Konferanslar

“Tasavvufun Ve Tarikatçiliğin İslam İnanci Ve Toplum Ahlaki Üzerinde Meydana Getirdiği Tahribat” Konferansı Yapıldı!

Kalemder’in organize ettiği “Tasavvufun Ve Tarikatçiliğin İslam İnanci Ve Toplum Ahlaki Üzerinde Meydana Getirdiği Tahribat” adlı Konferans yapıldı.

Kalemder dernek binasında yapılan Konferansa Ferit AYDIN (Feriduddin Aydın) konuşmacı olarak bir sunum yaptı.

Program konu ile ilgili video gösterisi ve Asım ŞENASLTIK’IN misafirlere hoş geldin demesi ve kısa bir konuşmasından sonra Ferit AYDIN hocanın sunumuna geçildi.

Ferit Aydın hoca sunumuna şu şekilde başladı; Değerli Kardeşlerim,

İnsanoğlu, var olduğu günden beri, genellikle iki noktada –sürekli olarak- bocalamıştır;

Bu bocalama: İnsanın, yaratıcısına ve yaratılanlara gösterdiği saygıyı birbirine karıştırmasından kaynaklanmıştır.

Allah Teala’nın gönderdiği peygamberler tarafından uyarılmasına rağmen insanoğlu, bu iki önemli noktada tarih boyunca ölçüyü kaçırmıştır. İnsanın en büyük zaafı hemen hemen budur. Geriye kalan bütün sıkıntılar, bu çelişkinin neticeleridir.

Peki, (gerek Allah Teala’ya, gerekse O’ndan başkasına) gösterilmesi gereken saygı şekilleri birbirinden nasıl ayırt edilecektir? Yani Allah’a, -Allah’ın istediği gibi mi, yoksa birilerinin tarif ettiği şekilde mi- inanmalı ve O’na ibadet etmeliyiz? Başka bir ifadeyle; Kul, -mutlak kanun koyucu olarak- sırf Allah’ı mı, yoksa onunla birlikte başkalarını da mı kabul edecek? Problemin nirengi noktası budur.

Bu konudaki arayışları sırasında insan, iki farklı kaynakla karşılaşmıştır:

Birincisi vahiydir;

İkincisi ise vahye alternatif olarak ortaya çıkan felsefe ve mistisizmdir. Mistisizmin, İslam literatüründe adı daima «Tasavvuf» olarak geçmiştir. 

Tasavvuf ise, İslam Tarihi boyunca Ümmeti oldukça meşgul etmiş ve büyük ihtilaflara neden olmuştur. Bu konudaki uzlaşmazlıklar günümüze kadar devam etmektedir. Bu meselede en çarpıcı nokta ise Tasavvufun kaynağı ve onun İslam’la ilişkisinin bulunup bulunmadığı hakkındaki çekişmelerdir.

Bilindiği üzere İslam’ın iki temel kaynağı vardır;

Birincisi Allah’ın kitabıdır,

İkincisi ise Rasulullah’ın (mütevatir) sünnetidir.

Bu iki kaynağı dakik bir şekilde araştırdığımız zaman, ikisinin de içinde Ne «Tasavvuf» kelimesini, ne de bu kavramın içini dolduran çeşitli söylem, ayin dua, zikir ve ibadet şekillerini buluyoruz. Hal böyle olunca da Tasavvufun İslam’a tamamen yabancı bir akım olduğuna hükmetmek zorunda kalıyoruz. Nitekim Tasavvufun tarih boyunca İslam toplumları üzerinde meydana getirdiği etkilere baktığımız zaman onun İnanç ve ahlak üzerinde meydana getirdiği büyük bir tahribatla karşılaşıyoruz.       

Sırası gelmişken, bu tahribatı çok net bir şekilde algılayabilmemiz için İslam ile tasavvufu çok yönlü olarak karşılaştırmamız gerekir. 

Herşeyden önce, -Kur’an’ın bütünlüğü içinden- İslam’ın mükemmel bir tarifini bulup ortaya koymamız gerekiyor ve işte o tarif: 

«İslam: Vahye dayalı; insancıl ve evrensel bir inanış, yönetim ve yaşam biçimidir».

Tasavvuf içinse  şimdiye kadar binlerce tanım yapılmıştır. Nitekim, hayatı boyunca tasavvufu sevimli göstermeye var gücü ile çalışmış olan Yaşar Nuri Öztürk bile tam 27 kişiden naklen, tasavvufa 27 ayrı tanım saptamıştır![1] Evet tasavvuf, işte böyle ilginç bir şeydir; dolayısıyla da ona belli bir tarif bulmak mümkün değildir. Onun için, tasavvuf yalnızca tarikatçıları değil, aynı zamanda araştırmacıları ve ilim adamlarını da çoğu kez şaşırtmış, yanıltmış, yollarını tıkamış, zamanlarını almış ve onları yormuştur. Ünlü Teorisyen sufilerin her birine göre de bu tarifler değişir

Örneğin Cüneyd-i Bağdadi (822-911); «Tasavvuf: bütün güzel vasıfları almak ve bütün kötü vasıfları terk etmektir.» diyor.[2]

Zekeriya el-Ensari (1421-1520) de şöyle diyor: «Tasavvuf: Nefsi ıslah etme, ahlâkı arıtma, ebedi mutluluk için, içi ve dışı tamir etme bilgisidir.»[3]

Ahmed Zerruk (1442-1494), adlı Kuzey Afrikalı bir tasavvufçu ise «Qawaidu’t-Tasawwuf» adlı kitabında, Tasavvuf için yaklaşık iki bin farklı tanım zikretmiştir.[4]

Peki, örneğin Cüneyd-i Bağdadi’nin –biraz önce size naklettiğim tarifine göre- «Tasavvuf: bütün güzel vasıfları almak ve bütün kötü vasıfları terk etmektir» de İslam bunun tersini mi emrediyor?! Yok eğer İslam «bütün güzel vasıfları almayı ve bütün kötü vasıfları terk etmeyi» emrediyorsa, bu kez tasavvufun ortalıkta ne işi var?! Demek ki Tasavvuf, aslında başka bir rol üstleniyor. Daha doğrusu İslam’dan başka bir şey’dir. İşte bu yüzden biz, Tasavvuf ile İslam’ı aklın ve ilmin divanında bir nebze karşılaştırmak zorundayız diyerek tespit ettiği karşılaştırmaları şu şekilde gündeme getirdi;

1)                İslam’da dinin temeli İman üzerine kurulmuş, İmanın da ancak amelle (yani uygulama ile) vücut ve kemal bulacağı belli esaslara bağlanmıştır.

İslam Allah Teala’yı: kâinât üstü -ulaşılmaz güce ve sınırsız egemenliğe sahip-; eşsiz, benzersiz, rakipsiz, eksiksiz, başlangıçsız, sonsuz, ölümsüz ve tüm evreni ilmi ve kudretiyle kuşatan yüceler yücesi bir Zât-i Ecell-i A’lâ olarak tanıtır. Aynı zamanda İslam, Zat-ı İlahiye’yi bütün noksanlıklardan tenzih eder. İslam akidesi Tevhid üzerine kurulmuştur. Tevhidin üç çeşidi vardır: 

– Uluhiyet Tevhidi; (İbadeti, eşi ve benzeri olmayan Allah Teala’ya has kılmak), ondan başka hiç kimseye ibadet etmemektir.

– Rububiyet Tevhidi; Başka ilahlara da ibadet etmekten çekinmemekle birlikte (Allah’ın varlığına ve hatta birliğine inanmak)tır.  Mü’min kişi Allah’a rabb olarak inanır ve O’nu birler. Ancak O’ndan başkasına ibadet etmez.

– İsimler ve Sıfatlar Tevhidi; Allah Tela’nın isim ve sıfatlarıyla birlikte tek ve münezzeh olduğuna inanmak.

İslam, imanın ana hatlarını çizmiştir: 

آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللَّهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ. البقرة/285) 

Orijinal Tasavvufta ise –temelde- ALLAH mefhumu diye bir şey yoktur. Tasavvuf, (Allah) düşüncesini «Vahdet-İ Vücud» Ve «Vahdet-i Şuhud» Paradigmalarıyla Ortadan Kaldırmaya Çalışmıştır.

2)                İslam, imanın tamamlayıcısı olarak ameli şart koşmuş; bunu, Kur’an ve sünnetle belli disiplinlere bağlamıştır. Amelin bu disiplinlere uyması kesinlikle şarttır. 

İslam’da kişinin –kaçınılmaz olarak, mutlak surette ve her an birini işleyebileceği- 9 farklı durum belirlenmiş ve buna göre insanın ceza veya mükafat alacağı öngörülmüştür. Bu durumların tümüne fıkıh terminolojisinde «Ef’al-i mükellefin» denir. Adları şöyledir: 

Farz, Vacip, Haram, Sünnet, Mekruh, Müstehab, Mübah, Sahih, Batıl.

İslam’ın ana hatları sünnette çizilmiştir: 

عَنِ ابْنِ عُمَرَ عَنِ النَّبِىِّ -صلى الله عليه وسلم- قَالَ :« بُنِىَ الإِسْلاَمُ عَلَى خَمْسٍ شَهَادَةِ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِ وَإِقَامِ الصَّلاَةِ وَإِيتَاءِ الزَّكَاةِ وَحَجِّ الْبَيْتِ وَصَوْمِ رَمَضَانَ 

Tasavvuf ise İslam’ın Sistematik Yapısını Tahrip Etmiştir. Özet olarak: «Tasavvufta, Ef’al-i Mükellefin lağvedilmiş», yok sayılmıştır. 

Tasavvufçular, Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat diye –spekülatif bir tertiple- 4 ana prensip ihdas ederek inançta bir karmaşa başlatmış ve dinde belirsizliğe yol açmışlardır. Bu kavramların bu şekilde sıralanmasına, Kur’an ve sünnette rastlamak mümkün değildir. Dolayısıyladır ki Merhum M. Akif ERSOY, tasavvufu şu mısralarla eleştirmiştir:

Sürdüler Türke tasavvuf diye olgun şırayı,

Muttasıl şimdi hakikat kusuyor Sıtkı dayı…[5]

Bu yüzden tarikatçılar, M. Akif’e derin bir kin besliyorlar. Ancak toplumda tepkiye neden olur diye (takiyye yaparak) merhumun aleyhinde açıkça konuşmaktan çekinirler!

3)                İslam’da sevgi ve saygının sınırları belirlenmiştir.

İslam’da Allah’a gösterilecek saygı biçimi ile faniye gösterilecek saygı biçimi arasında kalın bir duvar vardır. Bu duvarı delme cüretinde bulunanlar, İslam dininden çıkmak gibi ağır bir bedel öderler.

Tasavvufta ise sevgi ve hoşgörü sınırsızdır. Bu nokta, ilk bakışta tasavvufu sevimli göstermektedir. Fakat sınırsız sevgi, sınırsız hoşgörü ve sınırsız paylaşım üzerine inşa edilmiş olan tasavvufun içyüzünü keşfettiğiniz zaman onun ne kadar tehlikeli bir sanal dünya ve yanıltıcı bir ütopya olduğunu anlarsınız.

İslam’da hak, batıl; helâl, haram, iyi, kötü, güzel, çirkin; faydalı, zararlı ayırımı yapılmıştır: 

لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ، قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ، فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لاَ انْفِصَامَ لَهَا وَاللهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (البقرة/256). 

مَا كَانَ اللهُ لِيَذَرَ الْمُؤْمِنِينَ عَلَى مَا أَنْتُمْ عَلَيْهِ حَتَّى يَمِيزَ الْخَبِيثَ مِنَ الطَّيِّبِ. (آل عمران: 179) 

لِيَمِيزَ اللهُ الْخَبِيثَ مِنَ الطَّيِّبِ وَيَجْعَلَ الْخَبِيثَ بَعْضَهُ عَلَى بَعْضٍ فَيَرْكُمَهُ جَمِيعًا، فَيَجْعَلَهُ فِي جَهَنَّمَ، أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ. (الأنفال: 37) 

وَلاَ تَقُولُوا لِمَا تَصِفُ أَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هَذَا حَلاَلٌ وَهَذَا حَرَامٌ لِتَفْتَرُوا عَلَى اللهِ الْكَذِبَ إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللهِ الْكَذِبَ لاَ يُفْلِحُونَ. (النحل: 116)

 Tasavvufa gelince;

Tasavvufta her şey iyidir, her şey güzeldir; her şey mükemmeldir, her şey sevilmeye layıktır. Bu inanış biçimi, ünlü bir tasavvufçu olan Yunus Emre’nin şu sözlerinde -özetle ve açıkça- ifadesini bulmaktadır:

«Yaratılanı severim, yaratandan ötürü» Bu ifade mutlaktır, hiçbir sınırı yoktur. Yani; herkes, her türlü insan; Ahlaklı, ahlaksız; cömert, cimri; dürüst, sahtekar; haklı haksız; merhametli, gaddar; adil, zalim; haksever, haramzade; mü’min kâfir; samimi, hain; paylaşımcı, muhteris; açık yürekli, sinsi; namuslu, namussuz; her kim olursa olsun, hiç ayırım yapmadan herkesi severim, demektir. Yunus’un sözlerinde özetlenen sevgi budur. Yani tasavvuftaki sevgi budur. Bu bakış açısı Hıristiyanlıktan mülhemdir; İslam’da böle bir sevgi şekli yoktur.   

Bunun içindir ki tasavvufta cennet özlemi ve cehennem kaygısı da yoktur. Bu ise Allah Teala’ya meydan okumaktır. Bu küstahlığı her ne kadar gizliyor olsalar bile, ağızlarından kaçırdıkları bazı sözlerden bu gerçeği öğrenebiliyoruz. Örneğin Yunus şöyle diyor:

 «Cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri»

Devrinin ünlü bir Nakşi şeyhi olan üçüncü atam Şeyh Muhammed el-Hazin de Cenneti küçümseyerek şöyle diyor:

إلَهِي اجْعَلْنِي عَنِ الْكَوْنَيْنِ فَانِي  * وَأبْقِنِي بِالْوَحْدَةِ فِي لاَ مَكَانِ

فَإنِّي لَمْ أرِدْ مِنْكَ جِنَانَانًا * وَلَكِنْ لاَ تَقُلْ لِي كَمُوسَى لَنْ تَرَانِي. 

İbahiyeci tasavvufta –bu sınırsız sevgi ve sınırsız hoşgörü yüzünden- namus mefhumunun yeri bulunmamaktadır. Bunu, güvenilir bir kaynaktan size bir örnek sunarak kanıtlamaya çalışacağım:

Yemen’de yetişmiş eski ehl-i sünnet alimlerinden Salih el-Muqli, العَلَمُ الشَّامِخ adlı eserinde aynen şunları naklediyor:

(1219-1291) yılları arasında yaşamış olan Mağripli Afifuddin Süleyman bin Ali et-Tilimsani’nin yanında Muhiddin-i Arabi’nin «Fususu’l-Hikem» adlı kitabı okunup ona şöyle bir soru yöneltildi, dendi ki:

–  «Kur’an-ı Kerim, sizin bu Fususunuza karşıdır.». Tilimsani şu cevabı verdi:

–   «Kur’an’ın tümü şirktir; tevhid ancak bizim sözümüzde vardır.».

Bu kez ona; Madem ki (ileri sürdüğünüz gibi) «Evrendeki her şey temelde bir tek vücuttan ibarettir, neden eş helâldir de kız kardeş haramdır?!». Bu kez de şu cevabı verdi:

–    Bizim inancımıza göre hepsi helâldir, Fakat şu kalpleri perdelenmiş insanlar, haramdır dediler, biz de onlara: öyle ise yalnızca size haramdır, dedik.[6]

Tasavvuftaki sınırsız hoşgörünün çarpıcı bir örneği olarak (yaşanmış bu gerçek) olay hakkında kuşkusu olanlar, verdiğim kaynağa başvurabilirler. 

Halbuki Allah Teala insanları mahrem ve namahrem olarak ayırmış, böylece bu korkunç ahlaksızlığın önüne set çekmiştir.[7]

Şimdi yeri gelmişken vurgulamak gerekir ki, Tilimsani gibi sayılı kişiler, ancak tahrik edildikleri için tasavvufun içyüzünü (ender olarak) bu şekilde ifşa etmişlerdir. Yoksa aslında tarikat şeyhleri oldukça ketumdurlar. Tasavvufun içyüzü hakkında hiçbir şey söylemezler. Onların ağzından bu tür sözleri duymak asla mümkün değildir.

4)                İslam’da suç ve ceza vardır; ahkâm ayetleriyle suçlar ve cezalar belirlenmiştir.

Örneğin; Şirk koşmayı, Allah Teala (affedilmez suç) olarak ilan etmiş; Fuhşu, hırsızlığı, hakka ırza ve namusa tecavüzü, ribayı, adaletsizliği, yalanı, gıybeti, hakareti, saygısızlığı ve her türlü ahlaksızlığı yasaklamış, haram kılmış ve bunlar için cezalar öngörmüştür. Buna mukabil «Zühd», «Takva» ve Salih amel için mükâfat vaat etmiştir. «Takva», son derece önemli bir İslamî kavramdır ve Kur’an-ı Kerim’de (türevleriyle birlikte) 258 yerde geçer.  

Tasavvufta ise suç ve ceza yoktur. Tasavvuf esasen, «zühd» ve «takva» kavramlarını İslam’dan aşırmıştır. Tarikatlar, İslam’a ait bu iki orijinal terimi birer slogan olarak kullanır. Bu her iki kavram da İslam’a aittir. Tasavvufla hiçbir alakaları yoktur.

5)                İslam şeffaftır. Hayat ve kainatı ilgilendiren bütün bilgileri herkese açık tutmuştur. Eğitimi öncelemiş, ilim ehlinin saygınlığını vurgulamıştır. Hiçbir kişiye, hiçbir gruba ve hiçbir millete imtiyaz tanımamış, üstünlüğü takvaya bağlamıştır.[8] 

Tasavvufun ise -biri gizli, öbürü açık- iki farklı yüzü vardır.

Tasavvuf, insanları «avam» ve «havas» olarak iki sınıfa ayırmış, havasa (yani elit tabakaya) mahsus bilgilerin avama verilmesini yasaklamıştır.

6)                İslam, (Küfrün en fahiş türü olan) şirk koşmayı, suçların en büyüğü olarak belirlemiştir. İslam alimleri küfrü 4 kategori olarak tasnif etmişlerdir. Bunlar: Şirk, ilhad, Nifak, Zendeka’dır.

Tasavvufta ise küfür ve şirk diye bir suç yoktur; yani dinden çıkma gibi bir şey söz konusu değildir. Çünkü tasavvufta din farkı gözetilmez. Ve çünkü tasavvufta (köpek, domuz ve dışkı da dahil) –haşa! Haşa! Summe haşa!!- «her şey Allah’ın bir parçasıdır.»

7)                İslam hayat ve kainat gerçeklerini kabul eder. Kuralları evrenseldir. İslam’a göre:

–    Su akar,

–    Ateş yakar,

–    Bıçak keser

–    Yer çeker…

Tasavvuf ise, hayat ve kainat hakikatleri ile ilgilenmez. Tasavvuf, (özgün bir felsefe olmamakla birlikte)  tarih boyunca gerçeklerden bir kaçış felsefesi olarak görüntü vermiştir.

8)                İslam’da İnsanın temel vazifesi Allah’a ibadettir.[9] Kemal (yani olgunlaşma) mertebeleri dörttür: İman, İlim, Amel ve İhlas…

Tasavvufun hedefi ise  ibadetullah değil, tam tersine marifetullahtır. Yani Allah’ın zatını tanımak, onu görmek, ellemek ve onun içine girerek erimektir. Kaynağını çeşitli dinlerden alır. Doktrini, şu temel maddede ifadesini bulur: «Düşün, bireyselleş, sınırsız sev, sınırsız paylaş ve bu yolculuğu sürdür, ta ki nirvanayı (yani fenafillah mertebesini) yakalayarak Allahlaşıncaya kadar.»[10]

9)                İslam’da Allah korkusu temel ilkelerden biridir.

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır,

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Utanma duygusu ise imanın bir parçası sayılmıştır.

Tasavvufta ise Allah korkusu ve Utanma yoktur. Bilakis tasavvufta sürekli murakabe vardır, mücahede vardır; (yani: yemeğe, içmeye, zevciyet hayatına, uykusuzluğa ve çalışmaya karşı direnme vardır), vecd hali (yani transa geçme) vardır, fenafillah olmak (yani nirvanaya ulaşma) ideali vardır… Çüku, (biraz önce de ifade ettiğim gibi) tasavvufta: «herkes, hatta her şey, (Haşa) Allah’ın birer parçasıdır.»

10)           İslam, olayları hak ve batıl olarak ikiye ayırmış, hakkı makbul görmüş, batılı ise ret etmiştir.[11]

Örneğin Hz. Musa (as), -İslam’a göre- Allah elçisidir, hakkı tebliğ etmiştir. Firavun ise onun davetini ret etmiş batılı savunmuştur. 

Tasavvufta ise böyle bir ayırım yoktur. Tasavvufa göre ikisi de haklıdır; Fakat “Firavun kendisini (Rabb) ilan ettiği için Musa’dan daha haklıdır. Çünkü Musa, varlıkları yaratan ve yaratılan diye ikiye ayırmış «ayırımcılık yapmıştır», Firavun ise bunun tersini yapmıştır. Milletine: «Ben sizin en alâ rabbinizim»[12] demekle, her şeyin temelde Allah’ın bir parçası olduğunu ifade etmiştir. Hz. Musa ise bu gerçeğin farkına varamamıştır!”  diyerek karşılaştırmalarını bitirdi ve sunumunun Tasavvufun Sebep Olduğu Tahribattan Örnekler kısmına geçti. Sunumunun bu bölümünde ise şunları söyledi; Aziz Kardeşlerim,

İleri sürüldüğü üzere tasavvuf, bir terbiye sistemi asla değildir. Maalesef -yoğun şekilde yapılan reklamının tam tersine- tembelliğin, miskinliğin, hayatı boş vermenin, başkalarının sırtından geçinmenin; Bununla birlikte Allah’ı inkar etmenin, Kur’an-ı Kerim’e hakaret etmenin, İslam alimlerini küçümsemenin ve putperestliğin kaynağıdır. 

Neden mi? Bu gerçeği şimdi güçlü kanıtlar eşliğinde size arz etmeye çalışacağım:

Tasavvuf kelimesi, -her şeyden önce- hicretten ancak 150 yıl sonra telaffuz edilmeye başlamıştır. Bu belgesel bir hakikattir. Çünkü bu kelimeyi ilk kullanan kişi: Ebu Haşim es-Sufi adında İranlı bir meczuptur. Bu sözcük, aslında Yunanca «Theosophy»’nin Arapçalaştırılmış şeklidir. «Tasavvuf» kelimesi, ileri sürüldüğü üzere: Arapça «suf», «safa», «safwa», «Ashab-ı Suffa» ve «beni suffa» tabirlerinden asla türetilmemiştir. Bu konudaki iddiaların tamamı spekülatiftir, gerçekle hiçbir ilişkileri yoktur.

Tasavvufun, İslam tarihinde sebep olduğu en büyük yıkım ise onun, -tarikatçılığın doğmasına- neden olmasıdır. İlk tarikat, (1097-1168) yılları arasında yaşayan İranlı Ebu’n-Necib Ömer Bin Hafs es-Sühreverdi tarafından kurulmuştur.[13] Bu tespite göre ilk tarikat, Hz. Peygamber’in vefatından yaklaşık 470 yıl sonra kurulmuştur. Bu olay ise gerek tasavvufun, gerekse tarikatçılığın, İslam’a ne kadar yabancı olduğunu ortaya koyan çarpıcı bir kanıttır. 

Ne ilginçtir ki; binli yıllardan günümüze kadar tam 257 tarikat kurulmuş, bu suretle İslam Ümmeti’nin inanç birliği bozulmuştur.[14]

Tasavvufçuluk ve tarikatçılık hangi yıkımlara neden olmuştur, şimdi de onları sıralamaya çalışalım:

1)                Tarikatçılık, -her şeyden önce- İslam’a mensup kitlelerin akidesini bozmuş, tevhid inancını zedelemiş, şirkin, sinsi bir şekilde zihinlere sızmasına yol açmıştır. Bugün, İslam’ın mensubu olduğunu söyleyen milyonlarca insan, çok tanrılı bir inanç taşımaktadır. Görünürde insanlar «Allah birdir» diyor, fakat ibadetteki davranış biçimlerine dikkat ettiğiniz zaman bu insanların birçok ilaha taptıklarını net bir şekilde görürsünüz. Bunun örnekleri çoktur. Mesela:

Her tarikatçı, -bağlısı olduğu şeyhin, insanların zihninden geçenleri okuyabildiğine- inanmaktadır. Böyle bir inanca sahip olan insan –hiç şüphesiz- müşriktir. Müşrik ise –bizzat Kur’an’ın tabiriyle- pisliktir! Mesele bu kadarla da sınırlı değildir; Çünkü şirk ve riddet oluştuğu zaman, bunun üzerine birtakım hükümler terettüp eder. Mü’min kişi bu hükümler doğrultusunda tavır takınmak ve müşrikle ilişkisini dondurmak zorundadır.

Bu münasebetle ifade etmek gerekir ki; Tarikatçılar, (Kitap ve Sünnetin bize sınırlarını çizdiği gayb mefhumunu dejenere etmiş, mutlak gaybı inkar etmişlerdir).

Allah Teala bu insanları yalanlayarak gayb konusunda Hz. Peygamber’e hitaben şu önemli bilgileri vermektedir: 

وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُطْلِعَكُمْ عَلَى الْغَيْبِ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَجْتَبِي مِنْ رُسُلِهِ مَنْ يَشَاءُ. (آل عمران/179) 

قُلْ لاَ أَقُولُ لَكُمْ عِنْدِي خَزَائِنُ اللهِ وَلاَ أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلاَ أَقُولُ لَكُمْ إِنِّي مَلَكٌ، إِنْ أَتَّبِعُ إِلاَّ مَا يُوحَى إِلَيَّ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَفَلاَ تَتَفَكَّرُونَ. (الأنعام/50) 

قُلْ لاَ أَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعًا وَلا ضَرًّا إِلاَّ مَا شَاءَ اللهُ، وَلَوْ كُنْتُ أَعْلَمُ الْغَيْبَ لاسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِ وَمَا مَسَّنِيَ السُّوءُ إِنْ أَنَا إِلاَّ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ. (الأعراف: 188) 

وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا إِلاَّ هُو. (الأنعام: 59) 

2)                Tarikatçılık, İslam’ın orijinal ibadet şekillerine, şirk dinlerine ait birçok ibadet türünü –adaptasyon hileleriyle- ilave ederek dinin aslını bozmuş, (Müslümanlık adı altında sahte bir dine dönüştürmüştür). Kadınlı erkekli sazlı sözlü, zikir halkaları, rabıta, Hatm-i Hacegan, teveccüh ayini, şebi arus ayini; Delail-i Hayrat, Evrad-ı Bahaiyye, Mevlit, Cevşen, Kaside-i Bürde, Salat-ı Tefriciye ve benzeri dualar, bu bid’at ve şirkiyatın başlıca örnekleridir.     

3)                Tarikatçılar, tarih boyunca, Alimleri «ulema-i rüsum» yakıştırmasıyla aşağılayarak zaman içinde sinmelerini sağlamış, onların boşluğunu tarikat şeyhleriyle doldurmuşlardır. Bu suretle «alim» sıfatı –özellikle Türkiye’de- yok olmuştur, onun yerini Tarikat şeyhi, halife, postnişin, hacı, hoca gibi –İslam’da bahsi olmayan- sıfatlar yer almıştır.

4)                Tarikatçılık, –özellikle Nakşibendi Tarikatı-, Türk ırkçılığını yaygınlaştırmak için büyük çabalar harcamaktadır. Bu amaçla adı geçen tarikatın önemli bir kolu, doğuda Arvasiler adıyla meşhur bir ailenin ününü kullanarak bu yoldaki ideolojik faaliyetlerini devam ettirmektedir. Bu konuda geniş bilgi sahibi olmak isteyenlere, Ahmet Arvasi’nin yazdığı «Doğuanadolu Gerçeği» adlı kitabı okumalarını tavsiye ederiz. Ayrıca, bu cemaate ait bir holding tarafından yayınlanan ve parasız dağıtılan kitaplarda, İslam’ın ve Ümmetin birliğini bozan birçok yıkıcı telkinler mevcuttur. Bu tehlikeli telkinlerin etkisiyledir ki -bin yıldır birlikte yaşamış olan- Türklerle Kürtler arasında –son zamanlarda- maalesef husumet duyguları artmıştır.

5)                Tarikatçılık –özellikle Türkiye’de-, ümmet bilincinin vicdanlardan silinmesine neden olmuştur. Hemen hiçbir tarikatçı, bugün Filistin’de, Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da, Keşmir’de ve Miyammar’da yaşanan dram karşısında kılını bile kıpırdatmamakta, acı hissetmemektedir. İslam dünyası’nda yaşanan bu korkunç manzaralar karşısında üzülmek şöyle dursun, buna -maalesef- sevinen tarikatçı kitleleri de vardır! Nitekim bir tarikatçı mollası 2008 yılında İsrail’in giriştiği Gazze katliamı sırasında binlerce Filistinlinin öldürülmesi üzerine duyduğu sevinci, Balkanlar’a yaptığı geziler sırasında kürsülerden haykırarak dile getirmiştir.

6)                Tarikatçılar, Kemalistleri zayıflattıktan sonra, -son zamanlarda- birbirinin yakasına düşmüş, tutuştukları ahlaksız çıkar kavgasında kinlerini tevhid ehlinin üzerine kusmuşlardır.

7)                Velilik kavramı, tarikatçılar tarafından çarpıtılmıştır.

Onlara göre «veli» veya «evliyâ» denilen insanlar hakkındaki inanışlardan bazıları şöyledir:

Bunlar günahsız, cennetlik, yüce ve yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal birer kişiliğe sahiptirler.

Gizliyi ve özellikle gönüllerden geçenleri bilirler. Duâları makbuldür; ne dilerlerse Allah o dileği yerine getirir. Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler. En uzak mesâfeleri en kısa bir zamanda katederler. İslâm ordularının (veya bugünkü ordunun) ön saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar… Bu inanç çerçevesinde şartlandırılmış duygusal insanlar, evliyâ diye niteledikleri kişilerin, böylesine olağanüstü güçlerine kendilerini inandırmış, onların hayalleri zorlayan mitolojik hikâyelerini kaleme almışlardır. Tarih boyunca bu konuda “menâkıbnâme” adı altında yazılan kerâmet hikâyeleri, ciltler dolusu devasa bir birikim oluşturmuştur. (Bunların bazıları, filmlere konu olmuş, canfeda müritler tarafından senaryolaştırılmıştır.) Her zâtın velîlik derecesi, ona mal edilen menkabelerle ölçülmeye başlanmıştır. Mürîd, üstünlük, olağanüstülük, yücelik ve kerâmet olarak mürşidi için tasavvur edebileceği her meziyet ve olayın, eylemsel biçimde yaşanmış ve gerçekleşmiş olduğundan asla kuşkulanmaz. Ondan sonra da bunları, hayâlinin enginliği ve dilinin zenginliği oranında anlatmaya ve yaymaya başlar. İşte menkabeler böyle oluşmuştur. Hayatta olduğu sürece “Efendi Hazretleri”, “Efendi Baba”, “Efendi” unvânı verilen bu zatların her konuştuğunda hikmetler aranır, her sözü sayfalar dolusu yorumlara konu olur, attığı her adımdan, yaptığı her hareketten, göz atmasından, nazar etmesinden, gülümsemesinden, ya da hapşırmasından bile türlü anlamlar çıkarılır. Meselâ, bir kaza mı oldu, “Efendi Hazretleri bunu işaret buyurmuştu”, yağmur mu yağdı, “Efendi Hazretleri biraz önce duâ etmişti”, çevrelerinde sevilmeyen birinin başına bir belâ mı geldi, “Efendi onu çarptı” vs. Öldükten sonra onu ilahlaştırmak için hemen bir dernek veya vakıf kurulur. Üzerine saltanatlı bir türbe inşâ edilir; mezarının üzerine süslü bir sanduka dikilir; adı, hayat tarzı, sözleri ve ona ait hemen her şey kurumlaşır ve kutsallaşır.

Halbuki İslâm’da böyle bir evliyâ telâkkisi yoktur ve olamaz.

Allah dostunun vasıfları Kur’an-ı Kerim’de, Yunus Suresi’nin,  62-64 üncü ayet-i Kerimelerinde açıkça izah edildiği halde, bu açıklamalar tarikatçılar tarafından yalanlanırcasına tahrif edilmiştir. Allah Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır:

أَلاَ إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ * الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ. (يونس/62، 63).

Evet, tarikatçılara göre; Veli kişi bir süpermendir; Bulutların üzerinde uçar, denizin üzerinde yürür papucu ıslanmaz. Yer yüzü onun ayakları altında katlanır. Namazını aynı anda hem mahalle mescidinde kılar hem mescid-ul Haramda kılar. Vahşi hayvanlarla konuşur. İnsanların zihninden geçenleri okur.

Velilik makamı hakkında tarikatçıların şöyle bir inancı vardır :

 «Velâyet, fenâya varmış kimsenin hâlidir. Nübuvvet mertebesinden uludur. Bazı enbiyâ hazerâtı velâyete de sâhib olmuşlardır. Lâkin her velîde nübuvvet-i tarifiyye veya tebliğiyye mevcûd olagelmiştir.» (Bk. Hasan Lûtfi Şuşud, İslâm Tasavvufunda Menâkıb-ı Evliya s.163 İstanbul-1958.)

Ciltler dolusu kitaplara sığamayacak sayıdaki bu yıkımlar nedeniyle, başta Türkiye olmak üzere tarikatçılığın yayıldığı İslam topraklarında toplum sosyolojisi çok büyük darbeler almıştır.

Tasavvufun ve tarikatçılığın toplumu İslam adına yönlendirmesi, korkunç bir ahlak çöküntüsünü sonuçlandırmıştır Dolayısıyla İslam Ümmetini bugünkü perişanlığın, geri kalmışlığın ve parçalanmışlığın içine iten sebeplerin başında Mistik düşünce tarzı, yani TASAVVUF ve onun üzerine bina edilmiş Tarikatlar gelmektedir. Suret-i haktan görünerek, Yeşillere bürünmüş olan bu kızıl canavardan kurtulabilmenin tek yolu Allah’ın kitabına ve Rasulullah (s)’ın sünnetine yeniden dönmektir diyerek sunumunu tamamladı.

Program sorulan sorulara Ferit AYDIN hocanın verdiği cevaplarla sona erdi.

[1] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvuf, İlâhiyat Fakültesi Vakfı yy. no.30. S. 22. İstanbul-1989
[2] التصوفُ: استعمالُ كلِّ خُلُقٍ سَنِيٍّ ، وتركُ كلِّ خُلُقٍ دَنِيٍّ
[3] التصوفُ: علمٌ يُعرَفُ به أحوالُ تزكيةِ النفوسِ، وتصفيةُ الأخلاقِ، وتعميرُ الظاهرِ والباطنِ لنيلِ السعادةِ الأبديَّةِ.

[4]http://www.almoslem.net/modules.php?
[5] (Bk. 6. Kitap ASIM)

[6]

  ولَمَّا قُرِئَ كتابُ فصوصِ الْحِكمِ هذا على المتصوِّفِ التلمسانِيِّ وقيل له: القرآنُ يخالفُ فصوصَكم، قال: القرآنُ كلُّهُ شركٌ، وإنّما التوحيدُ في كلامِنَا نحن، فقيل له: فإذَا كان الوجودُ واحدًا فَلِمَ كانتْ الزوجةُ حلالاً والأختُ حراماً؟ فقال: الكلُّ عندَنَا حلالٌ، ولكنَّ هؤلاءِ المحجوبون قالوا: حرامٌ، فقلنا: حرامٌ عليكم.Salih el-Muqli, El-Alemu’ş-Şamikh, S 475 PDF.

https://upload.wikimedia.org/[7]

حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ أُمَّهَاتُكُمْ وَبَنَاتُكُمْ وَأَخَوَاتُكُمْ وَعَمَّاتُكُمْ وَخَالَاتُكُمْ وَبَنَاتُ الْأَخِ وَبَنَاتُ الْأُخْتِ وَأُمَّهَاتُكُمُ اللَّاتِي أَرْضَعْنَكُمْ وَأَخَوَاتُكُمْ مِنَ الرَّضَاعَةِ وَأُمَّهَاتُ نِسَائِكُمْ وَرَبَائِبُكُمُ اللَّاتِي فِي حُجُورِكُمْ مِنْ نِسَائِكُمُ اللَّاتِي دَخَلْتُمْ بِهِنَّ فَإِنْ لَمْ تَكُونُوا دَخَلْتُمْ بِهِنَّ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ وَحَلَائِلُ أَبْنَائِكُمُ الَّذِينَ مِنْ أَصْلَابِكُمْ وَأَنْ تَجْمَعُوا بَيْنَ الْأُخْتَيْنِ إِلَّا مَا قَدْ سَلَفَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا: [النساء: 23]
[8] يَاأَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَأُنْثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللهِ أَتْقَاكُمْ إِنَّ اللهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ.(الحجرات-13)
[9]وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ. (الذاريات: 5) 
[10] «Mevlânın fazl-u keremiyle mâsiva (Allah-u Tealâ’nın dışındaki her şey) salikin nazarından tamamen kalkıp Allah’dan gayriyi (yabancıları) görmekten isim ve resim kalmayınca, muhakkak fenafillâh (Allah-u Tealâ’da eriyip gitmek) tabir edilen devlet hasıl olmuş ve tarikat hali sonuna ermiş olur.»[10] (Bk. Ruhu-l Furkan 2/63)
[11] بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَإِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ. (الأنبياء/1)

وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا. (الإسراء/81)   
[12] فَقَالَ أَنَا رَبُّكُمُ الأعْلَى (النازعات: 24)
[13] Bu Şahsı, Şihabuddin Yahya bin Habeş es-Suhreverdi (1155-1191) ile karıştırmamak gerekir.
[14] Abbâsiyye, Âdiliyye, Afîfiyye, Ağdabaşiyye, Ahmediyye, Ahmediyye, Ahmediyye, Ahmediyye, Ahrâriyye, Alewiyye, Alewiyye, Âliyye, Alwâniyye, Ammâriyye, Amûdiyye, Arâbiyye, Arifiyye, Arûsiyye, Assâliyye, Âşıkiyye, Âşûriyye, Awâmiriyye, Ayderûsiyye, Azamiyye, Azizân Aziziyye, Azûziyye, Babaiyye, Bahâiyye, Bahşiyye, Battahiyye,  Bayramiyye, Bedewiyye, Bedriyye, Bedriyye, Bekkâwiyye, Bekriyye,Bektaşiyye, Bendâriyye, Bestamiyye, Bettâiyye, Beyâniyye, Biberiyye, Bûaliyye, Buhuriyye, Bukâiyye, Bûnûhiyye, Burhaniyye, Cahidiyye, Cebertiyye, Celâliyye, Celvetiyye, Cemâliyye, Cerrahiyye, Cüneydiyye, Çerkeşiyye, Çeştiyye, Darqâwiyye, Ducâniyye, Ebheriyye, Ehdeliyye, Enbâbiyye, Enesiyye, Fâzıliyye, Feyziyye, Firdewsiyye,Ğaribiyye, Ğawsiyye, Gâziyye, Haccâciyye, Hafniyye, Halebiyye, Hâlidiyye, Halîliyye, Halmâniyye, Halvettiye, Hakîmiyye, Hallâciyye, Halmâniyye, Hammûdiyye, Hamdâşiyye, Hamzawiyye, Hansaliyye, Harfiyye, Harîriyye, Harrâziyye, Haşşâşiyye, Hâtemiyye, Hawâtıriyye, Hayatiyye, Haydariyye, Heddâdiyye, Heddâwâ Hemedâniyye, Herewiyye, Hewariyye, Hızıriyye, Hikemiyye, Hilâliyye, Hulûliyye, Hulwetiyye, Humûsiyye, Hurûfiyye, Hüdâiyye, Hulviyye, Işqıyye, İbrahimiyye, İdrisiyye, İgtişâşiyye, İkâniyye,  İlmiyye, îsewiyye, İshâqiyye, İşrâqiyye, Qâdirîyye, Kalenderiyye, Karabaşiyye, Kâsâniyye, Kâsımiyye, Kassâriyye, Katnâniyye, Kazerûniyye, Kemaliyye, Kennâsiyye, Kerzâziyye, Kettâniyye, Keyyâliyye, Kırâiyye, Koneviyye, Kuşeyriyye, Kubreviyye, Kumeyliyye, Mağribiyye, Marzûqiyye, Mazhariyye, Mebtûliyye, Medâriyye, Medeniyye, Medye,niyye, Meğâziyye, Mehdeviyye, Melâmetiyye, Melâmiyye, Menâifiyye, Meşîşiyye, Metbûliyye,  Mevleviyye, Meymûniyye, Mısriyye,  Muhammediyye, Muhâsibiyye, Muhye,wiyye, Mukâhhaliyye, Murâdiyye, Murzuqiyye,  Muslihiyye, Muceddidiyye, Mustariyye, Muşâri’iyye, Nakşiberdîlik Nâsıriyye, Nasuhiyye, Neveviyye, Nimetullâhiyye, Niyâziyye, Nizâmiyye, Nurbahşiyye, Nûriyye, Nûriyye, Nûriyye, Nûriyye, Nûriyye, Pîr-i Hacât Rahhâliyye, Rahmâniyye, Ramazâniyye, Rasûliyye, Râşidiyye, Rufâiyye, Rukniyye, Rûmiyye, Ruslâniyye, Rûşeniyye, Rukniyy Sâbiriyye, Sa’diyye, Safeviyye, Salâhiyye, Sâlihiyye, Sanhaciyye, Sâriyye,  Sâwiyye, Sayyâdiyye, Seb’îniyye, Sehliyye, Sehliyye, Sekatiyye, Selâmiyye, Semmâniyye, Seyyâriyye, Sezaiyye, Sıddıyqiyye, Sibâiyye,  Sinâniyye, Sivâsiyye, Siyûsufiyye, Sûfiyye, Suleymâniyye, Sultaniyye, Suhrewerdiyye, Sunûsiyye, Sutûhiyye, Suûdiyye, Sümbüliyye, Şâbaniyye, Şa’biyye, Şa’râniyye, Şazeliyye, Şâhâemiyye, Şahmedâriyye, Şemsiyye, Şennâwiyye, Şerqâwiyye, Şernûbiyye, Şettâriyye, Şevziyye, Şeybâniyye, Şeybiyye,  Şeyhiyye, Şinnâwiyye, Şuaybiyye, Şücâiyye, Tâciyye, Tağlibiyye, Tâlibiyye, Tayfûriyye, Tâziyye, Telqıyniyye, Tennâwa Tıybiyye, Tîcâniyye, Tuşeştiyye, Ukayliyye, Uceyliyye, Uşşakiyye, Uweysiyye, Vârisalişâhiyye, Vahdetiyye, Vefâiyye, Vefâiyye,Vusûliyye, Yâfiiyye, Ya’ziyye, Yemeniyye, Yesewiyye,
 

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir




Enter Captcha Here :

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Başa dön tuşu