Konferanslar

“Yeni Anayasa Arayışları ve Müslümanların Tutumu” Paneli Yapıldı…

04. 12. 2011 Pazar günü Altunizade konferans salonunu dolduran salona sığmayan kalabalıkemli bir katılımla gerçekleşen “Yeni Anayasa Arayışları ve Müslümanların Tutumları” konulu panele, Konuşmacı olarak, Ahmed Kalkan, Hüseyin Alan, Mehmet Pamak ve Şükrü Hüseyinoğlu katıldı.

Hüseyin Altınışık’ın Kur’ân-ı kerim kıraati ile başlayan programa, Kalemder yöneticilerinden Yusuf Çetin’in Kalemder Derneği hakkında yaptığı bilgilendirme ve faaliyetlerini içeren konuşması ile devam edildi. Asım Şensaltık’ın oturum başkanı sıfatıyla, açış konuşmasıyla panel başladı.

Panelde ilk konuşmacı olan Hüseyin Alan “Bir toplumsal sözleşme olarak Anayasaların ne ifade ettiği, dünyada ve halkı Müslüman ülkelerdeki anayasalar tarihi, Demokratik anayasacılık ve İslâmi anayasa denemeleri” konularını ele alan bir konuşma yaptı. Amerika ve Avrupa’da son iki yüz elli yıl içinde doğup gelişen anayasacılık tarihini anlatan Alan, aslında hiçbir anayasanın gerçek anlamda bir “Toplumsal Sözleşme” hüviyeti kazanamadığını, hep güç dengeleri üzerinde ve daha güçlünün vesayeti altında ve onun çıkarlarını, düşüncelerini önceleyen metinler olarak ortaya çıktıklarını ifade etti.

Hüseyin Alan’ın Konuşmasının Özeti

Anayasa olgusu 18. Yüzyılda başlamış, modern dönemlere ait bir gelişmedir. Geleneksel devletlerde böyle bir durum yoktur. Bu günkü bilinen şekil ve içeriğiyle dünyada ilk anayasa 1787 de yapılan ABD anayasasıdır. Ardından 1791 Fransız, 1812 İspanya, 1848 İtalya, 1889 Japonya gelir.

Avrupa’da anayasa çalışmaları, Monarşik idarelerin, mutlakıyetçi kralların yetkilerinin kısılması tartışmalarıyla başlamıştır. Bu tartışmalar giderek toplumsal uzlaşma denen anayasa akımlarını doğurdu. Amerikan ve Fransız ihtilalları bu çalışmaları hızlandıran etki yapmıştır. …Dini hukuk, kilise egemenliği, ruhban sınıfı, dini cemaat yapısı giderek değişti ve bu mekânlarda seküler yeni bir toplum inşa edildi. Laik hukuk, tek dil, ulusal sınırlar, parlamento, kapitalist üretim tarzı, burjuva sınıfı gibi yeni bir durum oluştu.

Aydınlanma, hümanizm, civilite, ulus devlet, ulus toplum, laik hukuk, demokrasi, fertlerin hak ve özgürlük anlayışları, eşitlik, milliyetçilik, liberalizm, sosyalizm gibi ilkeler bu dönemlerin ürünüdür. Anayasa hareketleri bu manada tüm bu gelişme süreçlerinin ürünüdür. … Tüm anayasalarda esas ilke laikliktir, laik hukuktur. Laikliği besleyen ve üreten esassa, toplumun sosyal örgütlenmesidir. Seküler özgürlükler, birey, STK ve ulus toplum yapısının üzerine laiklik oturmaktadır. Kapitalist ekonomi, sömürü, küresellik bu sürecin neden ve sonuçlarıdır.

Anayasal gelişmeler ve anayasalı devlet ve toplumlar, eski yapıdan kesin bir kopuşun, onun yerine yeni bir toplumsal ve idari yapının inşasının ifadesidir ayı zamanda. Bu nokta çok önemlidir. Özellikle Müslüman aklının bir anayasayla ilişkili değerlendirmesi bakımından önemlidir. Bu manada çok önemli olan bir konuda; kurucu irade veya kurucu iktidar denen gücün, eski toplumsal yapıdan kopuşun, yeni toplumsal yapıyı inşa edici oluşun aktörü olmasıdır. Bu nedenle kurucu irade veya kurucu iktidarlar her zaman ve her yerde hukuk dışıdırlar, sınırsız ve sorumsuzdurlar. Bu dünyanın her yerinde böyledir. Bu nedenle tüm anayasalarda, değişmesi veya tartışması mümkün olmayan maddeler vardır. Kimilerinde açıkça belirtilirken kimilerinde giydirilmiş maddeler şeklindedir. Bu Konuda çok önemli bir şey daha vardır: Bu kurucu irade veya kurucu iktidar kadrosu, seçimle mi gelir, atamayla mı gelir yoksa el koymayla mı gelir? Bu tartışma hiç yapılmaz. Bu neden böyledir hiç sorgulanmaz. Özellikle “İslâm’da devlet yoktur” diyebilen akıllılar nezdinde konunun içeriği bile anlaşılmaz!

Bir anayasada yönetim oyununun kuralları belirlenir. O nedenle yeni anayasa hazırlıkları veya tasarıları, referandum gibi teknik hazırlık ve çalışmalar sadece süreci meşrulaştırmak içindir. Toplumun değişik kesimlerinin, STK’ların görüşünü almak ve kamuoyunda tartışmalar yaptırmak sadece işi meşrulaştırmak içindir.

Bir anayasa devletin mahiyetini; asli organlarını; organların kuruluş, teşkilatlanma ve işleyiş tarzını; kurumların birbiriyle olan ilişkilerinde yetki ve sorumluluk alanlarını; devletin üstün otoritesi sayılan “iktidar” (monarşik ya da demokrat olsun fark etmez) altındaki yurttaşların temel hak ve özgürlükleriyle ilgili hukuklarını ve kurallarını belirten yazılı bir belgedir. Anayasaların meşruiyeti, oy çokluğuyla kabulü anayasaların güvencesi var sayılır. Anayasalarda devletin siyasi teşkilatını ilgilendiren organlar belirtilir. Bunların karşısında yer alan fertlerin temel hak ve özgürlükleri belirtilir, tanımlanır ve güvence altına alınır.

İslâm ülkelerinde anayasal gelişmeler tümüyle Batının etkisiyle 19. Yüzyılda başlar. Tunus 1871, Türkiye 1876 gibi. Osmanlıda anayasal zemin sayılabilecek 1808 senedi ittifak anlaşması, çift taraflı bir anlaşmadır. Bu İngilizlerin 13. Yüzyıldaki Magna Karta anlaşmasını çağrıştırır içerikte bir anlaşmadır. Osmanlıda devlet iktidarını sınırlandıran, kişisel hürriyetlerin tanınmasını sağlayan ve ahali arasında eşitlik getiren fikirler bundan sonra hep olacaktır.

Bütün anayasa çalışmaları, aynı devlet sisteminin yeni gelişen sosyal-ekonomik ve siyasi gelişmelere intibak ettirilmesinden başka bir şey değildir. Hepsinde de Batı etkisi varlığını hep sürdürmüştür. Dolayısıyla, hiçbir dönemde Müslümanlar, kendi ihtiyaçları gereği bir anayasa yapmamış, böyle bir akım da gelişmemiştir. Çünkü bu dönemlerde bir İslâm devleti kuran kurucu bir iktidar oluşmamıştır.

Bu manada yeni olduğu ve siviller tarafından yapılacağı propagandası yapılan 2012 anayasası yeni bir anayasa olmayacaktır. Bu anayasa da özü ve temeli itibarıyla kendinden öncekilerin bir devamı ve gelişmiş içeriğiyle şekli olacaktır. Çünkü eski toplumsal yapıdan bir kopuş ve yerine yeni bir toplumsal yapının inşası söz konusu değildir. Yeni bir kurucu irade ve yeni bir kurucu iktidar söz konusu değildir. Tam tersine, dünyadaki yeni gelişmelere intibak ettirilmek istenen anayasayla eski devlet yapısı ve işleyişi yenilenmektedir. Laik hukuk, laik cumhuriyet, laik yönetim ve meşruiyet bakımından yeni olan hiçbir şey yoktur.

Müslümanlar olarak; ortada İslâmi bir seçenek yoktur, gücümüz neye yeter ki, hiç olmazsa vesayet düzeni geriletilecek ve özgürlükler alanı genişletilecek tarzı mazeretlere kulak asmamalıyız. Devletin şekli, yapısı ve niteliğinde bir değişiklik getirmeyecek yeni anayasada; onlar asla İslâmi bir seçenek sunmayacaktır. Bu hayalden ve kendimizi aldatmaktan vazgeçelim. Biz yoksak İslâmi seçenek de yoktur, bunu da hatırdan uzak tutmayalım. Karşıdakilerden böyle bir şey beklemekse abesle iştigal olmalıdır. Bu durum, İslâmi bir seçenek yok söylemine meşruiyet kazandırmaz. Nerede bir Müslüman varsa, orada her zaman bir İslâmi seçenek vardır.

Müslümanlar olarak birkaç yüzyıldır tarihin dışında kaldık. Hayatın, toplumun ve insanın yönlendirilmesinde bizler yokuz. Başkalarının kurduğu düzenlerde, yaptığı tarihsel zamanlarda yaşıyoruz. Âcizlik ve zillet durumu bu. Sığıntı gibiyiz. Hep bir yerlerde tutunmayı hedefledik. Modern hayatla ve Batıyla karşılaştığımız günden bu yana kompleks sahibi olduk ve hep aşağılandık.

Modern eğitimi benimsedik, modern okullar yaptık; itaatkâr, teslimiyetçi, âciz ve sorumsuz nesiller yetiştirdik. Modern şirketler ve holdingler kurduk; ahlaksız tüccarlar yetiştirdik, kapitalist ekonomiyi ürettik. Modern finans kurumları kurduk; faizi meşrulaştırdık. Modern partiler kurduk; laik devletleri yönettik, küfürle hükmettik. Modern iletişim aletleri sahibi olduk; hakikati ortaya koyacağımıza hakikatin içini boşaltma görevini üstlendik. Modern dernekler kurduk; dini algıyı manevi hazza dönüştürdük. Modern yardım kuruluşları kurduk; insanların neden aç bırakıldığını sorgulayacağımıza küresel katliamları meşrulaştırmaya başladık. Modern devletler kurduk; fesadı yayma, şirki egemen kılma yarışına katıldık. Modern kentler kurduk; azgın, sapkın insanlar ürettik, toplumu sekülerleştirme yarışına katıldık.

Nihayet dini akaidimiz, teolojik bir kabule, seremonik ibadetlere dönüştü. Cemaatlerimiz manevi topluluklara, dini telakkimiz bireysel ibadetlere, erdeme ve ahlaka dönüştü… Şimdi de; modern anayasalar yaparak ucundan kıyısından kimi haklara sahip olabileceğimizi hayal ediyoruz. Bir anayasa gerekli midir diye düşünmüyoruz. Müslüman ümmeti oluşturması gerekenler olarak, hem Müslümanları ve hem de tüm insanlığı yönetmeye talip olan bizler, kalkmış tekçi, insanları sınırlayan laik bir hukuka dayalı anayasal faaliyetleri içselleştiriyoruz. Medine vesikası bir anayasa mıdır, düşünmedik. Orada toplumsal yeni biri durum oluşturan kurucu irade ve iktidarın seçimle mi geldiğini, atamayla mı geldiğini yoksa el koymayla mı bu işi gerçekleştirdiğini hiç düşünmedik. İslâm devleti var mıdır yok mudur onu bile tartışmaya açabildik… 200 yıllık yaşanmış tecrübeden hareketle modern olandan etkilenmeye artık yeter diyebilmeli, biraz tefekkür edebilmeliyiz.

Devletle olan ilişkilerimizde hep yakınan olmamalı, hep aşağılanmış duruma düşmemeli, hep sığınmacı olmaktan kurtulmalıyız. Her önümüze gelene eyvallah dememeyi öğrenmeliyiz. Devletlerin varlık gerekçesini tefekkür etmeli, Hz. Musa(s)’nın Firavuna karşı söylediği “başıma kakıp durduğun şeyler kavmime yaptığın zulümden dolayıdır” özgüvenini yakalamalıyız. Rablik ve ilahlık taslayanlara karşı hakkı haykırabilmeliyiz… Yukarda açıklanan gerekçelerden dolayı biz bu yapılacak olan “yeni” anayasadan razı değiliz. Çünkü biz Müslüman’ız. Allah’a verdiğimiz ahdimizin gereği de budur. Çünkü bizler Allah’tan gayri rab ve ilah kabul etmiyoruz.”

Hüseyin Alan, sorular bölümünde ise, İslâmi anayasa uygulamaları ile ilgili şunları söyledi:”1947 Pakistan devleti ve anayasası, 1979 İran devrimi ve anayasası, 1990’larda gelişen Sudan askeri rejim anayasası vs, genel anlamda İslâmi anaysa örnekleridir. Hizbut Tahririn yazdığı anayasa bunların en gelişmiş örnekleridir. Özellikle İran, Sudan ve Hizbuttahrir anayasalarında, “hâkimiyet ve hüküm Allah’ın, yönetim ise ümmetindir” düsturu söylem olarak ifade edilmiştir. Yani egemenliğin ve hukukun kaynağı Allah ve ilahi vahiydir, ancak emaneti ehline vermek gereğince yönetimleri belirlemek, denetlemek ve gerektiğinde azletmek ümmetin yetkisindedir. Yönetenler de yönetilenler de bu görev ve sorumluluklarını yerine getirirken ilahi vahye itaat etmekle mükelleftirler. Buna rağmen bu anayasaların pratikte ulus devlet formatını tam aşamadıkları, İslâmi bir model ve örneklik oluşturamadıkları söylenmelidir. Pakistan anayasası ise, tıpkı Mısır anayasası gibi; İslâmi hukuka atıflarına rağmen, pratikte devlet yönetimi, dış politika ve mali konularda laik hukuka tabidir. İran anayasası; hukukun kaynağı olarak vahyi ve İslâmi ölçüleri esas almakla beraber, imamet ilkesini tartışılmaz sayıyor, Caferi mezhebi hukukunu üst hukuk olarak belirliyor. Burada, ümmet bazında kuşatıcılıktan bahsetmek zordur. Gerçekte bir anaysa yapmak fikri, İslâm toplumlarının ihtiyaçları gereği gelişmediği için problemler oluşmaktadır.”

Daha sonra ikinci konuşmacı olan Şükrü Hüseyinoğlu “Türkiye’de anayasa tarihi, Anayasaları yapanlar, Bu anayasaların halkın iradesine verdiği yee, Halkın değerlerine ve İslâmi kimliğine karşı tutumu, Temel hak ve özgürlükler zaviyesinden Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi anayasalarının değerlendirilmesi ve günümüzdeki çoğulcu ve sivil anayasa arayışları” konunda sunumunu gerçekleştirdi.

Şükrü Hüseyinoğlu’nun Konuşmasının Özeti

“Kısaca anayasayı, bir toprak parçası üzerindeki egemenlik ilişkilerini düzenleyen temel belge olarak ifade etmek mümkün… anayasa, toplumsal ve siyasal anlamda tâbi olunacak temel yasaların toplamıdır. Öyle ise anayasa konusunu inanç / ideoloji bağlamından soyutlayıp, salt “hak ve özgürlükler” çerçevesinde ele almak ve pragmatik yaklaşımlarla değerlendirmek nasıl mümkün olabilir?

Anayasaları, Yapılış Gayeleri Bakımından İkiye Ayırmak Mümkündür

1- İktidar aygıtı karşısında toplumun hak ve hukukunu korumak, iktidar-toplum ilişkilerinde adalet merkezli bir çerçeve oluşturmak gayesiyle yapılan anayasalar.

2- İktidarların, topluma yukarıdan aşağı kimlik dayatmak için tasarladıkları, toplumu diledikleri şekilde biçimlendirmek için ihtiyaç duydukları strateji ve araçları düzenleyen anayasalar.

Şer’î ve örfî hukukun şu veya bu ölçüde devrede olduğu Osmanlı’da, Batı’da olduğu gibi bir “mutlak iktidar”dan hiçbir zaman söz edilemeyeceği açıktır. Bununla birlikte iktidarın nihai anlamda Padişah’ın tekelinde bulunması ve hukukun uygulanması konusunda Padişah’ı sahici anlamda sınırlayıp denetleyecek kurumlardan mahrum olunması keyfi uygulamaları da beraberinde getirmiştir. Padişah’ın bu iktidar tekelini sınırlama konusunda atılan ilk adım, Batı’daki anayasal gelişmelerin etkisiyle II. Mahmud döneminde padişahla Anadolu ve Rumeli beyleri arasında imzalanan 1808 tarihli “Sened-i İttifak” olmuştur. Bu belgede, yerel beyler sadrazamın emirlerini padişahın emirleri olarak görüp itaat edeceklerini taahhüt ederken, bunun karşısında da sadaret makamının kanun hilafına uygulamalarda bulunmayacağı taahhüdünü almaktadırlar.

“Sened-i İttifak” belgesini, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı izlemiştir. Tanzimat Fermanı’nı, Padişah Abdülmecid’in Babıali’de okuduğu 1845 tarihli Hattı Hümayun ve 1856’da ilan edilen Istahat Fermanı izlemiştir. Tüm bunlarla birlikte, Osmanlı tarihinin ilk anayasası 1876 tarihli Kanunu Esasi’dir. Bu Anayasa, İslâmi esaslara dayalı, fakat saltanatla yönetilen bir devlet şekli öngörmektedir. O zamana kadar fermanlarla sınırlanmış olmakla birlikte padişahın tek başına kullandığı otoriteye bundan böyle meclis organı iştirak etmektedir. Bu meclisin ismi Meclis-i Mebusan’dır.

Padişah Vahdeddin tarafından Anadolu’ya gönderilen komutanların çalışmaları sonucu Ankara’da Büyük Millet Meclisi adıyla yeni bir meclis teşekkül ettirilmiş ve 23 Nisan 1920’de bu Meclis’in açılışı gerçekleştirilmiştir. Bu meclisin ilk icraatlarından biri, yeni bir anayasa çalışmasına girişmek olmuştur ve 20 Ocak 1921 tarihinde 24 maddelik bir anayasa ilanında bulunulmuştur.

1921 Anayasası olarak bilinen bu anayasa, acilen ihtiyaç duyulan yeni bir Hükümet’in teşkili üzerine yoğunlaşmış, son derece sınırlı bir anayasa olarak temel hak ve hürriyetler ile yargı konularını bile içermemiştir. Bu anayasanın, Osmanlı sonrası otorite boşluğunu doldurmaya yönelik bir altyapı çalışması olduğu görülmektedir.

Bu anayasada laik-seküler Fransız devrim anayasasından mülhem olarak “Hakimiyetin kayıtsız şartsız millete (millet kavramı burada Fransızca nation / Türkçe ulus karşılığı kullanılmaktadır) ait olduğu” ifadesi yer almaktadır. Bununla birlikte anayasanın 7. maddesinde “Şer’i hükümlerin uygulaması yetkisi”nin Büyük Millet Meclisi’nde olduğunun belirtilmesi, bir “geçiş dönemi” anayasası niteliğini ortaya koymaktadır.

1924 Anayasasının tek parti egemenliğinin kurulmaya başlandığı ve örgütlü bir muhalefetin mevcut olmadığı teksesli meclisçe yapıldığı, 1961 ve 1982 Anayasalarını hazırlayan Kurucu Meclislerin ise darbecilerin tercihleri doğrultusunda oluştuğu bilinmektedir.

1924 anayasasında, Türk etnik kimliğine dayalı ulus inşasının ilk adımlarının atıldığı görülmektedir. “Türkiye’de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir” maddesiyle Türk ulusu anlayışı yerleştirilmeye çalışılmıştır.

1937 yılında laiklik ilkesi dâhil edilerek yeni sistemin topluma dayatılma sürecinin yasal altyapısı tamamlanmıştır.

1960 askeri darbesinden sonra, darbecilerin teşkil ettiği Milli Birlik Komitesi ile birlikte darbenin destekçisi siyasetçi, akademisyen ve kuruluş temsilcilerinden oluşan Temsilciler Meclisi’nin oluşturduğu “Kurucu Meclis” tarafından yapılan ve 1961 yılında halk oyuyla kabul edilen 1961 Anayasası temel haklar konusunda bazı iyileştirmelere yer vermiş ve üniversitelere özerklik gibi bazı düzenlemeler getirmiş olmakla birlikte, vücuda getirdiği Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu ve Devlet Planlama Teşkilatı gibi üst kurullarla bürokrasi iktidara doğrudan ortak edilmiştir. 1971 muhtırası sonrası 1961 anayasasından yapılan değişikliklerle de bürokrasinin iktidar üzerindeki ağırlığı artırılmış, üniversitelerin özerkliği ve kimi temel haklar kısıtlanmıştır.

1982 Anayasası, temel hak ve hürriyetler açısından son derece yasakçı, devlet-toplum ilişkileri bakımından da otoriter ve devletçi bir anayasadır. Bir darbe anayasasına uygun şekilde katı ve dayatmacı niteliğe sahiptir.

Müslümanların bu sistem içi tartışma ve gündeme doğrudan taraf olması tevhid akidesi açısından meşru bir tutum değildir. Anayasa gibi hükümranlık ilişkilerini belirleyen bir temel meselede özgün tevhidi duruşu öne çıkarması gereken Müslümanların, bunun yerine sistem içi çekişmelere taraf olmaları temel bir kırılmadır.

“Sivil anayasa” meselesinde “İslâmi kesim” arasında üç tutum belirginleşmiş bulunmaktadır.

1-Bir kesim, vahyi referans almayan herhangi bir anayasa yapımına hangi gerekçeyle olursa olsun destek olmanın, insanlar için istikamet belirleme hakkını Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a has kılan tevhid akidesiyle telif edilemeyeceğini vurgulamaktadır.

2-Bir diğer kesim, ortaya çıkarılmaya çalışılan neo-liberal, demokratik yeni anayasadan razı olacağı görüntüsü vermekte ve bu çalışmalara elinden geldiğince destek olmaktadır.

3-Bir başka kesim ise, sivil anayasayı Müslümanların önünü açacak bir çalışma olarak görmekte ve araçsal açıdan olumlu gördüğü için anayasa çalışmalarına destek verme tutumunu öne çıkarmaktadır.

Neticede Âlemlerin Rabbi’ni insan ve toplum hayatına hükmeden rabb olarak tanımayan, vahyi referans almayan bir temel yasadan razı olacak kadar tevhid akidesinden uzaklaşmış insanlara söyleyebilecek fazla sözümüz yoktur. Ancak bazı tevhidi bilinç sahibi Müslümanların, hedeflenen sivil anayasadan İslâm ve Müslümanlar adına beklentiye girip sürece destek verdiğini görmek bizi şaşırtmaktadır.

“İdeolojisiz anayasa” gibi neo-liberal argümanların büyüsüne kapılan Müslümanlara rastlamak, son yıllarda artan bir ivmeyle içerisine düşülen ideolojik kirliliğin geldiği boyutları görmek açısından mânidardır. Kemalizme karşı özgün İslâmi bir duruş inşa etmek yerine liberal ideolojinin bir kimliksizleştirme enstrümanı olarak kullandığı ideolojisizlik argümanına sarılmak, bazı çevreler açısından tam anlamıyla tükenişin resmi olmuştur.

Bütün bunlar, Kemalizm, geriletmek adına kendi iddialarından da vazgeçmeye razı olmak ve liberalizm dinine teslim olmaktan başka ne anlama gelebilir? Yarın İslâmi bir toplum teşekkül ettiğinde bu toplum için “ideolojisiz bir anayasa” mı yapılacaktır? Müslümanların anayasasında “değiştirilemez maddeler” olmayacak mıdır? Kısacası Müslümanların bir sabitesi bulunmayacak mıdır?

Kemalizmi geriletmek adına dillere pelesenk edilen bu tür liberal argümanların, yalnızca Kemalizmi değil, İslâmi bilinci ve duruşu da gerilettiği ve Müslümanların zihninde geri dönülmez tahrifatlar yaptığı ne zaman anlaşılacak? Liberalizm, demokrasi gibi Batılı kavram ve değerler asla nötr değildir. Bu kavramlar, yerleştikleri dili ve zihni dönüştürür ve yönlendirir.

Müslümanlar her şart ve konjonktürde kendi dilleriyle, yani tevhidce ile konuşmalı, kendi argümanlarıyla muhalefet yapmalı ve kendi özgün taleplerini dillendirmelidirler. Anayasa tartışmalarında Müslümanlara yakışan tutum, liberalizmin değil, İslâm’ın tarafında yer almaktır. Müslümanlar “sivil anayasa”nın değil, “İslâmi anayasa”nın taraftarı olmalı ve bunu deklare etmelidirler.”

Hüseyinoğlu’nun konuşmasını müteakip 3. konuşmacı olan Ahmed Kalkan “Allah’ın hükmüyle hükmetmek, hakimiyet, hüküm kavramları, yönetici ve yönetilenleri bağlayan hudutları belirleme, yasaların, hukukun kaynağı meselesi gibi konuların vahye göre açıklanması ve anayasa ile bağlantısının ortaya konması” konusundaki sunumunu yaptı.

Ahmed Kalkan’ın konuşmasının özeti:

“Eskisiyle yeni oluşturulacak olanıyla, Kur’an’ın referans alınmadığı temel yasalara “anayasa” denilmesi, “ana”larımıza hakarettir. Mübarek analarımıza kimsenin şirk yasalarını nispet etmeye hakkı yoktur. Yattığı yerden onun ilkeleri hâlâ değiştirilmesi bile teklif edilemiyor ve o ilkelere bağlı bir temel yasa yapılıyor ise, (ki aksini düşünmek mümkün değildir), buna Atayasa demeleri gerekiyor.

Tâğut, velâ ve berâ, hâkimiyet, hüküm koyma, ilâhlığa yeltenme, tevhidî ilkeler, şirkten sakınma, beşerî ideolojileri red, haramda ve küfürde yardımlaşma gibi kavramları güncel siyasi çıkarımlarıyla bilen bir mü’min nasıl İslâmî olmayan bir rejimin İslâmî olmayan bir anayasını onaylayabilir? Hatta bu konuyu, nasıl olur da aklının ucundan bile geçirebilir? Kendini yalanlama yanında, Kitabın da bir kısmını (İslâm’ın siyasî yönünü, Allah’ın hâkimiyetini red anlamı taşımaz mı bu tavır? İslâmcı kimliklerini inkâr edip mânen intihar edercesine şirk anayasasını inşaAllah hiçbir muvahhid kabul etmez.

Bizim gönlümüzdeki anayasamızın ilk maddesi olan kelime-i tevhid, “lâ” ile, yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğutlara ve onların İslâm dışı düzenlerine isyan anlamı ve eylemi vardır tevhid mesajında. Yani, Allah’a isyan edenlere isyan! Bütün peygamberler bu anlamda kutsal isyan ateşini tutuşturan önderlerdir. “Andolsun ki Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan (Allah’ın hükmüne isyan edip azgınlaşan ve insanları Hakk’a isyana zorlayan egemen şahıs ve anlayışlardan) kaçının diye (emretmeleri için) her topluma bir peygamber gönderdik.” (16/Nahl, 36)

Peygamberlerin tevhid mücâdeleleri, yozlaşmış bir toplum içinde, bireyin nasıl seçkin ve kirlenmemiş bir hayat süreceği, onurlu bir direniş ve muhâlefeti nasıl ortaya koyacağı sorusuna verilen cevabın etrafını örmektedir. “İbrâhim’de, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.” (60/Mümtehıne, 4) “Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (tevhid inancına) dönsünler.” (43/Zuhruf, 26-28)

İbrâhimî mirasa sahip çıkmak ve İbrâhim’i (a.s.) örnek almak demek; putlara, putlaştırmaya ve putçulara karşı tek başımıza da olsa mücâdele içinde olmak demektir. Âhiret ateşine atılmamak için dünya ateşlerinden korkmamak, ateşle imtihanı göze alabilmek demektir. Babamız ya da Nemrut gibi zâlim devlet reisi de olsa muhâtaplarımıza hakkı haykırabilmektir. Ne yapmıştı Hz. İbrâhim, bedeli ağır da olsa putları kırmış, putperestlerin yüzüne şöyle haykırmıştı: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz, aklınızı kullanmaz mısınız?” (21/Enbiyâ, 67)

“Rabbinizden size indirilene (Kur’an’a) uyun. O’ndan başkasını dostlar edinip peşlerine düşmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” (7/A’râf, 3)

“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet. Onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarından sakın. Eğer Allah’ın hükmünden yüz çevirirlerse, bil ki Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratıp belâlarını vermek istiyor. Muhakkak ki insanların çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır. Yoksa cahiliye hükmünü mü arayıp istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?” (5/Mâide, 49-50)

Kendi kendisini idare etmesini tam beceremeyen insanoğlu, kendi kafasından hükümler koyarak ülkesinde yaşayan tüm vatandaşları yönetmeye cür’et ediyor. İşte burada “tanrılaşma”ya kalkmak konusu devreye giriyor. İnsanlar üzerinde tahakküm, onları yönlendirme, onları inşâ etme, yönetip terbiye etme, yani “rableşme” iddiası sözkonusu oluyor. “Yöneten râzı, yönetilen râzı, kim ne diyebilir ki?” denilse, bir mü’min olarak; “Allah râzı değil bu efendilik-kölelik ilişkisinden” deriz. Allah, kullarına zerre kadar zulmetmediği, tümüyle ve mutlak şekilde âdil hükümler, anayasa kabilinden temel ilkeler ve yasalar koyduğu gibi, insanların birbirlerine zulmetmesine de râzı değildir. O, Kur’an adlı kitabını hem hidâyet, ibâdet, ilim, şifa ve rahmet kaynağı olarak, hem de anayasa ve yasaların temel referansı olarak insanlığa göndermiştir.

Bir olan Rabbimiz, tek ilâhımız, yegâne hüküm sahibi Allah, gerçek anlamıyla hüküm koyma, yani anayasa ilkelerini tespit etme hakkı ve gücü olan tek zâttır. “Yoksa onlar câhiliye hükmünü mü (anayasa ve yasalarını mı) arayıp istiyorlar? İyi anlayan bir toplum için hüküm (kanun koyma, yasa ve anayasa yapma) yönüyle Allah’tan daha güzel kim vardır?” (5/Mâide, 50); “Hâkimiyet (kanun koyma ve yönetme hakkı) sadece Allah’a aittir.” (12/Yusuf, 40) Yani, egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır. Mü’minler olarak böyle inanır ve bu inancımızı hayata tatbik etmeye çalışırız.

Bütün bu Kur’anî gerçeklere rağmen “müslümanım” diyen halk, Allah’ın hakkını, kendisi gibi insan olduğu halde, ilahlaştırdığı kimselere vermeyi fazilet sanıyor. İbâdet coşkusu ile yarın anayasa oylamalarına katılacak, tutsaklık zincirlerinin birazcık gevşetilmesini özgürlük sanarak kabul edecek. Allah’ın indirdiğiyle değil, birilerinin hevâsından kaynaklanan hükümleri, ana hükümleri onaylayarak zulme sadece rızâ göstermekle kalmayıp ortak da olacak. Bununla birlikte, halk açısından durum kısmen anlaşılacak şekildedir: Sıkıyönetimlerle, birçok hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılan, ihtilal yapan askerlerin yaptığı anayasalarla huzur bulamayan halk, “darbe anayasası” yerine “sivil anayasa”yı tercih etme şansına kavuştuğunu düşünüyor. Dar çerçeveli de olsa göreceli bir özgürlük isteğini, ehven-i şer veya kısmî ıslahat olarak görüyor ve tercihini olumlu gördüğü değişimden yana kullanıyor.

Tevhidden koparılmış halk için şerrin ehveni, kötünün iyisi gibi tercihler sürpriz sayılmaz, ama muvahhid mü’minlerin hele böylesine siyasal ve sosyal düzenlemeleri içeren temel konuda tercihi, çok farklıdır, farklı olmalıdır. Onlar, temel yapıyı değiştirmeyen sistem içi basit değişiklikleri değil, köklü değişimi savunur. Temeli tümüyle beşerî görüşlere, Kemalizme ve dolayısıyla şirke dayanan câhiliye hükümlerini onaylayamaz. Allah’a teslim olmuş tevhid eri bir mü’min; Allah’la, O’nun kitabıyla, O’nun emir ve yasaklarıyla zerre kadar ilgisi olmayan bir hüküm kaynağını kabul edemez. “Allah ve Rasûlü bir konuda hüküm verdiği zaman, hiçbir mü’min erkek ve kadının bu konuda farklı bir görüşü tercih hakkı yoktur/olamaz. Bu hakkı kendisinde görerek Allah’a ve Rasûlüne karşı gelen kimse, apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüştür.” (33/Ahzâb, 36)

Sistem içi çalışmaya kendilerini şartlandırmış dernek, vakıf, dergi, gazete ve televizyon sahibi arkadaşların samimiyet testi: Eğer demokrasiyi İslâm için savunuyorlarsa, kamuoyuna şu teklifi yapmaları gerekir: “Demokrasiyi ve düzenin yöneticilerini test ediyoruz. Düzen gerçekten demokrat ise, insanları kandırmıyorsa, yönetimi gerçekten halk belirliyorsa; şöyle bir oylama yapılsın, insanlara sorsunlar bakalım: Kur’an-ı Kerim’in hükümleriyle mi yönetilmek istiyorsun, yoksa kendini tanrı yerine koyan senin gibi insanların koyduğu hükümlerle mi? Allah’ın indirdiği hükümler mi anayasa olsun, Atatürk ilkeleri istikametinde tâğutî uydurmalar mı?” Bu teklifi yapmayan kimseler kendilerini kandırmasınlar, demokrasi ile İslâm’a gidilebilir diye… Bu ülkede anayasa ilahi vahye dayanmadığı, temel hakların ve hukukun kaynağı vahiy olmadığı sürece, hangi çapta özgürlükçü ve sivil anayasa yapılırsa yapılsın, rejimin adı ‘Türkiye Şirk Cumhuriyeti’ olmaya devam edecektir.”

Ahmed Kalkan’ın konuşmasını müteakip son konuşmacı olarak Mehmet Pamak da,“Hukuk, hakimiyet, hükmetme/yönetme/emretme konularında, Mekke ve Medine sürecinde vahyin Müslümanları nasıl yönlendirdiği, Medine toplumu ve Medine vesikası uygulaması, Türkiye’de Müslümanların yeni anayasa arayışlarında nasıl bir tutum içinde oldukları, Kur’an ve sünnet çerçevesinde, Mekke ve Medine örnekliğinde nasıl bir tutum sergilemeleri gerektiği” konularında sunumunu yaptı.

Mehmet Pamak’ın konuşmasının özeti:

Kuran Müslümanları Uyarıyor; Göklerdeki İlah da, Yerdeki İlah da Allahtır.

Kozmik Hâkimiyet de, İnsani Toplumsal Hayattaki Hukukî Hâkimiyet de Allah’a Aittir

Temel hakların seküler anayasalarda hiçbir güvencesi yok iken, İslâmi sistemde Allah’ın koruması altında dünyevi ve uhrevi olmak üzere iki güvencesi vardır

“Mevcut seküler anayasaların tam anlamıyla bir toplum sözleşmesi hüviyeti kazanması söz konusu olmadığı gibi, hevânın esas alınması sebebiyle bu mümkün de değildir. Hevâ ve zanla hareket eden, fıtratın yolundan uzaklaşmış ve vahiyle arınmamış, istikametini kaybedip kirlenmiş seküler akıl belirleyici olunca, adaletsizlik ve zulüm kaçınılmaz olmaktadır. Seküler zeminde fıtri bir arayış sonucu ve tarihten gelen vahyin kırıntılarının da etkisi altında oluşturulan insan haklarının güvencesinin anayasalar olduğu söylenmiştir. Ancak bu anayasalar da hep sermaye gücünü elde bulunduran oligarşilerin vesayeti altında olunca, onların tasallutundan, tahakkümünden hiç kurtulamamıştır. İslâm da ise, Allah’ın lütfettiği temel hakların güvencesi yine Allah’tır. Allah’ın hükümleri esas alındığında, Allah’a teslim olunduğunda, temel hakları güvence altına alan hem dünyevî (şer’î cezaî müeyyideler), hem de uhrevî (azab) müeyyideler söz konusu olacaktır. Bu sebeple, batıl demokratik sistemlerde hiçbir güvencesi olmayan anayasaların cılız koruması altındaki temel haklar, İslâmi sistemde doğrudan Allah’ın koruması altında olacak ve çifte güvenceye kavuşacaktır.

Siyasi, hukuki ve sosyal yapı oluşturulurken Kur’anî ilkeler ve Resulün (s) örnekliği belirleyici kılınırsa, yani bütün insanların Rabbi olan Allah’ın hükümleri esas alınarak hukuk üretilirse, herkese adaletle muamele edilecek, bütün varlıkların Allah’a itaati sebebiyle var olan evrendeki uyum, ahenk ve barış insanlar arasına da egemen olabilecektir. İşte tüm insanlığın muhtaç olduğu bu sahici hukuka ve bütüncül gerçek adalete ulaşılmaması ve egemen küresel sömürü ve adaletsizlik sisteminin devamı için, laiklik ve liberal demokrasiyle sentez edilmiş ve bireysel ibadetlere indirgenmiş ‘ılımlı İslâm’ algısı yaygınlaştırılarak, hayatın bütününü kuşatan tevhidi İslâm’ın önü kesilmeye çalışılmaktadır. Böylece insanlığın vahiyle buluşmasının önüne geçilmek, ülkemizde ve bölgemizde Kur’ani modelin doğması ve insanlığı kuşatması engellenmek istenmektedir.”

Göklerin, yerin bunlarda bulunan her şeyin mülkü Allah’ındır, sadece kozmik hâkimiyet O’nun değildir, yeryüzündeki hakimiyet ve hüküm de O’nun yetkisindedir, yani göklerdeki ilah da, yerdeki ilah da O’dur (Zuhruf, 84). O’ndan başka ilah yoktur, dünyada da, ahrette de, hamd O’na mahsus, her iki hayatta da hüküm O’na aittir ve sonuçta O’na döndürüleceğiz. (Kasas, 70).

Mekke sürecinde, ilk surelerden itibaren, Kur’an ilk muhataplarını, inanç, amel, hayat tarzı ve cemaat bazında, cahiliye inanç, amel, hayat tarzı ve siyasi yapısından ayrışmaya, onlara ve inançlarına itaat etmemeye, tâğutlardan, tâğutî inanç ve siyasi yapıdan kaçınıp, sadece Allah’a itaat ve ibadet etmeye çağırmaktadır. (Nahl, 36). Şirke, küfre itaatsizlik ve uzlaşmazlık, en temel ilke olarak ilk surelerden itibaren ortaya konarak, çok zor şartlara rağmen mü’minler bu istikamette yönlendirilir (Kâfirun;Yunus 41, 104; Hud 112-113).

Halk etmek (yaratmak) de, Hulk’un (ahlak ve hukukun) kurallarını vazetmek (emretmek) de Allah’a aittir

Mutlak hükümranlık elinde bulunan Allah, hangimizin daha güzel ameller yapacağımızı denemek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. (Mülk 1-2). Yaratmak da, imtihan dünyamızda nasıl bir hayatı yaşamamız gerektiğinin kurallarını koymak, ahlakın ve hukukun kurallarını vazetmek anlamında emretmek de Allah’a aittir (A’râf 54). Bu sebeple de, hayatın bütün alanlarında, Allah’ın emrinden oluşan şeriatına uyulması, bilmeyenlerin hevâlarıyla yapılan hükümlere ise uyulmaması gerekmektedir (Câsiye 18). Allah’ın dinde izin vermediklerini şeriat ve yasa haline getirenlere uyulursa, onların ilahlaştırılıp Allah’a eş koşulmuş olacağı uyarısı yapılmaktadır (Şûrâ, 21).

İnsanın Rabbine ve Kendine Yabancılaşması Sonunda,

İnsanın Tükenişi ve Fesadın Küreselleşmesi

“Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan (fasık) kimselerdir.” (Haşr, 19) “Her kim Rahman olan Allah’ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur. Şüphesiz ki bu şeytanlar onları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf, 36-37)

Hayatın hiçbir alanında Allah unutulmayacak, devre dışı bırakılmayacaktır. Toplumsal hayatın işleyişi, yönetimin hangi hükümlere göre yapılacağı ve korunması gereken temel hakların ne olduğu ve adaletin nasıl tesis edileceği gibi konuları ihtiva eden temel bir sözleşme hazırlanırken Allah hatırlanmayacak ve Allah’ın hükmü esas alınmayacak da nerede hatırlanacak? İster hayatın bütününde, isterse bir parçasında, kamu alanında, devlet yönetiminde, ekonomide, siyasette, aile hayatında, Allah’ı unutana Allah da bizzat kendilerini unutturur ve yoldan sapmaları kaçınılmaz olur. Hayatın herhangi bir alanında Allah’ın zikrinden yüz çevirene Allah bir şeytanı musallat eder ve şeytan onları yoldan saptırdığı halde onlar kendilerini doğru yolda sanırlar. Sonuçta bu fasık ve fasid insanlar, fesad çıkardıkları halde, kendilerinin ıslah ediciler olduklarını iddia eder hale gelirler (Bakara, 11-12).

Bâtıl kavramlar ve modeller “ödünç” alınarak, “ehveni şer” tercih edilerek özgün inşalar gerçekleştirilemez, özgün düşünce ve projeler üretilemez

Hak, batılla uzlaşmak ve çoğulcu bir model içinde toplumları onunla birlikte yönetmek için İndirilmemiştir. Hak bâtlı zâil etmek, bâtıla üstünlük kurmak, ona galebe çalmak ve bütün insanları hevâya dayalı batıl sistemlerin cenderesinden kurtarıp Allah’ın hükmüyle ve adaletle yönetmek üzere indirilmiştir. Hak ile bâtılı uzlaştırmaya çalıştıran “çoğulcu” modeller batıldır.

Küfrün, bâtılın, inanç boyutlu ideolojik kavram ve modellerinin, “merhale fıkhı gereğince ödünç alınarak” da olsa benimsenebileceği, talep edilebileceği ve bu uğurda mücadele edilebileceği, geçici de olsa Müslümanların gündemi ve bulunduğu merhalesinin hedefi haline getirilebileceği konusunun, Kur’anî ilke ve Sünnete dayalı hiçbir delili yoktur. Ehven-i şer tercihi zemininde, ödünç kavram ve modellerle, özgür ve özgün düşünceler, projeler üretilemez ve özgün inşalar gerçekleştirilemez. Ancak sistem içinde kalan eklektik anlayış ve düşünceler üretilebilir, ancak hak-batıl karışımı proje ve modellere eklemlenilir.

Mağlubiyet psikolojisi içinde, modern paradigmanın kavram, model ve kodlarıyla kuşatılmış, işgal altına girmiş özgür olmayan zihinlerin, bu eklektik düşünce, fikir, yaklaşım ve pratikler dışında bir şey üretmeleri beklenebilir mi? Bu sebeple yapılması gereken ilk iş, zihinlerde yaşanan bu kuşatma ve işgale son vererek, mağlubiyet psikolojisinden kurtularak, zihinleri özgürleştirmek ve kendi kavram, model ve ölçülerimizle özgür ve özgün düşünebilmenin önünü açmaktır.

Din ve İdeolojilerden Tamamen Soyutlanmış Bir Anayasa Mümkün Olmadığı Halde, Müslümanlar Bu Taleple Ortaya Çıkabilmektedirler

Bir toplumun siyasal sisteminin niteliğini, dayanacağı temel ilkelerini, vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini, egemenliğin ve hukukun kaynağında nihai olarak hangi iradenin yer alacağını belirleyen toplumsal sözleşme olarak anayasa, ne kadar daraltılırsa daraltılsın ve ne kadar objektif hazırlanmaya çalışılırsa çalışılsın, illa dinî ya da ideolojik boyutu olacaktır. Yani din ve ideolojilerden tamamen soyutlanmış, hak, hukuk ve hakimiyet bakımından son söz sahibi anlamında ilahı olmayan bir anayasa mümkün değildir. Anayasa, asgariden sadece temel hakları ve özgürlükleri belirleyen bir muhtevaya indirgense bile, bu temel hak ve özgürlüklerin neler olduğunu ve muhtevasını, ölçü ve sınırını mutlaka birileri nihai olarak belirleyecektir ki, işte o kim ise ilah odur ve o anayasanın dini de o ilahın vazettiği kurallardan oluşan dindir. Bir anayasa, siyasal ve hukuki sistemin ve egemenliğin dayanacağı kaynak olarak, hukuk ve yasa yapımında hudut ve ölçüleri belirlemede nihai otorite olarak ya ilahi vahyi esas alacak ve ilahı Allah olacak, ya da herhangi bir ideolojiyi, insanların belirlediği ilkeleri, insan aklının, hevanın ve zannın üretimi hudut ve ölçüleri esas alacak ve o takdirde de bunları üretenler ilah olacaklardır.

Doğrudan anayasa çalışmalarına katılan, hatta seküler laik demokratik anayasa taslağı hazırlayıp sunanlar çoğunlukta olmakla beraber, şirk anayasasında bu niteliği devam ettiği halde görece özgürlükçü değişime, zulmü gerileten değişikliğe aktif destek verenler, hatta “ibadet, takva, Allah’a teslimiyet” olarak tanımlayanlar da çıkmıştır. Aralarında “fıkıh usulü açısından “kötü” veya “daha az kötü” bağlamındaki tercihler açısından tartışalım”, “hâkim sistemin faşist ve totaliter eğilimi karşısında daha az kötü olan statünün Yusuf Peygamber (a) örneğinde olduğu gibi ilkeli olarak kullanıp kullanılamayacağı konusunu” öne çıkarıp, “ne yapalım kuşatılmışız, kendi kavram ve modelimizi üretememişiz, onların kavram ve modellerini ödünç alabiliriz”, “Ne yapalım ceza evindeyiz, daha işkenceci gardiyan yerine daha az zulmeden bir gardiyanı tercih etmek durumundayız” diyenler de olmuştur.

Her şartta İslâmi alternatifi gündem yapması gereken bir Müslüman, Batılın daha az zalimini tercih edebilir mi? Mahkumiyeti içselleştirip, gündemini, vaktini, enerjisini, gardiyanlardan daha az zalimini tercih etmeye tahsis edebilir mi? İkrah halinde (ölüm ve işkence karşısında), bireysel, ani, geçici ve arızi bir konumda kalmak üzere küfür sözünü söyleme ruhsatı dışında, anlık, arızi ve bireysel konumu aşan, sürekli ve toplumsal bir biçimde batıl bir düşünce ve modeli tercihin İslâmi delili yoktur. Müslüman, gardiyan seçimi ile meşgul olmak yerine, zindanı reddetmeli ve zindan duvarlarını aşmayı hedeflemeli, oradan kurtuluşa, zulümattan nura çıkışa endekslenmelidir. Müslüman, tebliğ, eğitim, şahidlik sorumluluklarını kuşanıp Kur’an’la büyük cihada adanmalı, Kur’ani inkılaba dayalı toplumsal değişim yoluyla sistemi değiştirmeyi ve İslâmi adalet sistemini kurmayı, sonuçta hayatı ibadet kılarak Allah’ı razı etmeyi hedeflemelidir. Şirk anayasalarının daha az zalimi peşinde oyalanarak, tevhidi istikamet ve stratejisinden uzaklaşmamalıdır.

Sistemin zulümlerine itirazla, temel haklarımızı gündemleştirirken dahi, şirk sistemine kökten karşıtlığımız ve İslâmi adalet sistemi hedefimiz vurgulanmalıdır

Sistem içi değişimcilere, İslâm’ın insanlara tanıdığı temel insan haklarını, fıtri insani erdemler gereği olarak ya da altına imza attıkları uluslararası sözleşmelere sadakat göstererek bütün kesimlere tanıma sorumlulukları hatırlatılabilir. Aksi takdirde bu zulümlerini ifşa ve zulme itiraz ederek mazlumun hakkını savunma anlamında laik anayasa hazırlayanlara uyarılarda bulunulabilir. Böylece, hem değiştirmek istediğimiz sistemi ve zulümlerini, ifşa ve itiraz etmek suretiyle davetimizin muhatabı topluma tanıtarak, despot şirk sistemine yönelik muhalefet bilincini yükseltip yaygınlaştırarak toplumsal dönüşüme katkı sunma, hem de zalimleri ve zulümlerini gerileterek davetçi ve davetin muhatabı arasındaki ilişkinin daha özgür bir ortamda kurulup gelişmesine zemin hazırlama, bu suretle halka ve davetçi kadrolara alan açma imkânı bulabiliriz.

Asla mümkün olmayacak bir durum gerçekleşse ve sivil halkın tamamının, farklı bütün kesimlerin iştiraki ve uzlaşmasıyla yapılan, tam bir toplumsal sözleşme hüviyeti kazanan anayasa bile olsa, temel hak ve özgürlüklerin önünü en ileri derecede de açsa, temel haklara daha fazla riayet de etse, yine de biz mü’minler İlâhî vahyi esas almayan bir anayasayı benimseyemeyiz, yapımına fiilen iştirak edemeyiz. Allah’ın iradesini ve hükmünü, şeriatını, anayasa ve yasa yaparken teslim olunması gereken nihai otorite olarak kabul etmeyen hiçbir anayasa düzenlemesini meşru göremeyiz ve asla oy vererek veya başka bir biçimde, şirke dayalı teşrî’ye iştirak edemeyiz. Çünkü, ne kadar özgürlükçü olursa olsun, cahiliye toplumu tarafından, İlâhî vahyi dışlayarak hazırlanan sivil anayasalar da sonuçta, bilmeyenlerin hevasının ürünü seküler tâğutî anayasalardır.

Biz Müslümanlar, Allah’ın tüm kullarına tanıdığı temel hakların en mütekâmil güvencesi olacak ve tüm insanların, halkların imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirme imkânı bulabilecekleri adalet ve hukuk ortamını sağlayacak olan İlâhi vahye dayalı İslâm anayasasını savunuyoruz. Şiddete dayanmayan, merhameti, adaleti ve herkesin cennete gitmesi için çırpınışı temsil eden tevhidî davet, şahidlik ve eğitim çabalarımız sonucunda Kur’an’la toplumsal inkılabı hedefleyen tevhidî daveti temsil ediyoruz. Bilmeliyiz ki, ya Allah’ın vahyi, Kur’an’ın hükümleri ölçü alınarak meşru bir anayasa yapılacak ya da bunun dışında bilmeyenlerin heva ve zannının ürünü bütün anayasalar ne kadar özgürlükçü olurlarsa olsunlar tâğutî olmaktan kurtulamayacaklardır. Müslüman için, yasaları ve anayasaları yaparken, hukuku, hakları belirlerken; vazettiği hudut, ölçü, emir ve istekleri mutlak anlamda esas alınıp belirleyici kılınması gereken nihai otorite ve nihai hüküm sahibi sadece Allah’tır.

Bugün yaşadığımız toplum İslâmî bir toplum hüviyetinde değildir. Bu sebeple laikler ve ılımlı laikler, muhafazakar demokratlar güç sahibidir, inisiyatif onların elindedir, toplum onların şirke dayalı sistemlerine layıktır, o halde onlar kendi şirk anayasalarını yapabilirler. Bu sebeple onlar, bizim de Rabbimizce lütfedilen fıtri, insani temel haklarımızı güvence altına almak sorumluluğunu taşımaktadırlar. Biz ise İslâm’ın hakim olduğu bir ülkede Müslüman olmayanlara tanınan temel hakları bizlere tanımaları gerektiğini, hiç değilse insani, fıtri erdemler ve değerler çerçevesinde gündemleştirebiliriz. İslâmî sistemde gayrimüslimlere tanınan bütün hak ve özgürlükleri, onların da laik sistemlerinde bize tanımalarını hatırlatarak tutarlı ve insani davranmalarını söyleyebiliriz. Ancak bu konuda yapılacak görece olumlu değişiklikler hatırına laik anayasalarının yapılmasına iştirak edemeyiz.

Biz de toplumsal tevhidi dönüşüm sonucunda yaşanacak inkılapla İslâm toplumu oluşup İslâmi adalet sistemine müstahak olduğunda, yani inisiyatif sahibi olduğumuzda vahyin ölçülerine uygun, vahiyle bütünlük arz eden insani, fıtri değerleri de dikkate alan İslâmi anayasamızı hazırlarız. Ki beşeri ölçülerle hazırlanmış hiçbir anayasa, din ve ırk ayrımı gözetmeden Allah’ın bütün kullarının haklarını mutlak bir adaletle güvence altına alan ve bütün insanlara bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilmelerinin adalet ve özgürlük zeminini sunan böyle bir anayasanın seviyesine yaklaşamaz.

Medine Vesikası, iddia edildiği gibi konsensüsle hazırlanmış değildir. Batıl ile birlikte yönetim anlamında çoğulcu model de, çoğunlukçu bir sistem de değildir

Allah, peygamberini hak din ve hidayetle göndermiştir ki, müşrikler hoşlanmasalar da, hak dini yeryüzündeki bütün batıl dinlere galip kılsın, üstün kılsın diye. (Tevbe 33) Hak ile batılın uzlaşarak yönetimi birlikte yapmaları anlamında çoğulculuk da, toplumun ancak çoğunluğunun Müslüman olması halinde İslâmi yönetimin gerçekleşebileceği anlamında çoğunlukçuluk da söz konusu değildir. Nitekim hak ile batıl arasında bir uzlaşma gerçekleştirerek toplumu birlikte yönetme anlamında çoğulcu bir yönetim Mekke’de çoğunluğu teşkil eden müşriklerce Resulullah’a (s) teklif edilmiş ve hatta bu yönetimde devlet başkanlığı da kendisine bırakılmıştır. Ama buna rağmen, kabul edilmemiş, her an öldürülme riski altındaki bir avuç mü’min, her şeye rağmen “hak ile batılın uzlaşamayacağını, yaratmanın da emretmenin de Allah’a ait olduğunu, Allah’ın emrinden oluşan şeriata itaat etmek gerektiğini, hükümranlığın göklerde olduğu gibi yeryüzünde de Allah’a ait olduğunu” söylemeye devamla, İslâmi yönetimde ısrar etmişlerdir. Evet Allah’ın, toplumun özündekini İslâm’a doğru değiştirdiğini kabul edeceği kadar nitelikli bir azınlığın Müslüman olması ve Allah’ın yardımcıları olma özelliği kazanarak vaat edilen ilahi yardımı cepletmeleri halinde, nice az topluluk nice kalabalık kitlelere üstün gelmişlerdir. Allah’ın yardımı gelince seküler aklın idrak edemeyeceği muhteşem gelişmeler olmakta, Medine’de olduğu gibi büyük çoğunluğu teşkil eden gayrimüslimler, küçük bir azınlık olan Müslümanlara sığınıp, onlar tarafından ve İslâm’ın hükümleriyle adaletle yönetilmeye rıza göstermişlerdir.

İşte Medine toplumunda bu gerçekleşmiş, önce Müslümanlar arasında oluşan kardeşlik anlaşması, bilahare daha sonraki yıllarda, muhtemelen Bedir savaşı kazanıldıktan ve Kabb bin Eşref öldürüldükten sonra, Yahudilerin Peygamber’e sığınıp, kendi durumlarının ne olacağını sormaları üzerine, Resulüllah (s) onlara bugün elimizdeki, Medine Vesikası’nın ikinci bölümünü teşkil eden anlaşmayı dikte ettirmiş, yazdırmıştır. Böylece, Medine’de azınlık olan, (%10) civarında nüfusa sahip Müslümanlar, %90 olan gayrimüslimler üzerinde yönetme hakkını elde etmişlerdir. Ortaya çıkan vesika, Medine’yi dışarıdan gelecek saldırılara karşı koruma amaçlı bir savunma paktı hüviyeti daha belirgin olsa da, aynı zamanda Allah’ın gayrimüslimlere de lütfettiği tüm temel hakları Yahudilere tanıyan hükümlere de yer verilmiştir.

Medine modelinde, sözleşme maddeleri konsensüsle değil, Resulullah’ın vahye dayalı tek taraflı belirleyiciliği ile yazdırılmıştır. İki taraf arasında vuku bulacak öldürme vakaları gibi ihtilafların, Allah’a ve Resulüne götürüleceğine dair bir hükme yer verilerek, İslâm ceza hukukuna göre hükmedilmesi kabul edilmiştir. Medine yönetimi Müslümanlarca yürütülmekte, (çünkü kâfirllerin mü’minler üzerinde yönetme-velayet hakkı yoktur), ancak Yahudilere kendi cemaatleri içinde, şahsi ve medeni hukuk alanında hukuki özerklik tanınmış bulunmaktadır.

İslâm Sisteminde Gayrimüslimlere Tanınan Haklar, Laik Demokratik Sistemlerce Müslümanlara Tanınmamaktadır

İslâm’ın diğer kesimlere tanıdığı temel hak ve özgürlükler ne ise, gayri İslâmi anayasalar da Müslümanlara en azından bu hakları tanımalıdır. Bu fıtri ve insani bir gerekliliktir. Eğer insan olunduğu ve insan haklarına, insan onuruna saygılı ve bağlı olunduğu iddiasında samimilerse, asgari fıtri ortak payda ve insani tutarlılık bunu gerektirir. Biz Müslümanların bir anayasa hazırlamamız gerektiğinde ise, vahye uygun olarak anayasa yapacağız ve gayrimüslimlerin Allah tarafından lütfedilmiş haklarını, tıpkı Medine Vesikası uygulamasında Resulullah’ın (s) yaptığı gibi, tek taraflı olarak tanıyıp güvence altına alacağız. Bunu hem Allah güvence altına almış bulunuyor, hem de bizler O’na teslimiyetimiz gereğince söz veriyor, taahhüt ediyoruz.

Allah’ın sosyal değişim yasası işlemeli, toplum neye layıksa onunla yönetilmeli. Müslüman, batıl olan bütün versiyonları reddedip sadece hakkı gündemde tutmak sadece ona çağırmakla mükelleftir. Bize rağmen yapılacak ve gasp edilmiş haklarımızdan bir kısmını iade eden bir görece özgürlükçü anayasa hazırlandığında bu haklarımızı kullanmak doğal hakkımızdır. Resulün (s) Mekke şirk sisteminin yaptığı kimi îlâf (anlaşmalardan) faydalandığı, eman müessesesini kullandığı gibi biz de bu şirk anayasasının getireceği hakları kullanırız. Halk cahili bir anayasaya müstahaksa o anayasaya kavuşacak, ancak Müslüman hangi şartlarda olursa olsun, daha zalim bir cahiliye anayasası (cahiliye hükmü) yerine daha az zalim bir cahiliye anayasası(hükmü)na razı olamaz, teşri’e iştirak anlamında onun hazırlanmasına katkı sunamaz. Sadece eman isteme babından temel haklarını isteyebilir ya da bunları hatırlatarak onların zulümlerini ifşa edip, halk önünde tutarlılıklarını test edecek gündemler oluşturabilir.

Siyasi bir sapma olan saltanat dönemi de dâhil olmak üzere, İslâmi bir toplumda yaşayan gayrimüslimler, vahyin ve sünnetin belirleyiciliğinde, temel hak ve hürriyetlere ve bunları hayatta yaşama imkânını hep sahip olmuşlardır.

Bunlardan önemlileri şunlardır:

1 – Vatandaşlık hakkı: Irk, dil, kültür farkı gözetmeden temel haklar alanında eşit vatandaşlık statüsü.

2 – Can ve mal emniyeti: Müslümanlar gibi, gayri Müslimlerin can ve mal güvenliği de İslâmi adalet devletinin garantisi altındadır.

3 – Din ve ibadet hürriyeti: Hiç kimse, “Dinde zorlama yoktur”, “dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin” ayetleri gereği olarak Müslüman olmaya zorlanamaz. Herkes dilediği dine inanmakta ve o inancının gereği olan ibadetleri yerine getirmekte, ibadethanelerini açıp, ayinlerini yapmakta serbesttir.

4 – Askerlik yapmama hakkı: Gayrimüslimlerin, Can, mal, akıl, nesil-namus ve din, ibadet, hak ve hürriyetleri Müslümanların güvencesi altındadır. Egemen sistem İslâm olduğu için Müslüman olmayanlar, inanmadıkları bir dinin hâkimiyetini savunmak ve o uğurda ölmek zorunda bırakılmamışlardır. Çünkü bu en büyük zulümdür. Ve bugün Türkiye’de Müslümanlara yönelik olarak bu zulüm işlenmektedir.

5 – Eğitim ve öğretim hürriyeti: Din ve ibadet hürriyetinin bir gereği olarak, Gayri Müslimler, dini inançlarını çocuklarına serbestçe öğretebilecek ve kendi din ve kültürlerine göre çocuklarını eğitebileceklerdir. Kendi eğitim ve kültür müesseselerini özgürce kurup faaliyet gösterebileceklerdir.

6 – Hukukî özerklik hakkı: Yine din ve ibadet hürriyetinin kaçınılmaz bir gereği olan Hukuki Muhtariyet’in doğal bir uzantısı olarak gayrimüslimlerin, aile hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku gibi özel hukuk, şahsi ve medeni hukuk davalarına mensup oldukları dinin kurallarına göre kendi cemaat mahkemeleri bakabilecektir.

7 – Namus – nesil emniyeti:

8 – Seyahat etme, iş bulma, çalışma, mülkiyet edinme, ticaret yapma hakkı:

9 – Özürlülük sebebiyle sosyal refah, yaşlılık ve fakirlik güvencesi

10– Kamuda görev alma hakkı: İmamet, devlet başkanlığı Müslümanlar arasındaki davalara bakan hâkimlik, (hükmetme-teşri ve hükümet etme ve yargı makamı) ve ordu, hayır kurumları yöneticilikleri gibi, dini özelliği olan iş dalları hariç tüm resmi dairelere girebilmelerine izin verilmiştir.

Panel, salona sığmayan ve ayakta programı izlemeye çalışanlar dâhil, tüm katılımcıların dikkatle sonuna kadar takip ettikleri olgunlukta devam etti ve saat 16’da sona erdi.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir




Enter Captcha Here :

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Başa dön tuşu