az kalacaklar.(Bu) senden önce gönderdiğimiz peygamberler için uyguladığımız sünnet(imiz)dir. Sen bizim sünnetimizde hiçbir değişiklik bulamazsın.” ( İsra. 72-76 )
SICAK SAVAŞ
Mekke’nin tağuti güçleri,her ne kadar PSİKOLOJİK SAVAŞ ve sonrada POLİTİK SAVAŞ taktiklerini aşamalı olarak yürütmüş olsalar da SICAK SAVAŞI da hiçbir zaman gündemlerinden düşürmemişlerdir. Bu yöntem ve süreçler tüm şeytani güçler tarafından uygulana / sürdürüle gelmiştir. Tarih boyu tüm şeytani güçler, her ne kadar daha sinsice ve kurnaz savaş yöntemleri olan “psikolojik ve politik” savaşları öncelemişler ise de.., süreç içinde zaman zaman ve son hamle olarak da sıcak savaşla / toptan yok etme eylemi ile İslami hareketleri tarih sahnesinden silmeye çalışmışlardır. Hemen tüm peygamberler ve onlara güzelce tabii olmuş ‘Ashaplardan kurtulmak için öldürmeyi / toptan yok etmeyi son çare olarak görmüşlerdir. Mekke müşrikleri de süreç içerisinde lokal / münferit girişimlerde bulunmuş, öldürerek (Şehid ederek-mesela Yasir ailesinde olduğu gibi) yani sıcak savaş yoluyla da tevhidi hareketi yok etmeye çalışmıştır. Ama asıl sıcak savaşı köklü çözüm olarak Hz Muhammed Aleyhisselam’ı katletmekte görmüşler ve bu girişimlerini hemen hicret öncesi yapmaya kalkmışlardır. Sıcak savaşın biraz daha yumuşak türü olan “hayat damarlarını keserek tüm topluluğu ölüme mahkum etme” yöntemi olan AMBARGO uygulaması da gündeme girmiş ve bu uygulama üç yıl sürmüştür. Bu olaya ileriki sayfalarda değineceğiz. Şimdi tarihin tüneline girerek“sıcak savaş” örneklerinden bazı hatırlamalar yapalım.
Kabil’in kardeşi Habil’i katletmesi:
“Onlara Adem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Onlardan birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen) Demişti ki: “Seni mutlaka öldüreceğim.” (Öbürü de:) “Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabul eder.
“Eğer beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.
“Şüphesiz kendi günahını ve benim günahımı yüklenmeni ve böylelikle ateşin halkından olmanı isterim. Zulmedenlerin cezası budur.
Sonunda nefsi ona kardeşini öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrana uğrayanlardan oldu.
Derken, Allah, ona, yeri eşiyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren bir karga gönderdi. “Bana yazıklar olsun” dedi. “Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim?” Artık o, pişman olmuştu”. ( Maide. 27-31)
“Ashab-ı Uhdut kıssası:
Eski çağlarda karşı görüşlü insanların diri diri yakılması olağan bir şeydi. Bir iktidara ve dine muhalefet edenler diri diri yakılan insanların başında geliyordu. Çeşitli tarih kitapları ve eserleri iman sahiplerinin, kâfir ve müşrikler tarafından içinde ateş yakılan çukurlara atılmalarına ilişkin olay ve hikâyelerle doludur.
Bu tür hikâyelerden biri Hz. Süheyl’i Rami (ra) tarafından rivayet edilmiştir. Hz. Rami Resulullah’ın bir defasında şöyle bir kıssa anlattığını kaydetmiştir.: “Krallardan birinin yanında bir sihirbaz vardı. Bu sihirbaz yaşlanınca, Kraldan kendisine sihir ve bütün hünerlerini öğrenebilmesi için bir genç çocuk göndermesini rica etti. Kral, yaşlı sihirbazın bu ricası üzerine böyle bir çocuk gönderdi. Çocuk sihirbazlığı öğrenmeye başladı. Fakat o çocuk, sihirbaza gelip giderken bir Rahib’e (ki herhalde Tevhid üzere yani Hz. İsa’nın dini üzere idi) gidip gelmeye başladı ve rahibin vaaz ve telkinlerinden etkilenerek iman sahibi oldu ve körler ile cüzamlıları iyileştirmeye başladı. Kral bu çocuğun tevhide iman ettiğini duyunca önce rahibi öldürttü ve daha sonrada çocuğu öldürtmek istedi. Fakat ona karşı kullanılan silah etkisiz kaldı. Nihayet çocuk dedi ki, “eğer beni öldürmek istiyorsan, bu çocuğun Rabbinin adıyla diyerek bana ok at, ben ölmüş olacağım” Kral dediğini yaptı ve çocuk öldü. Bunun üzerine olayı seyretmekte olan kalabalık hepsi bir ağızdan “Biz bu çocuğun Rabbine iman ettik” dediler. Kralın yandaşları ve dalkavukları dediler ki; “ey majeste, korktuğumuz başımıza geldi. Halk sizin dininizi bırakıp bu çocuğun dinin kabul etti” Kral son derece öfkelendi ve yolun kenarında büyük çukurlar kazdırdı. Bu çukurları ateşle doldurdu ve imanlarından dönmeyenleri bu çukurun içine attırdı. (Ahmet, Müslim, Nesei, Tirmizi, İbn Cerir, Abdurrezzak, İbn Ebu Şeybe, Taberani ve Abd Bin Hameyd)
Yasin suresinde konu edilen “KARYA ASHABI’NDA KONU EDİNEN MÜMİN İNSANIN DURUMU da bu konu ile ilgigi örnek verilebilir.
Azimet-Ruhsat Mevzusunun İslamdaki YeriAzimet – Ruhsat mevzusunda birkaç noktayı çok iyi bilmemiz lazım. Onun için burada bu mevzu üzerinde biraz durmak istiyoruz. Çünkü “İslami Hareketlerin / Tevhidi oluşumların” varlığı ya da yokluğu, değeri ya da değersizliyi, etkinliği y ada etkinsizliği, çağa damga vuruşu ya da bir değer ifade etmeyişi.., bu iki meselenin iyi anlaşılmasına bağlıdır. Bir defa şunu belirtelim ki, “ruhsat” arızi bir durumdur, asli bir durum değildir. Aslolan “azimet”tir. Çünkü tarihi azimet sahipleri yazmıştır, ruhsat sahipleri değil. İzzet – onur azimetle ayakta tutulur, ruhsatlarla değil. İkincisi ruhsatı tabi olanlar kullanabilir, yani uyanlar kullanabilir, kendisine uyulan değil. “Hareket önderi yada öncü” ruhsatı kullanamaz. Çünkü hareket önderi demek; “hareket” demektir. Hareket önderin söylem ve tavırlarıyla hareketin rengini belirlemektedir. Düşünebiliyor musunuz! Ammar’ın yaptığını Hz Muhammed yapabilir miydi ? Hz Muhammed’in yapması durumunda bırakacağı iz ne olurdu? Arızi durumlar ve bu arızi durumlar için kullanılan ruhsatlar dinde kural olamaz. TEBLİĞDE, AZİMET-RUHSAT MEVZUSU:
- Hz Ebu Bekir’in azimete sarılması:
Hz Ebu Bekir de Habeşistan’a hicret etmeye karar verir ve yollara düşer. Bunu gören Mekke eşrafından birisi “Ebu Bekir gibi soylu, iyilik sever bir insanın kabilesini / ülkesini terk etmesi acı bir durumdur” diyerek Hz Ebu Bekir’i kefaletine alarak tekrar Mekke’ye döner. Şimdi bundan sonrasını tarihten dinleyelim. Al
“İbn İshak, Zühri ve Urve kanalı ile Hz. Aişe’nin şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Ebu Bekir, müşriklerin eziyetlerine maruz kalıp Mekke kendisine daralınca ve Kureyşlilerin Rasûlullah ile ashabına karşı birleşik bir cephe oluşturup eza verdiklerini görünce, hicret için Rasûlullah’tan izin istedi. O da kendisine izin verdi. Ebu Bekir, hicret için yolculuğa çıktı. Mekke’den bir veya iki günlük mesafede iken yolda, îbnu’d-Dagme(Dağne?) kendisine rastladı. Bu adam, Ahabişin lideri Beni Haris b. Bekir b. Abdumenaf b. Kinane’nin kardeşi idi.
Vakidî’nin dediğine göre adı, Haris b. Yezid’dir. Beni Bekir b. Abdumenaf b. Kinane’ kabilesinden bir ferttir. Süheylî de adının Malik olduğunu söyler. Îbnu’d-Dağıne, Ebu Bekir’e sordu:
– Nereye Ey Eba Bekir?
– Kavmim beni sürgün etti. Bana eziyet verdi. Beni baskı altına aldı.
– Niçin? Allah’a yemin ederim ki, sen aşiretini süsler, musibetlere karşı yardımcı olur, iyilik işler, yoksulu kazançlı kılar, ona yardım edersin. Haydi Mekke’ye dön. Artık sen, benim himayem altındasın.
Ebu Bekir, Îbnu’d-Dağıne’yle birlikte geri döndü. Nihayet Mekke’ye girdiler. İbnu’d-Dağine, onun yanında durup şöyle seslendi:
– Ey Kureyş topluluğu! Ben, Ebu Kuhafe’nin oğlu Ebu Bekir’i himayeme aldım. Artık hiç kimse, iyilik dışında ona karışmasın!
- Osman Bin Maz’un’un Azimete Sarılması
Osman b. Maz’un, Velid b. Mugîre’nin himayesi altında yiyip içip rahatça yaşarken, Resûlullah (a.s.) ve ashabının ibtilâya uğradıklarını (belâlara maruz kaldıklarını) ve bazılarının ateşle dağlandıklarını, kırbaçla dövüldüklerini görünce, düşünceye daldı. Kendisi için de, afiyette bulunma yerine, ibtilâya uğramayı istedi:
“Vallahi, arkadaşlarımın ve ev halkının Allah yolunda uğradıkları türlü belâ ve işkencelere, bir müşrikin himayesi altında bulunarak benim uğramayışım, emniyet içinde bulunuşum, benim için büyük bir noksanlıktır! Şaşılacak şey! Bir müşrikin himayesi altında nasıl bulunabilirim! Allah’ın himayesi, daha şerefli, daha emniyetlidir!” diyerek Velid b. Mugîre’nin yanına gitti.Velid b. Mugîre, o sırada, Mescid-i Haram’da bulunuyordu. Osman b. Maz’un ona:”Ey Abduşşems’in babası! Ey amca! Ey amcamın oğlu! Sen beni himayene aldın! Güzelce de himaye ettin! Taahhüdünü yerine getirdin! Şu ana kadar senin himayen altında idim. Şimdi senin himayenden çıkıp Resûlullah (a.s.)ın yanına gitmek istiyorum ki, o ve ashabı, benim için örnektir! Artık, üzerimdeki himayeni sana iade ediyorum! Beni Kureyşlilerin içine götürüp üzerimdeki himayenden vazgeçtiğini bildirmeni istiyorum!” dedi. Velid b. Mugîre: “Ey kardeşimin oğlu! Ne için himayemden çıkmak istiyorsun? Yoksa, kavmimden bir kimse sana işkence mi yaptı? Veya küfür mü etti? Veya Sana bir kimseden kötülük mü erişti”? Yoksa, benim himayem sana yeterli olmadı mı?” diye sordu.
Osman b. Maz’un:”Hayır! Vallahi, bana ne bir kimse çatmış, ne de işkence yapmıştır. Fakat, ben Yüce Allah’ın himayesinde bulunmaya razı oluyor, O’ndan başkasının himayesinde bulunmayı istemiyorum!” diyerek ısrar edince, Velid b. Mugîre: “Öyleyse, Mescid’deki toplantı yerine gidelim de, senin üzerinde bulunan himaye taahhüdümü orada bana açıktan iade ve reddet-benim seni himaye edişimi orada açıklamış olduğum gibi!” dedi. Kalkıp Mescid’deki toplantı yerine gittiler. O sırada Kureyşliler, her zaman olduğu gibi, toplu bir halde bulunuyorlar; ünlü şair Lebid de onlara şiir okuyordu.
- Cafer Bin Ebu Talib’in ve Yaban Ellerdeki Sahabinin Azimete Sarılmaları
Bazı küçük farklılıklarla beraber, müslümanların Habeşistan’a hicret ettiklerinde gelişen olaylar aşağıdaki gibidir:
Mekke müşrikleri hem itibar kaybını önlemek ve hemde islamın oralarda yayılıp kendilerine problem çıkarmaması adına meşhur plitikacı olan Amr İbn As’ı pekçok hediyelerle Habeş kralı Necaşi’ye gönderdiler. Görüşmeler sırasında Necaşı’nin adamları ve Amr İbn As’ın başkanlık ettiği heyet Necaşi’nin önünde eğilmiş, müslümanlar ise eyilmemişti. Yanlız Allah’ın önünde eğilmeyi pirensip edinen bu muhacir müslümanlar, tüm hayati tehlikeleri göze alarak bu temel duruşlarından asla taviz vermemişler ve müslümanların sözcüsü olan Cafer b. Ebu Talip; müslümanların Peygamberleri dahil Allah dışında hiçbir gücün önünde eğilmediklerini net bir şekilde ifade etmişti. Böylelikle hem Rablerinin rızasını kazanmaış ve hemde Necaşi tarafından itibar görmüşlerdi…
“Peygamberimiz (a.s.)ın zevcesi Hz. Ümmü Seleme demiştir ki:
“Biz, Habeş ülkesine ayak bastığımızdan itibaren, Necaşi’den, en hayırlı bir komşuluk ve koruyuculuk gördük.
Dinimiz hakkında güvenlik içinde bulunduk.
Hiç eziyet edilmeksizin ve hoşlanmayacağımız hiçbir şey işitmeksizin, Yüce Allah’a ibadet ettik.
Kureyş müşrikleri, bu durumumuzu haber alınca, aralarında görüşme, konuşma yaptılar. Bizi geri çevirmesini istemek üzere, içlerinden, özü gözü pek iki kişiyi Necaşi’ye göndermeyi ve ona Mekke eşyasından, kıymetli gördükleri şeylerden hediyeler sunmayı kararlaştırdılar.
Ve çağdaş örnekler…