KonferanslarVideolar

Mekkeden Medineye Hz Peygamberin Mücadele Sünneti ve Yoldaki İşaretler Konferansının 1. Bölümü Yapıldı!

Kalemder’in organize ettiği aylık Konferanslar serisinin Ekim ayı Konferansı “Mekkeden Medineye Hz Peygamberin Mücadele Sünneti ve Yoldaki İşaretler” Konferansının 1. Bölümü Yapıldı!

Kalemder dernek binasında yapılan Konferansta ilk önce Ahmed Kalkan hoca bir konuşma yaptı. Ahmed Kalkan Konuşmasında, Misafirler hoş geldin dedikten sonra Kalemderin faailiyetleri hakkında bilgi verdi ve konuşmasını yapması üzere İlkav Başkanı Mehmet Pamak hocayı mikrofona davet etti.

Programda bir konuşma yapan Mehmet Pamak, konuşmasına Ümmetin şuan içerisinde bulunduğu durun ile ilgili bilgiler verdi ve Konuşmasına şu şekide başladı; 

“Ümmeti teşkil eden halkların, hilafetten ya da imametten saltanata doğru sapmayla siyasal alanda başlayan ve tarihsel süreçte Kur’an’ı mehcur bırakarak, resulün sünnetini, güzel örnekliği terk ederek yüzyıllarca süren bozulma giderek ilmi çalışmaları ve tüm toplumsal alanları da kuşatmıştır. İşte bu büyük ve derin yozlaşma sonucunda, ümmet tevhidi netliğini ve niteliğini kaybetmiş, aslında ıstılahî anlamda ümmet olma vasfını yitirmiştir. Kur’an’dan uzaklaşıldıkça cahiliye yeniden üretilmiş, sonuçta Müslüman halklar cahiliye toplumlarına dönüşerek ve cahili sistemlerce kuşatılmış, ümmet bölünmüş, parçalanmış ve zillete sürüklenmiştir. Bu uzun süreçte yaşanan bütün yozlaşmaya rağmen, var olan vahye dayalı birikimle bir kültür ve medeniyet de üretilmiştir.  Ama bu İslam’ın değil, vahiyle de karışık o günün geleneksel anlayışlarının ve saltanat kültürünün ürettiği bir tarih ve medeniyettir. Ancak siyasi sapma sonucunda zamanla Müslüman halklar da cahiliye toplumu hüviyetine büründükçe, bu iktidar ve medeniyetlerini de kaybederek, sömürgeci seküler Batı medeniyet ve kültürünün istilasına maruz kalmıştır.
 
İşte son 40-50 yıldır, ümmet coğrafyasında bu hali sorgulayan ve Kur’an’a ve sünnete sarılarak yeniden dirilişe çağıran ıslah öncülerinin önderliğinde bir İslami uyanış süreci içine girildi. Bu süreç, başından beri, hem yerli despot yönetimlerce, hem de onların da destekçileri ve koruyucuları olan küresel emperyalist devletlerce, bu sürece sürekli müdahalelerle kesilmeye, yönlendirilmeye, provoke edilerek istikametinden çıkarılmaya çalışılıyor. Müslüman öncü şahsiyetler, alimler sık sık şehid edildiler, uyanış süreci kadrolarıyla birlikte zindanlara dolduruldular. İslami davet ve uyanış çabaları baskılarla, yasaklarla ve çok boyutlu zulümlerle engellenmeye çalışıldı. Bütün bunlara rağmen, fedakar öncülerin ve bedel ödemekten çekinmeyen samimi Müslümanların yılmayan, çözülmeyen gayretleri, azimli, sabırlı direnişleriyle bugünlere gelindi”.
 
Daha sonra Müslüman halkların coğrafyasında yaşanan halk ayaklanmalarını ve gündeme bir daha oturan yöntem tartışmalarını değerlendiren Pamak şunları ifade etti:“Müslüman coğrafyasındaki halkların birikmiş haklı öfkesi vardı. Türkiye’de sistem içi değişimin önü açıldı. Laik hukuk, liberal ekonomi ve muhazakâr demokrat bir Model oluşması ve örnek alınması istendi. Tunus’ta ise halkın öfkesi patlayarak ülkeyi kuşattı ve bölgede halk ayaklanmaları başladı ve ilk başta süratle yayılma eğilimi gösterdi. Ama müdahale edildi Mısır’da geri döndürüldü, Suriye’de önü kesildi.
 
İran ve Suriye doğulu emperyalistlerin safında (Irak hem doğulu hem de batılı emperyalistlerin oyuncağı), Türkiye, Suud, Körfez, Ürdün ve Sisi’nin Mısır’ı Batılı emperyalistlerin safında yer alarak emperyalist devletlerin ve İsrail terör devletinin projelerinin figüranı olmak durumuna düştüler. İşte bu çıkar eksenli çatışmacı ve işbirlikçi cepheleşmeci yöneliş sonucunda bölge de bugünkü kaosa sürüklendi. Halbuki bunlar, Batılı ve doğulu emperyalistlerin safına kayıp bölgede cepheleşeceklerine, inisiyatif alıp bölgenin sorunlarını bölgede geliştirecekleri yerli ve özgün politikalarla çözmeyi deneselerdi ve böylece bölge halklarının kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarının önünü açsalardı, emperyalist müdahaleler alan bulamazdı. Bu bölge ülkeleri, despot, diktatör yönetimlerin tasfiye olmasının yolunu açıp zulümlerini engelleyebilselerdi, bölge sadece emperyal projelere hizmet edip yerli halklara zarar veren bugünkü kaosa sürüklenmezdi. Tabii ki sonuçta, IŞİD benzeri kör şiddet eksenli grupların istismar edip yeşereceği, güçleneceği ve kolayca maniple edilip yönlendirilebileceği ortamlar oluşmazdı.
 
Bu yanlışlar sonucunda bugün içine sürüklenilen durum, hem emperyalistlerin bölgeyle daha kolay oynamalarının önünü açmakta, bu bağlamda Irak ve Suriye’de on binlerce masum insanın katledilmesi devam etmekte, Mısır’da Batıcı cuntanın katliam ve zulümleri egemen olmakta, hem de İsrail terör devletinin Filistin ve bölge üzerindeki projelerini uygulamaya koymakta daha da cesaretlenmesine, azgınlaşmasına sebep olmaktadır. İşte bu sebeplerle bugün bölgemiz giderek daha tehlikeli çatışmalara doğru sürüklenmekte, İslam ve Müslümanlara büyük zararlar veren emperyalist ve Siyonist projeler daha kolay uygulama alanı ve imkanı bulabilmektedir”.
  
 Müslüman, vasat dışındaki “Ilımlı” ya da “silahlı İslam”a zorlanıyor
 
Çoğunluk Müslümanların tam da emperyalist demokrasilerin de beklentileri istikametinde birbirini de besleyen iki uca doğru savrulduklarını ve vasattaki Nebevi yöntemi takip etmekten uzaklaştıklarını ifade eden Pamak, bu konuda şu değerlendirmeyi yaptı:
 
“Uzun yıllardır yaşanan olaylar iyi değerlendirildiğinde, netleşerek bariz bir biçimde ortaya çıkmış olan sonuç şudur: Bölgedeki değişim, dönüşüm ve uyanış sürecinde Müslümanlar vasattan sapan iki uca doğru itiliyorlar. Batıl sistem içi demokratik siyaset ile kör şiddete dayalı silahlı mücadele kıskacına alınmaya çalışılıyorlar.
 
Böylece bölge halkları içinde yaşanan İslami uyanışın tevhidi istikameti koruyarak gelişmesi ve Nebevi yöntemi takip ederek Allah’ın razı olacağı hedefe yönelmesi engellenmek, istikametini bozarak ve yozlaşarak batıla bulaşması ya da insanların nefretini kazanacak şekilde kör şiddete doğru sapması temin edilmek isteniyor. Bu amaçla İslami diriliş öbekleri; birincisi batıl sistem içi demokratik siyasete eklemlenerek uzlaşmayı, ikincisi ise ilkesiz, ölçüsüz kör şiddeti “cihad” sanan silahlı mücadeleyi esas alan Nebevi yönteme aykırı iki uca doğru itiliyorlar. Böylece hem insanlığın uyanışına vesile olacak bir örneğin bölgede ortaya çıkıp modelleşmesi engellenmek, hem de oluşan İslami birikim bu iki uçta toplanarak, kör şiddete dayalı kaosun ya da batıl sistem içi siyasetin içine çekilerek yozlaştırılmak isteniyor. Sonuçta, İslami uyanışın özgün istikametini koruyarak ve nebevi yöntemi takip ederek özgün İslami hedefe doğru tevhidi bir stratejiyle ilerlemesi engellenerek, insanlık için özlenen sahici bir İslami alternatifin ortaya çıkması önlenmek isteniyor”.
 
Alim sıfatı taşıyanların demokratik siyasete destekleri, bir yandan sistem içi savrulmayı, diğer yandan da şiddet eksenli tekfirciliği besliyor
 
Pamak, alim ve öncü konumundaki Müslümanların nebevi yöntemde sebat eden bir örneklik oluşturmak yerine sistem içi siyasete davet eden yaklaşımlar sergilemelerinin de bu iki uca savrulmaları besleyen bir rol oynadığını ifade ederek şunları söyledi:
 
“Maalesef, alim sıfatı taşıyan, yada Müslüman yazar, öncü, aydın konumunda bulunan şahsiyetlerin sistem içi siyasete davet çabaları, hem bazı genç Müslümanların tepkisine yol açarak, onları silahlı mücadeleyi yöntem olarak benimsemeye itici bir etkisi olmaktadır. Hem tevhidi uyanış süreci bakıyesi kesimlerin kafalarının karışmasına sebep olarak, onlar nezdinde sistem içi demokratikleşmeye meşruiyet kazandırmaktadır. Hem de zaten sistem içi tasavvuru aşamamış olan tevhidi bilinçten yoksun musalli insanların sistem içinde kalmaları kalıcılaştırılmakta, onların tevhidi bir bilince ermeleri için hakiki bir örneklik/şahidlik yapılamamış olmaktadır.
 
Bir yandan despot rejimlerin ve emperyalistlerin baskı, zulüm, sömürü, işkence ve katliamları mazlum halkların çocuklarını şiddete yönlendirirken, diğer taraftan “İslam alimi”, “Müslüman aydın, öncü, cemaat lideri” unvanı taşıyanların nitelikli ve güzel bir örneklik/model oluşturamamaları, mazlum halkların çocuklarında meydana gelen haklı tepkiyi Nebevi bir yönteme kanalize edememeleri, bu anlamda ilmiyle amil ahlaklı örneklikler ve doğru temsiller ortaya koyamamaları da bu eğilimi güçlendirici bir rol oynamaktadır.
 
Hatta tam tersine bu öncülerin ortaya koydukları eklektik, hak-batıl karışımı söylem ve duruşlar, batıl sistem içi siyasetlere eklemlenmeye yönelik çağrılar, bu silahlı mücadeleye dayalı şiddet eksenli uca doğru eğilimi daha da besleyen bir rol oynamaktadır. Çünkü kendileri Nebevi vasatta bir örneklik oluşturmak yerine, sistem içi siyasete doğru meyledip, üstelik Müslümanları Nebevi yöntemle sadece Kur’an’a davet edecek yerde sistemin laik demokratik partilerine oy vermeye çağırmaları, bir yandan Müslüman kesimde laik demokrasiye doğru savrulmaları teşvik ediyor. Diğer yandan da, batıl sistem içi siyasete, laikliği savunan ve şirkle hükmeden bir partiye ve liderine oy vermek gibi bir şirk amelinin “farz”, “ibadet”, “takva”, aksinin ise “günah” olduğunu bile söylemeye kadar varan ilkesiz, tutarsız yaklaşımlar ortaya koymaları sebebiyle bunalan ve bu gidişe sinirlenen gençlerin de öteki uca, tekfirci şiddet eksenli uca doğru savrulmalarını tahrik etmiş oluyorlar.
 
Maalesef bu iki uca savrulmalar giderek yaygınlaşıyor; ülkemizdeki ve bölgemizdeki İslami uyanış öbeklerinin çoğunluğu sistem içi demokratik siyasete eklemlenirken, daha az olan bir kısmı da tekfirci kör şiddete doğru kayarak bu emperyalist beklentiye, bu yanlış tercihleriyle ve hal diliyle olumlu cevap veriyorlar. Vasattaki tevhidi uyanışın oluşturduğu birikim ise, zaman zaman provoke edilerek ya da değişik yöntemlerle yönlendirilerek ve önleri açılıp teşvik edilerek yahut da kimi öncülerinin aceleciliğiyle, kısa zamanda sonuç almak isteğiyle kolayca harcanıyor. Kimi öncü şahsiyetlerin, yazar ve aydınların ve kimi samimi tepkisel gençlerin; kulluk ve ahiret eksenli hayat tasavvuru yerine ikame ettikleri iktidar ve dünya eksenli tasavvurları çerçevesinde bu iki uca savrulmaları gerçekleşiyor. Kimilerinin bazı kazanımlar, görece özgürlükler elde etmek, iktidar nimetlerine ulaşmak pragmatizmiyle, kimilerinin de bir an önce despot yönetimleri def edip güce kavuşmak ve baskılara, zulümlere bir an önce son vermek amacıyla, aynı zamanda şiddete dayalı yöntemlerle de olsa hakimiyet kurmak hevesiyle iki uca doğru savrulmaları sonucunda istikamet krizi ve yöntem kargaşası içine giriliyor. Sonuçta da hep birlikte çabalarımızla oluşan İslami birikim bir türlü istikameti ve ilkelerini koruyarak gelişemiyor ve alternatif bağımsız bir İslami yapı oluşturamadan her seferinde sisteme eklemlenerek eriyor ya da kaosa sürüklenerek yozlaşıyor”.
 
Demokrasilerdeki gardiyanını seçme imkanını özgürlük sananlar, zihin zindanlarını içselleştirenlerdir
 
Sistem içi demokratik siyasete doğru kayanların, hallerini meşrulaştırmak için, ulus devletlerin kuşatması altında yani “zindan”ında bulunduklarını ve kendilerine bu zindanda gardiyanlarını seçme imkanı tanındığını ifade ederek, kendilerine daha az zulmedecek gardiyanı seçme süreçlerine katılmalarının haklı ve meşru olduğuna dair savunmalarını eleştiren Pamak, şunları söyledi:
 
“Egemen batıl rejimlerin demokrasi adı altına sunduğu gardiyanını seçme özgürlüğünü kullanarak bu tür seçim süreçlerine katılanlar, cahiliyenin zindanından çıkma hedefini kaybederler. Gardiyanını seçme süreçlerine katılanlar, zindandan asla çıkamazlar. Çünkü hep görece daha iyi gardiyan beklentisi ve arayışı içinde giderek zindanı daha çok kanıksarlar. Bu sebeple tüm çabalarının sonucunda sadece aynı zindan içinde görece bazı rahatlıklara kavuşabilirler.
 
Ufku sistem dışına ulaşamayanlar, sistemi aşan bir gelecek tasavvuruna sahip olmayanlar, yani ufku gardiyanın en iyisini seçmekle sınırlı olanlar, zindanda olduklarını ve bu kuşatmayı aşmak gerektiği perspektifini yakalayamazlar. Hatta bazen bu kuşatmayı aşmak adı altında bile gardiyanın “zindandayız ve gardiyanın en iyisini seçmek mecburiyetindeyiz, başka çaremiz yok” misali çaresizlikler üreterek “ehven-i şer” fıkhı oluşturmakla oyalanırlar. Gardiyanını seçme imkanını özgürlük sanıp, en iyi gardiyanı seçme girdabına kapılanlar,, yaşadıkları kuşatmayı gerçekten aşacak, zindan duvarlarını yıkacak devrimci, inkılapçı bir zihne ve iradeye sahip olmayanlardır. Bu kuşatılmış, zindanlara razı olmuş, işgal altındaki özgür olmayan zihinler, özgün, inkılapçı, dönüştürücü, inşa edici düşünceler, fikirler, projeler üretemezler. Hep sistem (zindan) içinde daha iyisini arar dururlar. İnsanların önündeki tercih masasına egemenlerin koydukları ya da bu masaya gelmesine izin verdikleri tercihlerden birisini seçmeye razı olmak, sistemi değiştirecek olan asıl tercihi devre dışı bırakmaktır ve bu büyük bir zillettir.
 
Egemen rejimlerin kuşatması altında izin verilen gardiyanlardan birisini seçme imkanını özgürlük sananlar ya da bu süreçlere katılanlar, sonuçta hüküm ve hakimiyetin, emretme yetkisinin ve nihai anlamda kanun koyma hakkının sadece Allah’a ait olduğu sahici özgürlük ve adalete kavuşamazlar. Hatta bu gerçek özgürlük düşüncesini bile zamanla yitirip zindan şartlarını kanıksayarak yozlaşırlar”.
 
Vasattan sapan bu iki uç, aynı zamanda birbirini besleme rolü de oynuyor
 
  
Pamak, demokratik uca savrulanların bu tutumunun şiddet eksenli tekfirciliği beslediğini, demokrasiye savrulanların da bu konumlarını meşrulaştırıcı bir bahane olarak, kör şiddeti esas alanların şer’i hudutları aşan zorbalık ve vahşetlerini kullandıklarını ifade ederek bu konuda şunları söyledi:
 
“Aslında vasattaki nebevi yöntemden ayrışarak ortaya çıkan bu iki sapma, iki uç, birbirini itme, tahrik etme ve besleme rolü de oynuyorlar. Batıl sistem içi uzlaşmacı çizgiye savrulanlara kızanlar yeni bir ilkesizlikle ölçüsüz tekfir ve kör şiddete kayarken, onların bu kör şiddetini ve zulmünü görenler de laik demokrasinin “faziletlerini” (!) yeniden keşfetmeye başlayabiliyorlar. Yani her iki uç da, Müslümanları tevhidi istikametten saptırıp bozuyor ve vasattan sapmaları sebebiyle yozlaşmalarına yol açıyor. Sonuçta bu iki uca kayanlarbirlikte, vasat olan Nebevi yönteme, İslam’a, Müslümanlara ve İslami tevhidi mücadeleye büyük zararlar veriyorlar. Bu yüzden on yıllardır süren çabalar sonucu sağlanan birikim hep bu iki uca savrulanlar tarafından heba edildi. Birisi faşist, diğeri demokratik olan bu iki batıl yöntem, bunca yıl denendiği halde dünya insanlığına örnek olacak İslami bir sisteme ulaşılamadı, ulaşılamaz. Her seferinde hüsran, kan, gözyaşı, acı, ıstırap, katliam ya da baskı, yasak ve tasfiye geldi. Birikimler heba oldu ve daha geriye gidildi. Halbuki tek denenmeyen Nebevi yöntem olduğu halde, bir türlü bu idrak edilemiyor, kabullenilemiyor. Üstelik iktidar eksenli bu iki uç, kulluk ve ahiret eksenli Kur’ani çizgiyi ve Resulün mücadele sünnetini tavizsiz sürdürmekte ısrar eden vasattaki az sayıda Müslüman’ı ise, yok sayıp dışlıyorlar, hatta bazen “hala orada mısınız?” diyerek küçümsüyorlar.
 
İfade ettiğimiz sebeplerle İslami uyanış süreci mensupları, “ılımlılık” ve “radikallik” olarak tanımlanan iki uca doğru itilerek, zorlanarak, yönlendirilerek vasattaki Nebevi yöntemden uzaklaştırılıyorlar. Kur’ani davet ve inşadan uzaklaştırılarak ilahi yardımı hak etme imkanından da mahrum bırakılıyorlar. Sonuçta bir taraftan bölgede egemen kıldıkları işbirlikçi despot yönetimlerin baskı, zulüm ve işkenceleriyle, diğer taraftan bizzat kendilerinin işgal, istila, katliam ve sömürü politikalarıyla bölgeye tahakküm eden emperyalist devletler, bölge halklarının zulme itiraz eden çocuklarının haklı bir isyanla silahlı mücadeleye doğru kaymasını sağlıyorlar. Sonra da içlerine sızarak ya da bizzat yetiştirdikleri kadrolara da bu tür yapılar teşkil ettirerek veya başka yöntemlerle (ürettikleri silahları istediklerine istedikleri kadar -istedikleri parayla- vererek, istihbarat çalışmaları ve provokasyonlar yaparak) istedikleri istikamette yönlendirmeler yapıyorlar. Böylece bölgenin kaosa sürüklenmesini ve kendi yeni müdahalelerine ya da yeni emperyalist projelerini uygulamalarına müsait ortamların oluşmasını sağlayıp kullanıyorlar”.
 
Akıde merkezli yeniden inşa yerine, üretilmiş tarihi kültür ve medeniyeti ihya
 
Kendini İslam’a nispet eden ve İslami duyarlılığı olan camiada, düşünce ve siyaset perspektifinin iki eksende gelişmekte olduğunu, başından beri iki hayat ve gelecek tasavvurunun öne çıktığını; birisinin, inzal edilmiş değerler, akıde ve vahiy ekseninde İslami toplumu yeniden inşayı hedefleyen ahiret ve kulluk eksenli hayat ve gelecek tasavvuru; diğerinin ise, İslam toplumunun var olduğuna inanarak, sadece kaybedilmiş iktidarı sistem içi siyasetle ele geçirip tarihte üretilmiş kültür ve medeniyeti yeniden ihya etmeyi hedefleyen iktidar ve medeniyet eksenli hayat ve gelecek tasavvuru olduğunu ifade eden Mehmet Pamak, bu iki tasavvur hakkında şunları söyledi:
 
“Birincisi Nebevi yöntemi esas alan,Kur’an ve akıde merkezli ıslah ve inşa çabasıyla İslami toplumu oluşturmayı önceleyen ve yaşanacak Kur’ani inkılap ve toplumsal dönüşüm sonucu Allah’ın takdiriyle Medine’ye (İslam’ın iktidarı ve medeniyetine) ulaşmaya çalışan gelecek tasavvurudur. Akıde, kulluk ve ahiret eksenli bu gelecek tasavvuru, üretilmiş olana değil, inzal edilmiş olana uymayı ve Resulün (s) mücadele sünnetini esas alır.
 
Bu tasavvur, içinde yaşanılan toplumu, Kur’an’ı mehcur (terk edilmiş) bırakmış cahiliye toplumu ve bu toplumun ayakta tuttuğu egemen sistemi de cahiliye sistemi olarak değerlendirir. Bu önemli tespitten sonra ise, tebliğ, eğitim ve şahidlik eksenli tevhidi mücadeleyle toplumun özündekini değiştirmek suretiyle, cahiliye toplumu olmaktan çıkarıp İslami topluma dönüştürmeye ve sonuçta Allah’ın da toplumun durumunu değiştirmesine zemin hazırlamaya çalışır. Yani “Kur’an’la büyük cihad” yaparak toplumsal inkılabı hedefler. Bu tasavvurda, İslami siyasal değişim, ancak İslami sosyal değişimin sonucu olarak Allah tarafından takdir edilecektir. İşte bu suretle nefsindekini vahyi ölçülerle değiştirip İslam toplumu ortaya çıktığında, yani Mekke inşa edilerek Medine’ye ulaşıldığında ise, artık bu İslami toplumsal zeminde İslam’ın iktidarı ve medeniyeti üretilebilecektir. Aksi takdirde cahiliye toplumu ve sistemi devam ederken, eski medeniyetin ihyası İslami olma niteliğini kazanamayacaktır.
 
İkinci gelecek tasavvuru ise, iktidar ve medeniyet eksenli bir tasavvurdur. Bu çizgi, kulluk eksenli tasavvurun cahiliye toplumu olarak nitelendirdiği toplumu İslami toplum olarak kabul ettiği için, hedefi toplumu vahiyle dönüştürüp İslami toplumu inşa etmek değil, var olan ama iktidarını kendi kültür ve medeniyetine yabancı kadrolara kaptırmış olan toplumu siyasi iktidarı değiştirmeye davet ederek sistem içinde iktidar olmayı hedefler. Toplumu İslami kabul ettiği için, bu İslam toplumunun bugüne kadar tarihte ürettiği tüm kültür ve medeniyeti kutsal bilip sahiplenir. Bu görüşe göre, İslami toplum vardır, sadece iktidarını kendi kültür ve medeniyetine yabancı Batıcı kadrolara kaybetmiştir. İşte bu sebeple de medeniyet krizine düşmüş, medeniyet yürüyüşü durdurulmuş ve emperyalist Batı medeniyeti tarafından kuşatılmıştır. Bu yüzden yapılacak tek şey, halkın siyasal desteğini alıp hükümet olarak sistem içinde yakalayacakları fırsatları değerlendirmek suretiyle, Batı kültür ve medeniyetinin kuşatmasını aşarak, tarihi birikimi, tarihte üretilmiş kültürü, medeniyeti yeniden ihya ve ümmet coğrafyasını yeniden keşfedip kucaklamaktır.
 
Bu tasavvurun sahipleri, ihya etmek istediği kültür ve medeniyetin bir mukaddesi olarak Kur’an ve sünnete de vurgu yapsalar bile, bu mukaddesleri özne ve belirleyen değil, üretilmiş medeniyet, kültür ve anlayışlar çerçevesinde nesneleştirilen, belirlenen değerler konumuna oturtmaktadırlar. Bu sebeple, Kur’an’ı merkeze alarak üretilmiş olanı sorgulamaktan uzak durarak, hurafesi ve bid’atıyla tüm üretilmiş kültür ve medeniyeti merkeze alıp kutsayarak, onu olduğu gibi yeniden ihya etmeyi hedefler.
 
Bugün bu çizginin temsilcisi, sistem içinde değişimle “Yeni Türkiye” oluşturma iddiası taşıyan Erdoğan-Davutoğlu önderliğindeki, arkasına tevhidi uyanış sürecinden gelip de iktidar ve medeniyet eksenli anlayışı ve bu amaçlı sistem içi siyasal tasavvuru aşamamış, bir çok grup ve öncünün de desteğini almış bulunan siyasal çizgidir. Bu çizginin öncü siyasileri olan Erdoğan ve Davutoğlu, şüphesiz ki akıdevi netlikleri olmasa da İslami duyarlılıkları olan, mevcut haliyle sosyolojik anlamda ümmeti önemseyip kucaklamaya çalışan, bu coğrafyanın ortak kültür ve medeniyetine sahip çıkan siyasetçilerdir. Ama aynı zamanda, laik sistem içinde seküler eğitim ve kapitalist ekonomi politikalarıyla Müslümanları sekülerleştirme, laik demokrasiye ısındırma, dönüştürüp sisteme eklemleme rolü de oynamaktadırlar.
 
Öncelikle geleneksel cahiliye olarak nitelendirilebilecek bid’at ve hurafeleriyle bir bütün olarak kutsallaştırılan geleneksel kültür ve medeniyet birikiminin olduğu gibi ihyası bir sapmadır. Bir de geleneksel birikimi, modern cahiliye olan laik ulus devlet ve onun seküler liberal kavram ve değerleriyle de harmanlayıp bunları da kutsal ilan eden eklektik bir anlayışa saplanmak da bir diğer sapmadır. Böylece ortaya çıkan sentezle Allah’ın hükmünü ve vahyi belirleyici kılmayan “Yeni Türkiye” oluşturmak ve bu hedefi kutsallaştırmak, İslami göstermeye çalışmak bir diğer saptırma gayretidir. Maalesef mevcut batıl sistemlere meşruiyet kazandıran, böylece seküler rejimi kutsallaştırıp geniş kitlelere benimseterek ömrünü uzatan ve toplumun din algısını hak-batıl karşımı istikamette yönlendirmeye yol açan bu gidişe en fazla karşı çıkması gereken tevhidi uyanış süreci bakıyesi kesimler bile bu söylemden çok etkilenip sahiplenmekte ve bu sistem içi siyasete eklemlenivermektedirler”.
 
Müslümanların destekledikleri “Yeni Türkiye”; laik hukuk, liberal ekonomi, muhafazakâr demokrasi zemininde tarihi kültür ve medeniyetin ihyasından ibarettir
 
Pamak, AKP’nin “Yeni Türkiye” projesini oluşturan unsurların İslami ve Müslümanlarca desteklenmesinin de meşru olmadığını ifade ederek şunları söyledi:
 
“AKP’nin ‘Yeni Türkiye’ projesi şu unsurlardan oluşuyor; Anglosakson laikliği, (Bütün dinlere eşit uzaklıkta kamu alanı tasavvuru) (laiklik İslam ile bağdaşır iddiası); liberal ekonomi, (kapitalist-serbest piyasa ekonomisi) (Ekonominin, sermayenin dini imanı olmaz anlayışı); muhafazakâr demokrasi (laiklik demokrasinin güvencesidir anlayışı içinde, temel hakların korunması, görece özgürlük ortamının sağlanması, tarihi kültür ve medeniyeti ihya çabası). Davutoğlu ile birlikte daha bir pekişen; tüm hurafeleriyle birlikte tarihte üretilmiş olan kültür ve medeniyet birikimine sahip çıkıp yeniden ihya etmeye çalışmak, bu kültür ve medeniyetin yayılmış olduğu coğrafyayı kucaklayan politikalara yönelmek (TİKA, Yunus Emre Kültür Enstitüsü vb ve önü açılıp desteklenen kimi insani yardım kuruluşlarıyla bu coğrafyada mazlum halklara maddi yardımlar yapılması, sağlık ve eğitim amaçlı yapıların inşa ve tarihi yapıların, camilerin imar edilmesi).
 
Şüphesiz ki, AKP yönetiminin halktan ve temel haklardan yana görece özgürlükçü ve kısmi bağımsız politikaları ile ümmet coğrafyasına yönelik sahiplenme ve yardım faaliyetleri görece olumluluklar olarak değerlidir ve kendisini önceki tüm siyasi kadrolara nazaran görece çok daha iyi bir konuma taşımaktadır. Ama bütün bunlara rağmen, İslam dışı taguti bir sistem içinde laik, liberal bir hükümet olduğu da unutulmamalıdır ve bu niteliği sebebiyle Müslümanlarca desteklenmesi asla meşru değildir. AKP döneminin, laik hukuk ve liberal ekonomiyi esas alan politikalarının, kapitalist üretim ve tüketim azgınlığı, ölçüsüz kazanma ve harcama hırsıyla Müslümanları nasıl dünyevileştirdiği, gönüllü sekülerleşmenin ne kadar ileri boyutlara ulaştığı, sosyal hayatın ne kadar ileri boyutta yozlaştığı ve sonuçta Müslümanların yaşadıkları gibi inanmaya başlayarak inanç bazında da nasıl dönüştükleri ibretle görülmelidir. Unutulmamalıdır ki, Müslümanların destekleyip takip edecekleri tek yol, tevhidi davet, eğitim ve şahidlikle toplumu vahiyle inşa etmeyi esas alan Nebevi yoldur. İslami kimlik ve ilkelerle hareket edildiğinde, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen hiçbir hükümetten razı olunamaz ve aktif destekçisi konumuna gelinemez. Bırakalım onlar, tercih ettikleri sistem içi siyasetle zulmü gerileterek görece özgürleşmenin, vesayeti sona erdirerek halkın kaderi üzerinde söz sahibi olmasının önünü açsınlar. Bizler de onlara eklemlenmek yerine, kendi Hak yolumuzda ayaklarımızı sabit tutmalıyız. Nebevi yöntemin tevhidi mücadele stratejisini tavizsiz biçimde takip edip, AKP’nin sağladığı görece özgür ortamı da iyi değerlendirerek, vahiyle toplumu inşa ve dönüştürmeye kilitlenmeliyiz”.
 
Aşırı iki uçtan uzak dursa da, batıl sistem içi siyasi yöntemle İslami hükümet kurma arayışı da, darbe yöntemiyle İslami hükümet kurmak da Nebevi yönteme aykırıdır
 
Laik demokrasi ile kör şiddete dayalı yöntemleri reddeden, Mısır’da İHVAN, Cezayir’de FIS, Filistin’de HAMAS ve Pakistan’da Cemaati İslami örneklerini de değerlendiren Mehmet Pamak, demokrasiyi seçime indirgeyerek batıl sistemin kuşatması altında, sistem içi demokratik siyasetle İslami hükümet kurma çabalarının da Nebevi yönteme uygun olmadığını ifade etti. İki uca mesafeli de olsa bu arayışın da İslami olmadığını ve bu sebeple de hep hüsranla sonuçlandığını söyleyen Pamak, Müslümanların onca yıllık enerji ve birikimlerinin, Nebevi yöntemde ısrar ederek doğru istikamete kanalize edilememesi sebebiyle, her seferinde olması gereken noktanın çok uzağına sürüklendiğini anlattı. Bu hüsranın sebepleri olarak da, şu tespitleri yaptı;
 
“Birincisi, sistemim kurumlarının kuşatması altında sistem içi demokratik yöntemle hükümet arayışının Nebevi yönteme uygun olmaması sebebiyle ilahi yardımı hak etmemesidir. İkincisi, kendisini her şeye rağmen destekleyip ayakta tutacak nitelikte ve güçte İslami bir toplumu tebliğ, eğitim ve şahidlik sorumluluğunu yeterince yerine getirerek henüz oluşturmamış olmasıdır. Üçüncüsü de, ilahi yardımdan yoksun beşeri düzlemdeki bir mücadelede, yerel sistemin ve arkasındaki küresel sistemin gücüne galebe çalacak yeterlilikte bir beşeri gücünün de bulunmamasıdır. Emperyalist demokrasiler, sistem içi bu demokratik seçimlerle hükümet olma arayışından bile, tamamen Batı seküler değerleri(!) eksenine razı olmayıp İslami hükümetler kurma iddiaları sebebiyle razı olmamışlardır. Hemen güdümlerindeki orduları, yerel kurumları, küresel güç ve imkanlarını harekete geçirerek müdahale etmişlerdir. Sonuçta da, sandıkta halklarının çok büyük desteğini almalarına rağmen FIS, İHVAN ve HAMAS’ın hükümet omlarını engellemişler, büyük zulümler ve katliamlar yapmışlar, ya da bu zulüm ve katliamları ahlaksızca desteklemişlerdir. Böylece kör şiddet ile seküler demokrasi uçları arasında duran, seçim olarak demokrasiyi kullanıp sistem içinde İslami hükümet kurmaya çalışan kesimleri de bu iki uca doğru itmeye çalışıyorlar. Ya kör şiddeti esas alan silahlı mücadeleye kayarak, hem çok boyutlu istifade edip, hem de çıkarları gerektirdiğinde “terörizmle mücadele” kılıfı altında kolayca yok edebilecekleri bir uçta olmaları isteniyor. Ya da seküler demokrasiyle, laik hukuk ve liberal ekonomik sistemle uzlaşmaya varmaları ve sistem içinde erimeleri dayatılıyor”.
 
Pakistan ve Sudan’da İslami hükümet teşkili amacıyla gerçekleştirilen darbeleri de değerlendiren ve İslam’ın darbeci, tepeden inmeci de olmadığını söyleyen Pamak, bu yüzden söz konusu iki ülkede yaşanan örneklerde de İslami devlete ulaşılamadığını ve bunun sebeplerini değerlendirerek şunları ifade etti. “Çünkü öncelikle tebliğ, eğitim ve şahidlikle İslami toplumu inşa ederek, toplumsal dönüşüm ve inkılabı gerçekleştirerek İslami devleti hedefleyen Nebevi yönteme uygun davranılmadı. Bu sebeple, bu inkılap süreci sonunda inşa edilmiş böyle bir İslami toplumun desteğine sahip olunamadı. Bu sebeple de, İslami devlete layık olmayan toplum kısa sürede aslına rücu edip darbeyle gelen yönetimleri kendisine benzetti”.
 
Müslümanlar, İslami olmayan iki ucu, on yıllardır defalarca denediler ve hep hüsranla sonuçlandı. Tek denenmeyen “Nebevi yöntem” kaldı
 
Mehmet Pamak, on yıllardır sistem içi demokratik siyaset ve kör şiddette dayalı iki uca savrulanların denediği yöntemler sonucunda Müslümanların payına hep hüsran, acı ve ıstırap düştüğünü ifade edip, hiç denenmeyen “Nebevi Yöntem’in denenme sırası hâlâ gelmedi mi?”diye sordu.
 
“Yukarıda zikredilen iki uç ve onlara yakın diğer sistem içi ve İslam dışı yöntemler bugüne kadar defalarca denendi ve hep hüsranla sonuçlandı. Hiçbirisi İslami Nebevi yöntemle örtüşmüyordu ve Allah’ın yardımını da hak etmiyordu. Sonuçta bu yanlış yöntemlerin yol açtığı kaosta, bir yandan İslami akıde, ölçü ve değerlerimiz zarar görmekte, diğer yandan da Müslümanlar zulüm ve zilletten bir türlü kurtulamamakta, büyük acılar çekmekte, ağır bedeller ödemektedir. Üstelik her deneme sonucunda, mevcut birikim de heba edilmekte, daha da geriye gidilmektedir. Her seferinde Müslümanlar ağır bedeller ödedikleri halde bir türlü İslami adalet sistemine de yaklaşamadılar. İşte bu sebeplerle, Peygamber önderliğinde ilk Kur’an neslinin Mekke’den Medine’ye ortaya koyduğu mücadele sünnetinin ve yoldaki işaretlerin gündemleştirilmesi çok büyük bir önem arz ediyor.
 
Bildiğimiz üzere Resulullah (s), çok daha zor şartlarda ve çok daha az mü’minle birlikte “festakim kema umirte” (Hud 112) emrine itaatle istikameti korumaktaki dirayetiyle, tevhidi mücadele stratejisini takipteki ilkeli ve tavizsiz duruşuyla, devlet başkanlığı bile teklif edildiği halde sistem içi siyasete prim vermeyen, bir takım kazanımlar ve maslahatlar üretip sistem içi siyasete destekçi olmayı “zalimlere meyletmek” (Hud 113) olarak değerlendiren tutumuyla, uzlaşmayı, müdahaneyi reddeden (Kalem8-9) onurlu bir duruş ve hepimizi bağlayan örneklik oluşturmuştu. “Yaratmanın da emretmenin de Allah’a ait olduğu” (Araf 54) ve bu sebeple de “tagutlardan içtinap etmek” (Nahl 36) “Allah’ın şeriatıyla hükmetmek” (Casiye 18) sorumluluğunu esas aldı, bu hedefe kilitlendi. İstikrarlı ve ısrarlı bir adanmışlıkla davet, eğitim ve şahidlikle İslami şahsiyet ve cemaati inşa mücadelesini sürdürdü.
 
Bu süreçte ne silahlı mücadeleye başvurdu, ne de bir takım kazanımlar adına batıl sistem içinde yönetime gelmeye, sistem içi siyasete eklemlenmeye savruldu. Tam tersine büyük zulüm, işkence ve ekonomik-sosyal boykota katlanma ve az sayıda müminden bir kısmını şehid verme pahasına asla tavize yanaşmadı, İslami olmayan iki uca mesafeli durarak vasat tevhidi çizgiyi takip etti. Ne bir avuç mü’min kardeşini işkence, zulüm ve öldürülmekten koruma maslahatını güderek ayağına gelen devlet başkanı teklifini kabul etti. Ne de kardeşlerine zulmedenlere, onları işkenceyle şehid edenlere karşı silaha sarılıp savaşa başvurdu. Sabırla ve merhametle kendilerine zulmedenlerin bile hidayetlerine, tevhidi mesajı daha çok insanlara ulaştırıp kurtuluşlarına vesile olmaya ve toplumu vahiyle inşa edip Kur’ani bir inkılabı gerçekleştirmeye ve ancak bu sosyal-toplumsal değişim sonucunda da İslam’ın adalet sistemine ulaşmaya çalıştı. Sonuçta da ilahi yardımı hak ederek yaklaşık 13 yıl sonra İslam’ın özgürlüğü ve iktidarı ile özdeş olan Medine’ye ulaştı.
 
Bizler ise onlarca yıl geçtiği halde bir türlü Kur’an ve tevhid eksenli bir bağımsız İslami kimlikli yapıyı bile oluşturamıyoruz. Sadece 12 yıllık AKP dönemi bile bu tür bir oluşumu ortaya çıkarmak için önemli imkanlar sunduğu halde, bu imkanlar dahi ilkeli biçimde kullanılamamış, tam tersine bu imkanların karşılığında sistem içi siyasete meyleden yaygın savrulmalar yaşanmıştır. Birçok tevhidi grup ve çoğunluk Müslümanlar bu görece özgür ortamı kullanarak sistemden bağımsız İslami kimlikli bir yapıyı ortaya çıkaracak yerde, tevhidi mücadele stratejisini bırakarak sistem içi siyasete savrulmuşlardır. Sistem içi kazanımların çok önemsenmesi sonucu, onları arttırmak ve korumak refleksiyle batıl sistem içi siyasete eklemlenildiği için on yıllara sari tevhidi uyanış süreci birikimi de bu süreçte heba edilmiştir. Toplumu vahyin ölçüleriyle dönüştürüp tevhidi istikamette bir inkılapla yeniden inşa etme sorumluluğunu taşıyanlar, davetin muhatabı olan topluma ve onun sistem içi tercihlerine doğru savrularak, onlara benzeyerek, hem bu örnekliklerini ve davetçi sorumluluklarını zaafa uğratmış, hem de 30 yıllık birikimi son beş yılda harcamışlardır.
 
Denenmemiş bir tek yol kaldı. O da Peygamberimizin (s) önderliğinde nüzul sürecinde vahyin yönlendirmesiyle ilk Kur’an neslinin ortaya koyduğu Nebevi yöntemdir. İşte Mekke’den Medine’ye gidiş sürecinde takip edilen bu yola ve Resulün (s) önderliğinde ilk neslin takip ettiği mücadele sünnetiyle bu yolda bıraktığı yoldaki işaretlere dikkat çekmek, bugün bunca kargaşanın yaşandığı ortamdan çıkabilmek için gerekli olan en önemli sorumluluktur. İşte bu sebeple gücüm yettiğince özellikle son bir yıldır, daha çok bu konuyu gündeme taşımaya ağırlık veriyorum. İnşallah Rabbimiz hakikati ortaya koymada isabet kaydetmemizi ve muhataplarda tesir bırakmamızı takdir eder. İnşallah Rabbimiz, Vahye ve Resulün mücadele sünnetine sadakatle ihlas ve istikamet üzere olmamızı hepimize nasip etsin ve bu eksendeki çabalarımızı ibadet olarak kabul edip bereketlendirsin”.
 
Yoğun ilginin olduğu program sorulan sorunlar verilen cevaplar ile sona erdi.
 
Konferansın 2. Bölümü 01 Kasım 2014 Cumartesi günü Saat:20:00’de dernek binamızda devam edecek.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir




Enter Captcha Here :

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Başa dön tuşu