İLKAV’da “Kur´an´da Rasulullah´ın(s) Konumu, Sünnetin Önemi” Konuşuldu
İLKAV’da “Kur’an’da Rasulün(s) Konumu ve Sünneti ” Konferansı Yapıldı
İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (İLKAV)’nın düzenlediği “Alternatif Eğitim Konferansları”nın bu haftaki konuşmacısı İLKAV Başkanı Mehmet Pamak’tı. Mehmet Pamak’ın sunduğu “Kur’an’da Rasulullah’ın(s) konumu, Sünnetin Dindeki Yeri ve Önemi” konulu konferans İLKAV konferans salonunda 29. 11. 2015 Pazar günü saat 13.00 de gerçekleştirildi. Konferans sırasında bazı kardeşlerimizin ısrarlı talepleri sebebiyle sunumun geniş bir özetini aşağıda yayınlıyoruz:
Mehmet Pamak, önce “Giriş Mahiyetinde Peygamberlerin Mücadele Sünneti” başlığı altındaşu tespitleri yaptı:
“İlk insan ve ilk Peygamber Adem (as)dan bu yana tekrarlanan serüven; İnsanlığın yoldan sapıp, cahiliye kültürünü üretip din edinmesini müteakip her seferinde Allah© tarihe ve topluma müdahale edip, yeniden doğru yolu ve istikameti göstermiştir. Bu amaçla peygamberler ve vahiy göndermiştir. Bu anlamda en son müdahale Miladi 7. yy da gerçekleşmiş ve son Peygamber ve son kitap gönderilmiştir. Artık bir daha vahiy ve Peygamber gelmeyeceği insanlığa duyurulmuş ve kıyamete kadar geçerli evrensel hükümler taşıyan son kitabın Allah’ın koruması altında olduğu ilan edilmiştir.
“Allah’ın vahyi ile Peygamberlerin insanlığı davet ettikleri istikamet ve yaşayıp örnekleyerek, şahidliğini yaparak ortaya koydukları sünnet özetle şu istikamette olmuştur; İnsanın yeryüzündeki serüveninin gayesi olan yalnız Allah’a kulluk ve imtihanın, yeryüzünde halife kılınma misyonu ve yüklendiği emanetin insanlığa hatırlatılması. Yolunu şaşırıp dalalete sürüklenmiş, şirke bulaşmış, karanlıkların zindanlarına hapsolmuş olan insanlığa, aydınlığa çıkış yolu, zulümden ve azaptan kurtuluş yolu, hidayet ve adalet yolu olan tevhidi istikametin gösterilmesi. Sonuçta ise, insanların imtihan alanı olan dünyada, cahiliye sapması sonucu egemen olan şirkin, zulmün ve ifsadın izale edilip, tevhidi ıslah çabaları sonucu, Rabbimizin katında toplumun özündekini değiştirdiği anlamına gelecek oranda bir bölümü davete icabet eder ve böylece toplumsal değişime vesile olunursa Allah’ın takdiriyle İslami adalet sisteminin kurulmasına zemin hazırlanmasıdır. Böylece, tüm insanların bu imtihan dünyasında, hiçbir baskı ve zorbalıkla karşılaşmadan yapılacak açık tebliğe muhatap olabilecekleri ve sonuçta dileyenin iman ve dileyenin de inkarı tercih ederek kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri adalet vasatına sahip kılınmalarına yönelik tüm çabaları içermiştir.
“Vahyin Yönlendirmesiyle Rasullerin Evrensel Çağrısı, Kevni ve Vahyi Ayetleri Hakkıyla Okuyarak, İtaat ve İbadeti Allah’a tahsis etmeye yöneliktir. Hicr sûresinin sonunda Cenâb-ı Hak, başta Hz. Peygamber(s) olmak üzere, bütün mü’minlere seslenerek Allah’ı hamd ile tesbih etme, secde edenlerle birlikte secde etme ve ölüm gelene kadar Allah’a ibadeti terk etmeme emirlerini vermiştir. Bu sebeple temel sorumluluğumuz, evrendeki bütün varlıklar gibi, Allah’tan başka ilah tanımaksızın sadece O’na itaat, secde ve ibadet edip, emirlerini harfiyen yerine getirme gayreti içine girerek, hayatın bütün alanlarında sadece O’nun hükümlerini esas alarak, hayatı ibadet kılma çabasını ölene kadar terk etmemektir.
“İşte Rasulullah’ın(s) en önemli, en kapsayıcı, hayatın tümünü kuşatan ve ölüme kadar süreklilik arz eden ve Kur’an’a yer verilen güzel örnekliği ve sünneti de bu çerçevede şekillenmiştir. Yani yaratılış gayemiz olan yalnız Allah’a kulluk/ibadet etmek ve bu minvalde hayatı ibadet kılmak, hayatın bütün alanlarında yalnız Allah’a secde ve itaat etmek ve bu hali ölüm gelene kadar sürdürmek muhtevasında olmuştur”.
Bu tespitten sonra Mehmet Pamak, Sünnet ve hadis konularında da şu özetle şu hususlara değindi:
“Kur’an, bir hayata inmiş ve o hayatın içine okunmuş, hayatın içinden okunmuş ve o ilk hayatı, Resulullah’ın (s) ve ilk Kur’an nesli olan ashabının hayatını inşa ederek tamamlanmış bir kitaptır. Bu sebeple de, o ilk hayattan koparılan, soyutlanan bir Kur’an okuması, bugün de hayatla bağı kurulamayacak teorik bir kitabın ortaya çıkmasına ve ilk şahitlikten kopmaya, bugün hayata taşınması, sosyalleştirilmesi güç bir din anlayışının doğmasına yol açar.
“Bilinmelidir ki, Rasululah’ın(s) ve diğer peygamberlerin sünnetinden bize en sağlam bilgiler veren ve verdiği bilgilerin kesinliği şüphe taşımayan temel ve tartışılmaz mütevatir kaynak, onun risalet görevinden, yaptıklarından, mücadele sünnetinden haber veren vahiydir. Sünnetin ilk ve tartışılmaz kaynağı, tertilen (bölüm bölüm, hayatın ve mücadelenin safhasına göre doğan ihtiyaçlarına cevaplar vererek 23 yılda) indirilip Rasulün(s) Mekke-Medine sürecinde tüm yaptıklarını, ilk Kur’an neslini ve vasat ümmet olan ilk Kur’an Toplumunu ve sonuçta Medine İslam toplumu ve devletini inşa sürecindeki tüm çabalarını, amellerini yönlendiren Kur’an’dır. Kur’an-ı Kerim’in Hz. Muhammed (s)’in modelliğini konu edinen sayısız pratiği, sözü ve tutumunu bize aktardığı ve onları tabi olunması gereken güzel örneklikler olarak gösterdiği açıktır.
“Kur’an ve Rasul(s) birbirinden asla bağımsız düşünülemeyecek, birbirinden koparılamayacak mefhumlardır. Tarih boyu iki uca giden ifrat ve tefrit yaklaşımlardan birisi Rasulsüz (mealci, hayatla bağ kuramayan, hayata müdahale etmeyen, Kur’an toplumunu inşayı hedeflememiş, bireysel bilgilenmeye dayalı, ancak bireyler arasında da ortak bir Kur’an anlayışı oluşturamayan) Kur’an okumalarıdır. Diğeri de Kur’an’sız Rasul anlayışıdır. Bu anlayış, Rasulü yücelteyim derken ilahlaştıran, insanlara örnek olmaktan çıkaran, hurafelere dayalı, hayattan kopuk tarihi bir şahsiyet, soyut bir masal kahramanı konumunda görür. Bunların Rasul anlayışı hayatın bütününü vahiyle dönüştürmeye ve şirke, küfre, ifsada karşı tevhid mücadelesi vermeye çalışmayan, bugünkü hayat için örnek olmaktan çıkarılarak işlevsiz hale getirilen bir Rasul anlayışıdır. “Aslında iki uçta da Rasulün işlevsiz hale getirildiğini, birisinde Rasul haşa postacı konumuna düşürülürken, diğerinde ise ahlakı ve tevhid mücadelesiyle örnekliği gündemleştirilmek yerine “Gül Muhammed” söylemlerine indirgenen, doğum günlerinde anlamaktan uzak anma törenleriyle geçiştirilen, örnek olmaktan çıkarılarak işlevsiz hale getirilen, hurafelerle kuşatılmış bir Rasul anlayışı söz konusudur.
“Sünnet, Allah Rasûlü’nün, ümmetine örnek olmak üzere Kur’an’ı hayata geçirmek için ortaya koyduğu uygulama, dini doğru anlama ve yaşamada örnek alınacak davranışlar bütünüdür. Sünnet, Kur’an’ın yaşanmış en doğru tefsiri, İslâm’ın pratik ve örnek tatbikidir. Kur’an ve sünnet bir bütünlük arzetmektedir. Sünnet bir taraftan delil olma özelliğini Kur’an’ın onayından almakta, öbür taraftan da Kur’an’ın beyânı, onun açılımı, fiilî hayata geçirilişi olmaktadır. Ayrıca sünnet Allah’ın kontrol ve denetimi altında gelişmekte ve Rasulün Kur’anı açıklar ve uygularken ihtiyaç olan yerde yaptığı içtihatları gerektiğinde vahiyle düzeltilmektedir. Vahiyle düzeltilmemiş sünnet Allah’ın dolaylı onayını almış demektir. Rasulden “hadis diye rivâyet edilen sözler” ile “Peygamberin Kur’an’ı tatbik etmek için yerine getirdiği tevatür yoluyla bize ulaşmış davranışlarını” ve “hadis” ile “sünnet”i karıştırmamak gerekir.
“Rasulullah kendisine gelen vahyi din edinmiştir. Zira din vahiyden oluşmakta ve vahiyde bulunmaktadır. Bütün vahiy de Kur’an’da bulunmaktadır. Kur’an’ın dışında vahiy aramanın hiçbir anlamı yoktur. Zira vahiy dini oluşturduğuna göre, bu vahiylerin bir kısmının Kur’an’a alınması ve Kur’an olarak Allah’ın korumasında bulunması, diğer bir kısmının (vahy-i gayr-ı metluv denilegelmiş kısmının) da Kur’an’a alınmayıp, Allah’ın korumasına da alınmamış bulunması izah edilemez bir husustur. Böyle olsa idi bu takdirde dinin bir kısmı korunmuş, diğer kısmı ise korunmaya alınmamış ve bu yüzden de bazı şahısların rivayetine bırakılmış, insanların aralarında ihtilafa sebep olacak şekilde bırakılmış olması anlamına gelirdi ki işte bunu açıklayabilmek ve savunabilmek gerçekten mümkün değildir.
“Kur’an, Allah’ın kullarına elçisi vasıtasıyla gönderdiği mesajların toplandığı kitabın adı olduğuna ve bu adı da ona Allah verdiğine göre Allah dinini bu kitapta toplamış, bu kitapla anlatmıştır. Yine bu kitapta hakkında ‘iman nedir, kitap nedir bilmezdin’ (42 Şuara 52) tespiti yapılan Rasullullah(s)’in de Allah’ın dinini bu kitaptan öğrendiği bildirilmiştir. Resulullah’ın sünneti denildiğinde ise anlaşılması gereken şey; Resulullah’ın Allah’ın Kitabı Kur’an’dan anlayıp uyguladıklarıdır. Bu tarifin kapsamında kalan ve bulunan sünnetin ise bütün Müslümanları bağlayıcı olduğu bilinmelidir.
”Sünnet” terimi vakıa olarak Resulullah’ın ortaya koyduğu pratiği ifade ederken, hadis terimi ancak bu vakıanın algılanması konusunda bir araç olgusuna işaret etmektedir. Yani sünnet ortaya konmuş bir vakıaya tekabül etmektedir. Hadis ise o vakıanın bize aktarımıdır. . Hadis, bir vakıanın haberini, sözünü, eserini ifade ederken; sünnet kelimesi o vakıanın kendisini ifade etmektedir. Hz. Muhammed’in(s) kendisine vahy edilen bir hükmü tebliğ ettikten sonra, o hükmün gereklerine göre yaşaması veya o hükmün uygulanması konusunda sözlü ve fiili örneklik göstermesi, o hükmün arkadaşları tarafından algılama biçimini tasdik etmesi, O’nunsünnetidir.
“Hadis ise, o vakıanın bize aktarımıdır. Örneğin vakıaya tanık olan bir sahabenin o vakıayı algılayabildiği, kendi ortamı içinde kavrayabildiği ve kendi hafızasında tutabildiği kadarıyla sonraki kişi ve kuşaklara sözlü olarak rivayet etmesi, bu rivayeti duyanların da gene kendi zabt güçleri oranında diğer kişi ve kuşaklara aktarması olayıdır. Hadis, peygamberin sözü değil, Onun sözleri denilen sözlerdir. Ki bu yüzden daha peygamberin sağlığından beri hadis diye işitilen sözler hep eleştiri konusu olmuş, duyulan şahıstan işitildiğinde hemen kabul görmemiştir. Muhaddislerin de aynı eleştiriyi yaptıkları kitaplarında yazmaktadır, ki bunlar, yüz binlerce hadis adı altında yapılan rivayeti attıklarını, kitaplarına almayı uygun görmediklerini söyleye gelmişlerdir. Kur’an ve sünnet konusunda şu tespitleri de yaptıktan sonra Pamak Rasulün Kur’an’daki konumunu 16 başlık altında ele aldı:
“Kur’an, dinde tek belirleyici ve tek mutlak şari olan Yüce Allah’ın tarihe ve topluma müdahale ederek, vahyin ölçüleriyle iman, akıl, şahsiyet, tasavvur ve hayatı yeniden inşa etmeyi hedeflediği, hak ile batılı ayıran bir furkan, karanlıklardan aydınlığa çıkaran bir hidayet rehberidir. Bu sebeple de dinin belirlenmesinde özne kılınması, merkeze alınması ve temel belirleyici olması gereken temel kaynağımızdır. Kur’an, anlaşılıp öğüt alınması için kolaylaştırılmış olup, Rabbimiz bu kitaptan hesaba çekileceğimizi bildirmiştir. Kitabın hakkıyla okunup öğüt alınması ve yaşanmasının ona imanın temel şartı olduğunu beyan etmiştir. İnzal edilen değer, ölçü ve hükümleri içeren Kur’an’ın, Müslümanlarca üretilen düşüncelerin, fikirlerin ve yapılan amellerin doğruluğunun temel dayanağı kılınması akıdevi sorumluluktur. Bu yüzden Müslümanların üretimi ya da derlemeleri olan tüm tarihi birikimin ve mütevatir olmayan rivayetlerin Allah’ın koruması altındaki bu inzal olunmuş Kitaba uyumlu olması da akıdevi bir zarurettir.
“Rasulün(s) ardından daha sonraki süreçte ona nispet edilen yüz binlerce hadis uydurulduğunun bilinciyle, bunların Rasule ait olup olmadığının hadis usulündeki bir yöntemi olan haber metninin vahye uygunluğunun araştırılması önemli bir sorumluluktur. Rasulün hem neler yaptığının, hem de vahiyle neler yapmaya yönlendirildiğinin, neyi yapmaya yetkili olduğunun, neyi yapmasının da asla mümkün olmadığının, yani neleri yapıp yapamayacağının sahih ve tartışılmaz bilgisinin sadece Kur’an’da yer aldığı açık bir gerçektir. O halde Rasule ait olduğu iddia edilen Kur’an dışı rivayetlerin ona ait olup olmadığının ortaya çıkarılması bakımından da mutlaka Kur’an’a uygunluğunun aranması en doğru ve dinde isabet kaydetmek için mutlaka başvurulması gereken yoldur.
“Bu bakımdan Rasulün Kur’an’daki konumunu, ondan ve yaptıklarından haber veren Sure ve ayetleri hakkıyla, siyerle bağ kurarak okuduğumuzda, aslında sünnetin en önemli kısmını idrak etmiş oluruz. Böyle yapıldığında ise, yani nüzul sırasıyla Kur’an ve Rasulün Mekke-Medine sürecindeki siyeri mücadele sünneti iç içe geçirilerek ve paralel biçimde okunduğunda; Müslümanlar arasında İslam’ın akıde ve amellerimizle ilgili temel ölçü, hüküm, ilkeleri alanında, hatta İslami mücadele yönteminin temel ilkelerine dair çok büyük bir mutabakatın kendiliğinden sağlanmış olduğu görülecektir.
“Maalesef yüzyıllara sari süreçte Kur’an’ı mehcur bırakanlar tarafından üretilen ve vahye uygunluk denetimi yapılmadan zamanla dinleştirilen hurafelerin belirlediği bir Rasul anlayışına sürüklenilmiştir. Halbuki şimdi ele alacağımız şekilde Kur’an hakkıyla okunarak Rasulün Kur’an’daki konumu dikkate alınsaydı ve Kur’an dinde temel belirleyici kılınıyor olsaydı, Rasul’ün(s) konumu ve sünneti konusunda doğru, sahih bir anlayışa sahip olunacaktı.
Pamak, konferansının daha sonraki bölümünde Kur’an’da Rasul’ün konumu ve sünnetini 16 başlık altında değerlendirdi:
I – Peygamberlerin gönderiliş sebebi:
21.Enbiya 107 – (Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. (Yahut – Alemlere rahmet ettiğimiz için gönderdik)
17. İsra 82- 10.Yunus 57 –
21.Enbiya 25 – Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere, “Şüphesiz, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyleyse bana ibadet edin” diye vahyetmişizdir.
65.Talak 11 – İman edip salih amel işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size Allah’ın apaçık âyetlerini okuyan bir peygamber gönderdi…
33.Ahzab 45 – 46 – 48.Fetih 8 – 48.Fetih 9 – 18.Kehf 56 – 4.Nisa 165 – 16.Nahl 44 –
II – Rasullerin görevi Tebliğdir ve onlar istediklerini hidayete erdiremez ve tebliğ karşılığında ücret, karşılık kabul etmezler.
1 – Rasullerin görevi; zorlamadan, şiddet kullanmadan sadece apaçık tebliğdir. İman etmeyenleri öldürmek değil, hikmetli bir tebliğle hidayetlerine vesile olmaya, vahiyle diriltmeye çalışmaktır. Cihadın da amacı katletmek değil, öncelikle Kur’an ile yapılacak büyük cihad ile muhatapları diriltmeye çalışmaktır.
5.Maide 67 -5.Maide 99 -5.Maide 92 -72. Cinn 23-64 Teğabun 12-24 Nur 54- 16.Nahl 125 -8.Enfal 24 – 25.Furkan 52 – 18.Kehf 29 –
Demek ki, Rasullerin ve müminlerin görevi; yüz çevirenleri kılıçla zorlamak değil, hidayete vesile olacak daveti güzel bir üslupla ve hikmetli biçimde ulaştırmaya çalışmaktır. Böylece muhatapları Kur’an ile buluşturup vahyin hayat veren mesajıyla diriltmeye çalışmaktır. Rasul(s), kılıçla öldürmeye değil, Kur’an’la büyük cihad vererek vahiyle diriltmeye gelmiş ve bunu sünnet olarak da bize bırakmıştır. Kıtal anlamında cihad ise, ancak İslam’a ve Müslümanlara bir saldırı vukuunda veya diriltici davetin önü kesilip zorbalarca iradelere ipotek konduğunda, Müslüman’ca yaşamaya engel olunduğunda yani fitne çıkarıldığında ve şartlar oluştuğunda söz konusu olmuştur.
2 – Peygamberler hidayete erdiremez, Hidayete erdirmek sadece Allah’a aittir. Peygamber hidayeti hak edenin kim olduğunu bilemez
28.Kasas 56 -2. Bakara 142 -16. Nahl 36 –
Ancak yüz yıllardır üretilen hurafeci anlayışlarda, Şeyh olarak nitelenen bazı insanların, kendilerine intisap edenlerin kalplerine tasarruf ettikleri, himmetleriyle hidayetini ve cennete gitmesini sağlayacakları iddia edilebilmektedir. Halbuki, Rasulullah(s), çok istemesine rağmen amcası Ebu Talib’in kalbine tasarruf edip hidayetine vesile olamamıştır. Oysa Şeyh E. C., kayınbabası Şeyh Z. K.’nun kalplere tasarruf ettiğini ve gittiği her yere bereket yağdığını onun bir kitabının önsözünde yazabilmiştir.
3 – Peygamberler tebliğe karşılık her hangi bir ücret kabul etmezler, onların ecri Allah katındandır
6.En’am 90 – 10.Yunus 72 – 11.Hud 29 – 12.Yusuf 104 – 34.Sebe 47 –
Halbuki, geçmişte ve günümüzde İslam adına bir çok yapının, İslami davet yaptıkları iddiasıyla insanlardan topladıkları maddi karşılıklarla saltanatlar oluşturduklarını ibretle gözlemliyoruz. Özellikle de Rasulü(s), hayattan kopuk insan üstü bir varlık haline getirip yücelttiklerini zannedenler, O’nun Kur’an’da zikredilen örnekliğini/sünnetini dikkate almadıkları için bu hale daha fazla düşmektedirler.
III – Rasulün ve mü’minlerin en önemli vasıflarından, misyonlarından birisi de şahidliktir, vahyin şahidliğini, hayat içinde ete kemiğe bürünmüş örnekliğini yapmaları en önemli sorumluluklarıdır
Kur’an teorik bir bilgi kitabı değil, hayat içinde örneklenerek, şahidliği yapılarak hal ve kal ile insanlara ulaştırılması istenen bir pratik hayat kitabıdır. Rasullere itaat etme görevi, Rasullerin risalet görevleri yanında getirdikleri mesajın sosyal hayatta şahitliğini gerçekleştirme yükümlülüklerini ön plana çıkarmaktadır. Örneğin Hz. Muhammed’e itaat etme görevimiz, onun vahyi aktarımı dışında da fonksiyonunun bulunduğuna işaret etmektedir. Bu Rasulullah(s)’ın örnekliği meselesidir. Rasuller tebliğ ettikleri vahyi bilginin sosyalleştirilmesi konusunda ilk örnekliği oluşturmak zorundadırlar.
Kur’an’ın ilk muhatabı, taşıyıcısı ve onun mesajının ilk şahidi Hz. Muhammed’dir. Allah (c) bunun için, elçisinde güzel bir örnek olduğunu vurgulamaktadır. Rabbimiz insanlara hakikatin şahitliğini yapmakla görevlendirdiği İslam ümmetine de örneklik yapmak üzere elçisinin şahitlik yaptığını bildirmektedir. Kur’an’da hüküm verme konusunda Allah’a ve Rasulullah’a karşı gelinmemesi ve onlara itaat edilmesi, ihtilaf edilen konularda Allah’a ve Rasul’e başvurulması gereği vurgulanmaktadır.
33.Ahzab 21- 33.Ahzab 45, 46- 48.Fetih 8, 9- 5.Maide 109 – 5.Maide 117 – 16.Nahl 89 – 57.Hadid 19
Alimler, şehidliği Hakka şahitlik yapmak olarak tanımlamışlardır. Dolayısıyla bu görüşe göre her mümin şehiddir, Kur’an’a uygun yaşadığı hayatıyla vahye/hakka şahiddir. Bera İbn Azib’in rivayet ettiğine göre, “O, Rasulüllah’ın ‘Ümmetimin şehidleri müminlerdir’ dediğini ve sonra Hadid Suresi’nin 19. ayetini okuduğunu işitmiştir.”(İbn Cerir) (Mevdudi-Tefhim).
5.Maide 44– 2.Bakara 143– 22.Hac 78 –
Müslim olmanın gereği olarak, vahyin mesajının bireysel ve toplumsal hayat alanlarında ferdi ve cemaat planında şahidliği,örnekliği, modelleştirilmesi gerçekleştirilerek öncelikle hal, sonra da kâl ile insanlara ulaştırılması emrediliyor.
Hiçbir mü’min, vahyin ilk şahidi olan Resulullah’ın (s) Kur’an’da emredilen güzel örnekliğini yok sayamaz, onun Kur’an’ın uygulaması anlamındaki ve yaşanarak bugüne kadar mütevatir olarak intikal edensünnetini reddedemez. Reddeden olursa şüphesiz ki, Kur’an’da yer alan Rasule itaat hükmüne aykırı bir inançla mü’min olma vasfını kaybeder. Bu sebeple kesin bir delil olmadıkça hiçbir mü’min sünnet inkarcılığıyla suçlanamaz. Çünkü hiçbir mü’min bunu yapmaz. O halde bütün mü’minler hizbullah olmak, Allah taraftarı olmak zorunda oldukları gibi, bütün mü’minler sünnet ehli olmak ve Kur’an’a tabi iseler ve Allah’ı seviyorlarsa Rasulullah’a itaat etmek mecburiyetindedirler.[1] Bu bakımdan bir kısım mü’minler sünnet ehli, bir kısmı ise sünnet karşıtı olarak nitelendirilemezler.
IV – Rasul(s), Allah’ın izniyle kendisine itaat edilsin diye gönderildi, Rasule itaat Allah’a itaattir, Allah’tan bağımsız ve Allah’a rağmen itaat değildir.
8.Enfal 20-21- 8.Enfal 24 – 33.Ahzab 36 –
Allah ve Rasulü, çağrı yapan ve çağrılarına itaat edilmesi gereken iki ayrı özne değildir. Özne tektir ve bu sebeple Allah ve Rasulü size hayat verecek şeylere sizi “çağırdıklarında” değil de “çağırdığı” zaman ifadesi kullanılmış bulunmaktadır. Allah mesajını, çağrısını Rasulü/elçisi vasıtasıyla insanlara/kullarına ulaştırmakta, insanlar da elçinin ulaştırdığı Allah’ın bu çağrısına icabet edip gereğince itaat etmekle mükellef kılınmış bulunmaktadırlar. Rasul(s), Allah’tan aldığı vahyi hayatında uygulayıp örnekliğini/şahidliğini yaparak muhataplara ulaştırmaktadır. Rasulün uygulaması/sünneti Allah’ın vahyinin ete kemiğe bürünmüş pratiğinden başka bir şey değildir. Bu sebeple, çağıran özne de tek, çağırılan mesaj da tektir, O da Allah ve O’nun vahyidir. Bu sebeple de Rasule itaat eden Allah’a itaat etmiş sayılmakta, isyan da Allah’a isyan sayılmaktadır (Nisa 80).
Kur’anın hiçbir ayeti Allah ile elçisini ayırarak “Allah ayrı ,elçisi ayrı hüküm verebilir” dememiştir. Kur’an ayetlerinde “elçiye itaat edin” emri o elçiyi gönderen Rabbe yani O’nun mesajına itaat edin şeklinde anlaşılmak durumundadır. Elçi olmak demek birisinin mesajını birisine ulaştırmak demek olduğuna göre Muhammed(s) elçi olarak Allah© den aldığı mesajı kullarına iletmek o mesajları yaşamak zorundadır.
4.Nisa 100- 48.Fetih 10 -8.Enfal 46- 24.Nur 47-54- 4.Nisa 59 – 4.Nisa 64 -4.Nisa 69 –
4.Nisa 170 – 57.Hadid 28 –
1 – Resule itaat Allah’a itaat, itaatsizlik de Allah’a itaatsizliktir ve küfürdür
4.Nisa 65- 4.Nisa 80 –
Allah’a ve Rasulüne itaat emrini, “Allah’a itaat kitabına itaat, elçisine itaat hadislere itaattır” şeklinde anlayan yaklaşım zaaflı, yanlış ve içinden çıkılmaz sorunlara kaynaklık etmiş bir anlayıştır. Müslümanların tamamı , “Allaha itaat kitabına itaattır” sözü üzerinde herhangi bir ihtilaf içinde olmamışlar, olmaları da mümkün değildir. Ancak, “resulune itaat hadislere itaattır” düşüncesi üzerinde haklı olarak ihtilaf içindedirler. Allah’ın© indirmiş olduğu kitabın tahrif ve değişime uğramadan elimizde olduğu muhakkaktır. Onun elçisi Muhammed’in(s) bizlere “hadis” adı altında ulaşan sözlerinin sahih olup olmadığı üzerinde Müslümanların tamamının aynı düşüncede olmaması hasebiyle kendilerine gelen bir hadisi bir kısım Müslümanlar “sahih” olduğu gerekçesiyle kabul ederken bir kısım Müslümanlar aynı hadisi “sahih olmadığı” gerekçesi ile red etmişlerdir. Durum böyle iken önlerine gelen herhangi bir hadisi kendi oluşturdukları yöntemler ile red edenlerin , “elçiye itaat hadislere itaattır” söylemine göre durumları nedir? sorusu akla gelmektedir. Allah cc bizlere “elçiye itaat edin” emrinden kastının “onun söylemiş olduğu sözlere itaat edin” şeklinde anlayanlara göre bazı hadisleri sahih olmadığı gerekçesi ile kabul etmeyenlerin durumu “elçiye itaat etmemesidir”. Elçiye itaat edilmemesinin sonucu kur’ana göre küfür sayıldığı için bir kısım hadisleri sahih olmadığı gerekçesi ile red edenler ile aynı hadisi sahih olduğu gerekçesi ile kabul edenlere göre, o hadisi kabul etmeyenin kafir olduğuna hükmetmeleridir. İmam Şafii’nin mezhebinde Rasul’ün(s) bir sünnetine dair ahad haberle gelen rivayetin İmam Ebu Hanife’nin mezhebinde uygulanmaması zahiren Ebu Hanife’nin bu konuda elçiye itaat etmemesi anlamına gelecektir, öyleyse Ebu Hanife’nin durumu nedir? sorusunun cevabı nasıl verilecektir. Üstelik Buhari’nin sahih görüp Müslim’in sahih görmediği hadisler mevcuttur.Ebu hanifenin hadisler konusundaki düşünceleri bilindiği gibi “hadis ehli” olarak tanımlanan fırka tarafından şiddetli bir biçimde tenkid edilmiş olup onların sahih olarak kabul ettikleri bazı hadisleri kabul etmemiş olması dolayısı ile kafir olduğu ve tevbeye davet edildiği bir gerçektir.
İmam Ebu Hanife’nin, hadisleri muhteva olarak (metnen) değerlendirmede dikkate aldığı en önemli unsur, Kur’an’a uygunluk hususudur. Talebelerinde de aynı hassasiyet görülmektedir. Nitekim Ebu Hanife’den sonra Ebu Yusuf da aynı konuda şöyle der: “Rivayetler çoğaldıkça bunlar arasından, bilinmeyen, fıkıh ehlinin bilmediği, Kitaba ve Sünnete uygun olmayan rivayetler ortaya çıkar. Şaz hadislerden sakın, hadisçilerin ve fukahanın bildikleri (kabul ettikleri) ile, Kitap ve Sünnete uygun olanları al, diğerlerini buna göre değerlendir. Çünkü “Kur’an’a muhalif olan, Hz.Peygamber’den rivayet edilmiş dahi olsa ondan değildir.” (Ebu Yusuf, er-Redd,31) (age, s.85). Ayrıca Resulullah’ın (s) şöyle dediğini aktarmaktadır: “Benden hadisler yayılacak, size gelenlerden Kur’an’a uygun olanlar bendendir. Kur’an’a aykırı olanlar benden değildir.” ( Ebu Yusuf er-Redd, 24-25) (age, s.86). Bir başka rivayette de Rasulullah’ın (s) şöyle dediği ifade ediliyor: “Benden sonra hadisler çoğalacak, benden bir hadis rivayet edilirse onu Allah’ın kitabına arz edin, uyuyorsa kabul edin, bilin ki o bendendir. Allah’ın kitabına uymuyorsa reddedin, bilin ki ben ondan berîyim” (Serahsi, usul 1-365. Şafi’ı bu rivayeti er-risale’sinde tenkit eder, 225-226) (age., s.86-87).
33.Ahzab 36 – 3.Âl-i İmran 32 – 4.Nisa 115 – 4.Nisa 13 -4.Nisa 14 -4.Nisa 41-Al-i İmran 81
4.Nisa 42-
2 – Allah’a ve Resulüne itaatsizlik edenler zilletin çukurundadır ve onları sevmek bile yasaklanmıştır
58.Mücadele 5- 58.Mücadele 20 – 22
3 – Allah’a© ve Rasulüne(s) itaat etmeyenin amellerinin boşa gitmesi
47.Muhammed 33- 49.Hucurat 2– 25.Furkan 27 -25.Furkan 28 -25.Furkan 29 –
4 – Rasulullah’ın, Kur’an’ı terk edilmiş bıraktıkları için kavminden şikayeti
25.Furkan 30 –ve Rasul der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı büsbütün terk ettiler (terk edilmiş bıraktılar).
Bu Kur’an’ı sosyal hayatlarından uzaklaştırdılar. Bu Kur’an’ı mekteplerinden, hukuklarından, eğitimlerinden uzaklaştırdılar. Bu Kur’an’ı aile hayatlarından, evlerinden, mutfaklarından, kazanma harcama anlayışlarından uzaklaştırdılar. Bu Kur’an’ı terkedilmiş olarak, metruk olarak, kendisine başvurulmaz olarak bıraktılar. Bu Kur’an’ı dikkate değer görmediler. Bu kitapla amel etmeyi terk ettiler. Hayatlarını bu kitaba göre yaşamaktan vaz geçtiler. Hayat problemlerini bu kitaba sormaz oldular. Bu kitabın önüne başkalarının kitaplarını, başkalarının yasalarını geçirdiler. Cuma suresi 5. ayetteki gibi kitabın bilgisini yüklenenler bile onunla amel etmeyerek onu terk edilmiş bıraktılar ve kitap yüklü merkepler durumuna düştüler.
Peygamber Allah’a şöyle şikayet etmektedir: Kavmim bu Kur’ân’ı mehcur tuttular. Mehcur tutmak iki anlama gelir birisi terkedip uzak durmak, onunla amel etmemektir. Zira bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Her kim de Kur’ân’ı öğrenir de Mushaf’ını asar, ilgilenmez ve bakmazsa; kıyamet günü gelir, yakasına sarılır ‘ya Rab! Bu kulun beni mehcûr tuttu (beni terkedip uzak kaldı, benimle amel etmedi), benimle arasında hüküm ver’ der.” Diğer anlamı ise; hakkında saçma sapan konuştular, evvelkilerin uydurma masalları dediler, demektir.(Elmalılı).
57.Hadid 16 –
5 – Rasul’e duyulması gereken sevgi
9.Tevbe 24 – 33.Ahzab 6 – 3.Al-i İmran 31 –
V – Rasuller, insan üstü değil, insandırlar/ beşerdirler. İnsan üstü yeteneklerle teçhiz edilmiş de değillerdir. Bu sebeple insanlara örnek/model/şahidtirler.
3 A’li imran 79 – 3.A’l-i İmran 80 – 14 İbrahim 11 – 17.İsra 93-17.İsra 94 – 17.İsra 95 – 6.En’am 50 – 9 Tevbe 30-31- 18 Kehf 110 – 41 Fussilet 6 – 72.Cinn 21- 72.Cinn 22 -72. Cinn 23-21.Enbiya 7-8 –
İnsanların içinden, onlardan seçilmiş bir şahsiyet olarak gönderilen kendisi de bir beşer olan Rasul, kendisine inzal olan vahyin mesajını, şahidliğini (örenkliğini) de yapmak suretiyle ulaştırarak hemcinslerini tezkiye etmek (arındırmak), onlara kitap ve hikmeti, bilmediklerini öğretmekle görevlidir. Şayet Allah Rasulü’nün (s) misyonu salt vahye aracılık yapmaktan ibaret olsaydı, bunu pekala bir melek de gerçekleştirirdi. Nitekim Allah Rasulüne vahyi bir melek (Cebrail) getirmişti. Rabbimiz, Bakara Sûresi 151. ve TevbeSûresi 128. ayetlerde Rasulullah için “sizin içinizden” vurgusu yapmakta, NecmSûresi 2. ayette de “arkadaşınız” nitelemesiyle örnekliğin zeminini ifade etmektedir.
2.Bakara 151 – 9.Tevbe 128 – 53.Necm 1-2 – 3.Al-i İmran 164 – 62.Cuma 2 –
Ahzab Sûresi 21. ayette de Rasulullah’ı bizler için “usvetunhasene” olarak nitelemekte, onu bizler için takip edilmesi gereken bir örneklik olarak zikretmektedir. Hz. Peygamber, bizler için müjdeci, uyarıcı, mübelliğ, şahit, örnek ve bir itaat merciidir. Nitekim Rabbimiz, Nisa Sûresi 80. ayette, peygamberleri kendilerine itaat edilmesi dışında bir sebeple görevlendirmediğini beyan etmekte, Al-i İmran Sûresi 31. ayette de “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” buyurarak, Rasulüne itaati kendisini sevmenin ön şartı kılmaktadır.
VI – Rasulullah(s) vahiy gelmeden önce de “büyük / azim / yüce bir ahlak üzereydi”, “Muhammed-ül Emin” idi.
42.Şura 52 -68.Kalem 4 –
Peygamberimiz kendisine vahiy gelmeden önce, “kitap nedir, iman nedir bilmezken” fıtri güzel ahlakıyla toplumunda dürüst ve ahlaklı bir şahsiyet olarak temayüz etmiştir. Kendisinden olağanüstü bir takım mucizelerin sudur ettiği biri değil bunun aksine toplumsal ve bireysel ilişkilerinde adil, dürüst ve erdemli biri olarak ön plana çıkmıştır. Peygamberimizin belki de risaletten önceki bu örnek durumu onun Mekke müşrikleri tarafından gayr-i ahlaki ithamlarla suçlanması engellemiştir. Ve müşrikler ona “Muhammed-ül Emin” demişlerdir. Vahiy geldikten sora, artık Resulün ahlakı, bu fıtri ahlaka ilaveten vahiyle şekillenmiş ve Kur’an ahlakı olmuştur. Resûlullah (sav)’in nasıl bir ahlâka sahip olduğunu soran Hz. Urve b. Hişam’a, Hz. Aişe (r.anha) validemiz şöyle cevap vermiştir: “Resûl-i Ekrem (sav)’in ahlâkı Kur’ân’dan ibaretti.” (Sahih-i Müslim).Vahiy inzal oldukça Resulün ahlakını, hayatını ve uygulamalarını yönlendirmiş, inşa etmiştir. Bu sebeple Resulullah’ın ahlakının, hayatının ve sünnetinin muhtevası ile ilgili birinci kaynak da Kur’an’dır.
VII- Rasuller, insanları zincirlerinden kurtarmak, kula kulluktan, taguta ve hevaya kulluktan kurtarıp, sadece Allah’a kullukla hürriyetine kavuşturmak üzere gönderilmişlerdir.
1 – Rasulün görevi, insanları tagutların ve hevanın tahakkümünden kurtarmak, Peygamberlerini ve din adamlarını Rab ve ilah edinmekten sakındırmak amaçlı tebliğ ve örnekliktir.
16.Nahl 36 – 45.Casiye 18, 23- 25.Furkan 43 –
Bir yanda zanna ve yalana dayalı heva ve heves, diğer yanda ise inzal edilmiş sahih bilgiye dayalı ilim (Allah’ın emrinden olan şeriatı) vardır. İnsan bu ikisi arasında yapacağı tercihle hayatını bu ikisinden birisine göre düzenleme imtihanındadır. İşte Allah bu imtihanda, Rasulünü(s) ve ona tabi olanları hevaya değil de vahyin getirdiği sahih bilgiye dayalı ilme tabi olmaya yönlendiriyor. Vahiy hayattan dışlandığında doğan boşluğu heva ve heves doldurur. İnsan hayatın bütün alanlarında mutlaka bir şeye itaat eder, bir takım kurallara uyar. İşte bu kurallar Allah’ın hükümleri ise O’na itaat ve ibadet etmiş olur. Başka otoritelerin ya da heva ve heveslerin ürünü kurallara uyuyorsa, bu sefer de onlara kulluk/ibadet etmiş olur ve onları ilah edinir. Hevayı ya da başkalarını ilah edinip onlara kulluk yapmaktan korunmak, ancak hayatın bütün alanlarında Allah’ın kitabı Kur’an hükümlerini belirleyici kılmakla mümkündür. Tâbi olunan heva, ya kendi hevası, ya tağutlaşan (tuğyan edip Allah’ın hükümlerine muğayir hükümler koymaya, Allah’ın ölçü ve hudutlarını tanımayıp farklı ölçü ve hudutlar belirlemeye kalkışan) otoritelerin hevasıdır. Ancak sonuçta uyulan, her hal ve takdirde bir ilme dayanmayan zan ve yalandan ibarettir.
Bazen de dini otoritelerin, ruhbanlık yapan din adamı ve alimlerin hevasına tabi olunarak onlar ilah edinilip, onlara kulluk ve ibadet yapılır. Onların vazettikleri ve itaat edilmesini istedikleri kurallara, vahye uygunluğunu araştırmadan, sırf onlar dedikleri için ya da vahye aykırı da olsa onlar istedikleri için, söylenenleri dini bir vecibe olarak kabul edip hayata uygulamak, onları ilahlaştırıp kendilerine ibadet etme sonucunu doğurur. Halbuki Allah, ilah ve Rab olarak sadece kendisine ibadet edilmesini emretmiştir.
9.Tevbe 31
Rasuller, muhataplarının hevalarına uymayacak, yalnız Allah’ın hükmüyle hükmedecek ve bu konuda örnek olacaklardır
5.Maide 49 -2.Bakara 120 – 2.Bakara 145- 5.Maide 48
Günümüzde bir çok “Müslümanım” diyen insan, vahyin bu emirlerini hakkıyla okumadığı gibi, Rasulün sünnetini de Kur’an’dan ve hayata dair örnekliğinden kopuk biçimde, şekli boyutta, yeme, içme, giyinme, hıtana indirgeyen bir içerikle ya da hurafelerle yücelterek duygusal boyutta algıladığı için hevaya ve tagutlara tabi olduğu halde bunun farkında bile olmamaktadır.
2 – Rasullerin tebliğinin ve şahiliğinin/sünnetinin önemli bir hedefi de, insanların Peygamberlerini, din adamlarını, hevalarını ve tagutları ilahlaştırarak ürettikleri hurafeler bataklığından ve zihinlerini kuşatan kölelik zincirlerinden kurtulmalarına vesile olmaktır.
7.Araf 157 –
Ayette Ehl-i kitabın bu nevi meşakkatli yükümlülüklerden kurtarılması “ağırlıklarını kaldırma” şeklinde ifade buyurulmuştur. Ayrıca, kaldırılan hükümlerin bir kısmı, aslında Allah’ın koyduğu hükümler değil, yahudilerin veya Hıristiyanların zaman içinde kendilerinin uydurup dinlerine kattıkları hurafeler olduğu ve bunlar insanların hür ve rahat yaşamalarını engellediği için bu hükümler âyette “üzerlerindeki zincirler” diye nitelenmiştir. Buna göre İslâm dini, geleneksel Yahudilik’te bulunan ve insanları bir nevi esir durumuna düşüren bu hurafî hükümleri kaldırarak kendisine uyan İsrâiloğulları’nı ağır ve gereksiz yüklerden kurtarmış; esaret zincirlerini çözmüştür.
Maalesef Peygamber’imizden sonra geçen uzun yüzyıllar boyunca, Kur’an’ın inzal olduğu cahiliye toplumunda var olan müşrik ve kitapehli gibi genel anlamda cahiliye inancını temsil eden kesimlerdeki neredeyse bütün sapmaların İslam ümmeti tarafından da fazlasıyla yaşandığını ibretle ve üzüntüyle tespit ediyoruz. Üstelik, Allah’ın koruması altındaki Kur’an elimizde bulunduğu ve bu kitapta müşriklerin ve kitap ehlinin sapmaları, cahiliye inancını oluşturmalarına dair serüvenleri uzun uzun anlatılıp, onlar gibi olmama uyarısı açıkça ifade edildiği halde, bu büyük yozlaşma fazlasıyla yaşanmış ve maalesef insanlık aynı delikten bir daha ısırılmıştır. Bugün yüzyıllara sari hurafeci birikim ve çağımızın modern hurafelerinin sentez olduğu, hurafeci türbe kültürüyle ve laiklik, demokrasi, ulusalcılık kirlilikleriyle malül Müslüman toplumlarını, bu geleneksel ve modern hurafelerden arındırması, vahyi tebliğ ve şahidlikle, üretilmiş yozlaştırıcı kültürün zincirlerinden, esaretinden kurtaracak olan Hak ile buluşturması gerekenler, bütün bu hurafelere karşı Kur’an ile büyük cihad vermeyi bırakıp, tam tersine bu hurafecilerle de el ele İslam ile laikliği, liberalizmi sentez etmeye çalışanları, modern hurafeleri birlikte destekliyorlar.
VIII – Kur’an’ın Hükümleri Gereği, Allah’tan başka ilahlar edinilmeyecek, Peygamberler ilahlaştırılmayacaktır.
Allah’a rağmen Peygamberi de din vazıı, şar’i konumuna oturtma çabası içine girildi, dinde özne (belirleyici) tek iken onu çoğaltma sapması yaşandı. Kur’an’da bizim gibi bir beşer olduğu açıkça vurgulandığı halde, Nur Muhammed anlayışı üretildi, peygamberi, beşer üstü bir ilah ya da melek konumuna getirme, Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberi, alemlerin ve evrenin yaratılış sebebi bir nur haline dönüştürüp, insan üstü bir varlık haline dönüştürerek insanlık için örnek ve rahmet olmaktan çıkarma sapması yaşandı.
3.Al-i İmran 79 –41.Fussilet 6– 18.Kehf 110
Bazı alimlerin kelimeleri ve harfleri değiştirerek yaptıkları tahrife de bir örnek verecek olursak: “De ki ben yalnızca sizin gibi bir insanım” (Kul innema ene beşerün mislukum yuha..) ayetindeki “innema” edadındaki mekfufe olan “ma”yı “in”den ayırıp “olumsuz” manası vererek ayeti “Deki, ben sizler gibi (sıradan) bir insan değilim” gibi tam tersi bir anlama, hem de Hz. Peygamber’i yüceltme adına tahrif etmişlerdir. (Mevdudi, Tefhim, 1/239)
Hakikat-i Muhammediye gibi, kaynağını muharref İncil’de Pavlus’un dilinden Hz. İsa için ifade olunan “kainatın onun için var edildiği” iddiasının (Bkz: Yeni Ahit/İncil, Pavlus’unKorintoslulara 1. Mektubu, Bap 8, 6. cümle; Pavlus’unKoloselilere Mektubu, Bap 1, 13-17. cümleler) Hz. Peygamber için uyarlanmış biçimi yaklaşımların yanında, yaygın bir örnek olarak, Hz. Peygamber için halihazırda “Alemlerin efendisi” gibi, ancak Yüce Allah için kullanılabilecek, ifadelerin kullanılıyor olması da bu ikinci sapmanın yansımalarıdır.
Vahdet-i Vucut nazariyesine göre, mutlak varlığın ilk tecelli ve taayyün mertebesinin “Hakikat-ı Muhammediyye”, bu taayyünün keyfiyetinin de “Nur-u Muhammedi” şeklinde olduğu iddia edilmiştir. Bu nurun mahlukatın ilk maddesi ve mümkün olan her şeyin hayat kaynağı olduğu ifade edilmiştir. Adem’in yaratılışı ve meleklerin secdesi de buna bağlanmıştır. (Muhammediyye, s. 23-73), “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” (Kara Davut, Ahmediyye) mealindeki uydurma rivayetin hadis olarak gündeme getirilmesi de bu anlayışın ürünüdür.[2]
Böylece, Allah Resulünün tebliğle birlikte yüklendiği önemli sorumluluğu ve vasfı şehitlik (şahitlik) olduğu halde, bu konumuna zarar veren, Hz. Peygamber’in dile getirdiği rivayet olunan şu“Hakkımda, Hıristiyanların Meryemoğlu İsa’ya yaptıkları gibi aşırı övgülerde bulunmayın. Şurası muhakkak ki ben bir kulum. Benim için ‘Allah’ın kulu ve elçisi’ deyin” (Buhari) sözlerine rağmen onu örnek alınmaktan uzaklaştıran insan üstü aşırı yüceltmeci anlayışlar üretilmiştir.
Enbiya 21.25 – 9.Tevbe 30 – 9.Tevbe 31 – 18.Kehf 110 – 4.Nisa 171 – 43.Zuhruf 14 –
IX – O, sadece kendisine vahyolunana uyan bir Rasuldür.
53.Necm 3 -53.Necm 4 -53.Necm 5 -53.Necm 10 –
“Onu müthiş kuvvetli olan öğretti” ve devam eden ayetler görmezlikten gelinmiş elçinin söyledikleri Allah’ın© indirdiği vahiy olduğu gerçeği bir tarafa atılmış söylemiş olduğu vahiy harici sözlerde bu ayet kapsamına katılarak namazda okunmayan vahiy teorisi için gerekli destek sağlanmıştır. Geleneksel düşüncede hadisler ikiye ayrılarak 1- Nebevi hadis 2- Kudsi hadis şeklinde ayrıma tabi tutulmuşlardır. Bu ayırıma göre, Nebevi hadis Muhammed as ın söylediği iddia edilen sözler, Kudsi hadis ise manası Allah’tan sözleri ise Muhammed as dan olduğu iddia edilen sözlerdir. Şimdi soruyoruz; EĞER HADİSLER VAHİY İSE NEDEN KUDSİ HADİS DİYE AYRI BİR KATEGORİYE İHTİYAÇ DUYULMUŞTUR? Çünkü hadisler vahiy ise manasının hepsinin Allah cc den gelmesi gerekmez miydi?
33.Ahzab 2 –Rabbinden sana vahyolunana uy…
46.Ahkaf 9 –De ki: Ben Rasullerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.
38.Saad 70 – 6.En’am 50 -7.Araf 203 –
O halde kendisine iletilen vahyin doğrultusunda konuşan, amel yapan bir elçinin vefatından yıllar sonra derlenen ve ona ait olduğu iddia edilen sözlerinin sahih olup olmadığı yolundaki ortaya konması gereken kıstas; yine Kur’an’dan, yani ona indirilen ve onun da sadece kendisine uyduğunu söylediği vahiyden başka bir şey olamaz.
X – Kur’an’a Göre, Geçmiş ve Gelecek Gaybı Sadece Allah’ın Bildiğine, Allah Vahiyle Bildirmedikçe Rasul(s)’ün de Bilemeyeceğine İman Edilmesi Gerekmektedir.
Kur’an’da yer alan ifadesiyle açıkça “ben gaybı bilmiyorum” diyen Peygamber yerine, Kur’an vahyi dışında sürekli gaybtan haberler veren bir Peygamber anlayışına sapıldı.
6.En’am 50 – 7.Araf 188 – 27.Neml 65 – 18.26****18.Kehf 26 – 2.Bakara 33 -3.Al-i İmran 179 -5.Maide 109 – 5.Maide 116 -5.Maide 117 -6.En’am 59 –
XI – Rasul’den(s) mucize beklentilerine Kur’an’da verilen cevap; “Kur’an onlara yetmedi mi?” şeklindedir.
En büyük mucizenin Kur’an olduğu ve müşriklerin bunun dışındaki mucize taleplerinin reddedildiği Kur’an’da açıkça ifade edilmesine rağmen pek çok mucizeler yakıştırıldı
2.Bakara 118 -13.Rad 7 -13.Rad 27 -2.Bakara 145 – 2.Bakara 211 -3.Al-i İmran 49 -3.Al-i İmran 50 -3.Al-i İmran 183 -17 İsra 90- 17.İsra 91- 17.İsra 92- 17.İsra 93- 17.İsra 94 -17.İsra 95 –
Bu tür ısrarlı mucize taleplerine rağmen Allah mucize göndermeyeceğini ve nedenini Kur’an’da açıklıyordu:
6.En’am 35 – 6.En’am 109 – 17.İsra 59
20.Taha 133 – Onlar: (Muhammed) bize Rabbinden bir mucize getirmeli değil miydi? dediler. Önce gelen kitaplardakinin apaçık delili (Kur’an) onlara gelmedi mi?
29.Ankebut 48 – 29.Ankebut 50 –
29.Ankebut 51 – Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Şüphesiz bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır.
Rasulullah(s) de “Her Peygambere insanların iman etmelerini sağlayacak mucizeler verildi. Bana verilen mucize ise mazhar kılındığım vahiyden ibarettir. Bundan dolayı umarım ki kıyamet günü tâbileri çok olan ben olacağım” demiştir.[3]
XII – Kur’an meleklerin ya da onların adına yaptıkları putların şefaatına bel bağlayan müşrikleri, Peygamberler ve din adamlarının şefaatına güvenen kitap ehlini kınamıştır. Ayrıca şefaatın tamamının Allah’a ait olduğunu vurgulamıştır. Buna rağmen, doğrudan Rasulullah’tan şefaat talep eden dualarla, şefaatin sahibinin Rasullah olduğu algısı ve inancı oluşturulmuş ve tarihsel süreçte Kur’an’ın açık beyanlarına rağmen daha bir çok ilave şefaatçi kategorileri de üretilmiştir.
Şefaatin tümüyle Allah’a ait olduğu ve O’nun “razı oldukları” dışında kimseye şefaatin fayda vermeyeceği beyanlarına rağmen yaygın bir şefaat kültürü üretilmiştir.
39.Zümer 43-44 – 6.En’am 51 -2.Bakara 254 -82.İnfitar 19 -39.Zümer 44 -53.Necm 26 -43.Zuhruf 86 -34.Sebe 23 -21.Enbiya 26-28 – 4.Nisa 31 – 35.Fatır 13-14
XIII – Rasulullah(s) kendisine yapılan ya Kur’an’ı değiştirmesi ya da yeni bir Kur’an getirmesi teklifini reddederek buna yetkili olmadığını ancak kendisine vahyolunana uyduğunu beyan etmiştir.
Kur’an’ı değiştiremeyeceğini, ancak kendisine vahyolunana tabi olduğunu, akis takdirde Allah’ın azabından korktuğunu açıkça ve ayetin şahitliğiyle ifade eden Peygamber anlayışı yerine, nesh yada tahsisle Kur’an’ı değiştiren bir Peygamber anlayışı üretildi. Peygamberin kimi hadislerinin ayetleri neshettiğini yada tahsis edip alanını daralttığı iddia edilebildi. Ayetler genelde nüzul sebepleri bahane gösterilerek tahsis edilmektedir. Nesh yada tahsis edildiği iddia edilen ayetler subutu kati olduğu halde nasıl olur da zanni olan rivayetlere dayanarak nesh yada tahsis edilebilirler?
Modern dönemde de modernitenin etkisi ile “tarihselcilik” anlayışına meyleden bir çok ilahiyatçı Allah’ın azabından korkmadan muhkem nasların/hükümlerin bile tarihe ait düzenlemeler olduğunu ve bu sebeple illetleri dikkate alınarak çağımızda yeniden düzenlenebileceğini, yani yeni şartlara göre değiştirilebileceğini iddia eden sapmalara sürüklendiler.
10.Yunus 15 – 10.Yunus 16 – 6.En’am 115- 18 Kehf 27 -17.İsra 73-75- 69.Hakka 44-48
XIV – Rasuller(s) Hakkı Batıla hakim kılmak ve batılı tasfiye edip Allah’ın hükmüyle hükmetmek üzere gönderilmişlerdir. Hak ile batıl uzlaştırıp çoğulcu bir model kurmak için değil.
5.Maide 49-50- 42.Şura 21 -2.Bakara 185 -2.Bakara 42 -9.Tevbe 33 – 48.Fetih 28 -61. Saf 9 -17. İsra 81- 21. Enbiya 18
Rasulullah’ın(s), vahyin yönlendirmesiyle ortaya koyduğu ve Kur’an’da yer verilen; hak-batıl uzlaşmasını ve egemen şirk sistemiyle uzlaşmayı ve kafirlere itaati reddeden sünneti terk edildi. Kur’an’ın yönlendirmesiyle Rasul’ün ortaya koyduğu pratiğinde/sünnetinde, Mevcut düzeni, egemen sistemi ve uygulamalarını sosyo-ekonomik yönden eleştiren ayetler yanında, daha Mekke döneminde, siyasal yönlendirme yapan ve mü’minleri siyasal tercihe ve bu konuda tavır almaya, mevcut şirk sisteminden ayrışmaya, uzlaşmamaya, Şirk sistemlerine, yönetimlerine itaat etmemeye yönlendiren ayetler de vardır.
Alak 96/19, Kalem 68/8-9, Müzzemmil 73/10 -11, Şuara 26/150-152
Kur’an da bu ayrışmayı bir yandan teşvik edip, yönlendirirken, bir yandan da yaşanan bu ayrışmayı ayetlerinde zikrederek, kıyamete kadar gelecek tüm insanlığa örnek olarak sunuyordu. Kâfirun 109/1-6, Necm 53/29
Zamanla Kur’an’dan ve Rasulün Kur’ani sünnetinden uzaklaştıkça, sünnet ve hadis adı altında uydurulmuş tarihsel birikimin kirlilikleri içinde hakikatten çok uzaklara sürüklenildi. Şirk sistemleri içinde, hak-batıl karışımı zeminlerde görece özgürlük arayışları ile oyalanan konumlara gelindi. Hatta Medine Vesikasının bile hak ile batıl tarafların uzlaşması, konsensüsü ile hazırlandığı iddia edilebildi. Halbuki, Medine Vesikası, iddia edildiği gibi konsensüsle hazırlanmış değildir. Batıl ile ortak yönetim anlamında çoğulcu model de, çoğunlukçu bir sistem de değildir. Allah, peygamberini hak din ve hidayetle göndermiştir ki, müşrikler hoşlanmasalar da, hak dini yeryüzündeki bütün batıl dinlere galip kılsın, üstün kılsın diye. (Tevbe 33) Hak ile batılın uzlaşarak yönetimi birlikte yapmaları anlamında çoğulculuk da, toplumun ancak çoğunluğunun Müslüman olması halinde İslami yönetimin gerçekleşebileceği anlamında çoğunlukçuluk da söz konusu değildir.
Nitekim hak ile batıl arasında bir uzlaşma gerçekleştirerek toplumu birlikte yönetme anlamında çoğulcu bir yönetim Mekke’de çoğunluğu teşkil eden müşriklerce Rasulullah’a(s) teklif edilmiş ve hatta bu yönetimde devlet başkanlığı da kendisine bırakılmıştır. Ama buna rağmen, kabul edilmemiş, her an öldürülme riski altındaki bir avuç mü’min, her şeye rağmen “hak ile batılın uzlaşamayacağını, yaratmanın da emretmenin de Allah’a ait olduğunu, Allah’ın emrinden oluşan şeriata itaat etmek gerektiğini, hükümranlığın göklerde olduğu gibi yeryüzünde de Allah’a ait olduğunu” söylemeye devamla, İslami yönetimde ısrar etmişlerdir.
Rasulün, Kur’an’ın tevhidi mesajını yaymak için hem geleneksel atalar dinine, hem de modern cahiliyeye yönelik itiraz ve beraati örnekleyen sünneti terk edildi.
Egemen statükonun sahipleri, şirk sistemi önderleri, Rasulullah(s)’e hak ile batılı karıştırarak Mekke devletini birlikte yönetmeyi, çoğulcu bir modelle yönetmeyi teklif ettiler. Rasulullah(s) geleneksel atalar dini hurafelerine karşı çıktığı gibi, o günün modernini teşkil eden, dinlerin sentez edilmesine, uzlaştırılmasına, çoğulculuğun esas alınmasına, vahyi değiştirip kendilerine uydurmasına dair taleplerine de bu teklifleri reddederek karşı çıktı. Bugün ise, Kur’an davetçisi olarak çaba sarf edenlerin bile önemli bir kısmı, sadece geleneksel hurafelere karşı itiraz ve uyarılar ortaya koyarken, haldeki cahiliye toplumuna egemen modern hurafelere karşı sessiz duruyorlar, hatta dolaylı destek veriyorlar.
Aktardığımız bir çok ayetten anlaşılacağı üzere Kur’an, Rasulullah(s)’in yaptıklarından haber vererek bize onun sünnetinin bilgisini ulaştıran bir kaynaktır. Yukarıda alıntıladığımız tüm ayetler ve şağıdaki ayetler Rasulün(s) Kur’an’da zikredilen tartışmasız sünnetinden bilgiler vermekte, ama maalesef sünnet ehli olduğunu söyleyenlerin çok büyük ekseriyeti bu sünnetlerden habersiz ve çok uzakta bir hayatı yaşamaktadırlar. Kur’an’daki sünnete dair birkaç örnek daha vermekle yetinelim:
11.Hud 112 -11.Hud 113 -31.Lukman 13 -6.En’am 153 -3.Al-i İmran 159 -3.Al-i İmran 64
Mesela 48.Fetih 29. ayette zikredilen önemli bir sünnet olan,hayatlarını Allah’a rüku ve secde ettiren, ve Rasulün etrafında kenetlenip kafirlere karşı çetin müminlere karşı merhametli olan mümin şahsiyetlerin birlikte vahdet halinde oluşturdukları Ekin Meselini gerçekleştiren bir pratik bugün nerede? En azından Rasulün bu muhteşem örnekliğini, ilk Kur’an nesliyle oluşturduğu vasat ümmet şahidliğini, sünnetini yerine getirmeye yönelik güçlü nitelikli ve yaygın bir çabadan bahsedilebilir mi?
XV – Kur’an’da Peygambere salât edilmesi, onun incitilmemesi, önüne geçilmemesi, seslerin onun sesinin üstüne yükseltilememesi emredilir.
33.Ahzab 56 – 33.Ahzab 57 – 49.Hucurat 1 – 49.Hucurat 2 – 49.Hucurat 3 -24.Nur 62 -48.Fetih 10 –
XVI – Allah ile Peygamberlerinin Arası Ayrılmayacak ve Peygamberler Arasında Ayırım Yapılmayacaktır.
2.Bakara 285 -4.Nisa 150-151 – 4.Nisa 152 – 3.Al-i İmran 84
Farklı Surelerde geçen ve aynı konuyu işleyen Kur’an ayetlerini yukarıda özetlenen içerikle 16 başlık altında değerlendirerek Rasul’ün(s) Kur’an’daki konumunu ve sünnetini sunma çabası gösteren Mehmet Pamak, konferansının sonunda ise, sonuç mahiyetinde şu değerlendirmeleri yaptı:
– Mütevatiren gelmiş sübutu kat’i Kur’an’ın delaleti kat’i muhkem kısmı ve mütevatir sünnet alanı akidemizin de doğduğu dinin sabitelerini ifade eden mutabakat alanımızı teşkil etmektedir. Kur’an’ın delaleti zanni kısmı ile ahad haber alanı ise, zan taşıdığı için, farklı yorumlara açık olup, hoş görülmesi gereken farklılıklarımızın doğduğu alan olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla bu farklı yorumlara açık ve zanna dayalı olan alanlardan çıkarılan sonuçların, yapılan yorumların mutlaklaştırılmaması, akideleştirilmemesi, dinleştirilmemesi gerekmektedir. Kitabın anası-“ummul kitap” olarak nitelenen delaleti kat’i kısımdan doğan sabiteler, muhkem naslar alanında ve akide ortak paydasındaki birlik sağlandıktan sonra, yoruma açık, ictihat alanındaki farklılıklarımız zenginlik olarak kalacaktır.
– Sünnet,vahiy değil, ancak vahyin denetimi altındaki Rasulün(s) vahyin denetimi altındaki uygulamasıdır. Yanlış yapıldığında Yüce Allah tarafından düzeltildiği için, Kur’ân’la düzeltilmeyenler Allah’ın dolaylı onayını da almış sayılır. Terim olarak sünnet, söz, fiil ve takrirleri ile Hz. Peygamber’in İslam’ı yaşayarak yorumlaması demektir. Bu anlamda sünnet, hadisten daha kapsamlıdır. Nitekim “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız: Allah’ın kitabı ve Rasülü’nün sünneti..” hadisinde bu anlam açıkça görülmektedir. Hz. Peygamber’i yalnızca bir posta taşıyan kurye konumuna indiren ve sünnete inanmayanların bakış açıları tamamen asılsızdır ve saçmalıktan ibarettir. Hz. Peygamber yalnızca Kur’an’ı insanlığa ulaştıran bir elçi değildir. O, aynı zamanda “muallim-i şeriat” (şeriat öğretmeni) ve “müzekkin nüfus”, yani nefisleri arındırandır.
“Allah© tarafından bizlere Kur’an vasıtasıyla bahşedilen din, akıdenin esaslarını ve hayat için sadece belli temel ilkeleri koymuştur. Bu yüzden ayrıntılı izahları içermez. Ayrıntılarla ilgili olarak ümmetin kapsamlı bir şekilde eğitimi tümüyle Kur’an öğretmeni olan Hz. Peygamber’in şahsına bırakılmıştır. İslam’ın tüm yapısı Peygamber’in sünneti aracılığıyla bina edilmiş ve tamamlanmıştır. Örneğin namaz, oruç, hac, zekât ve diğer farzlar ve dinî pratiklerle ilgili temel emirler hiç şüphesiz Kur’an tarafından konulmuştur. Fakat bahsedilen bu konularla ilgili detaylar Kur’an’da yer almaz; hatta öyle ki namaz için son derece önemli olan namaz vakitleri ve sayısı, her namazdaki rekâtların sayıları gibi hususların detaylarından dahi bahsetmez. Aynı durum diğer ibadetler, emir ve kurallar için de geçerlidir.
Örneğin Kur’an hırsızlığın cezası olarak el kesmeyi emretmiştir. Ama hırsızlığın tanımının ne olduğunu veya elin hangi noktadan itibaren kesilmesi gerektiği gibi hususların detaylarını açıklamak Hz. Peygamber’e bırakılmıştır. Bu sebeple mütevatir sünnetin de Kur’an kadar bizim üzerimizde bağlayıcılığı vardır. Allah bizler için elçisini Kur’an’da hiçbir şeyin muğlâk kalmamasını sağlamak amacıyla görevlendirmiştir. Ancak bizatihi belirleyici konumda olan ve sünneti de belirleyen ve yönlendiren Kur’an’dır. Din ile ilgili bütün belirlemelerin kaynağı, Rabbimizin Hz. Muhammed’e vahyettiği ve günümüze mütevatir bir yolla gelen korunmuş olan Kur’an-ı Kerim’dir. Sünnet dahil hiç bir rivayet ve hüküm, Kur’an nasslarının üstünde yeni bir ilke ve yeni bir görüş getiremez. O halde sünnet konusunun içeriğini belirlerken öncelikle başvuracağımız ve hükümleriyle kayıtlı kalacağımız asıl ve temel kaynak kitabımız olan Kur’an’dır.
Sünnet konusunda bize bilgi veren kaynaklar olarak kuran-ı kerim ile mütevatir sünnetlerin sübutu konusunda bugüne kadar ciddi bir problem söz konusu olmamıştır. Ancak hadislerin sübutu konusunda ise aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Zira bugün kaynaklarımızda yazıya geçirilmiş bulunan binlerce rivayet, ne kuran-ı kerim gibi, nede mütevatir sünnetler gibi bize tevatüren, yani nesilden nesile kitlesel rivayet yoluyla nakledilmiş değildir. Tam aksine, herkesin bildiği gibi bu hadislerin muhafazası ve daha sonraki nesillere intikal ettirilmesi ferdi çabalarla olmuştur. Bu yüzdendir ki, bu hadislere, hadis ilminin terminolojisiyle “ahad” adı verilmiş ve bu suretle bunların tek tek ravilerin naklettikleri birer rivayet olduğuna dikkat çekilmiştir.
Durum bu olduğu halde, on dört asırlık geçmişimiz boyunca genellikle sünnet konusunda ağırlık “ahad” olan hadislere verilmiş, mütevatir sünnetlere, hele hele kuran-ı kerime bu amaçla başvurmak nadiren düşünülmüştür. Bu durum tabii bir sonucu olarak da hemen tamamı ahad olan hadisler, sünnet konusunda, hatta daha genel bir ifadeyle İslam anlayışımızın belirlenmesinde en az kuran-ı kerim kadar, zaman zaman ve belli konularda ondan da fazla etkili olmuştur.
Bugünkü ahvalde, Sahihlerde yer alan bütün rivayetlerin senet ve zincir bakımından “sahih” olduklarını kabul etsek bile, metin tahkiki ve tahlili yönünden bir inceleme yapmak da bizim sorumluluğumuzdur. Hadis olduğu iddia edilen bu rivayetlerin, ahlakı Kur’an ahlakı olan Rasulullah’a(s) ait olup olmadığının anlaşılabilmesi için Kur’an’a arzı şarttır. Çünkü Rasul’ün sünnetinin birinci kaynağı ve Rasulün neyi yapıp yapamayacağının, neyi söyleyip söylemeyeceğinin ve Rasulün de “kitap nedir iman nedir bilmezken” dinini, imanını kendisinden öğrendiği Kitap, dinin temel ölçü ve hudutlarını belirleyen temel kaynak Kur’an’dır.
Rasulullah(s)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.“Benden size gelen şeyi Allah’ın Kitabına arzedin. O’na uygunsa ben söylemişimdir. Şayet ona uygun değilse ben söylememişimdir.”(Ebû Yûsuf, s. 24. 25 ) Rasulün bu sözünün doğruluğunu tasdik eden bir çok ayet vardır. (Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Kur’an’ı kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildirBen, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım).
Hadislerin sıhhatini tespit ederken onları Kur’an’a arz edenlerin başında Hz. Aişe gelmektedir. Sık sık başvurduğu bu yöntem sayesinde o, birçok rivayetteki ravi yanılgılarını tespit etmiş, Kur’an ayetleriyle karşılaştırmak suretiyle eksiklikleri düzeltmiştir. Birkaç örnek vermek gerekirse;
Ebu Hureyre’nin ortaya attığı belirtilen “Ailesinin ağlaması sebebiyle ölünün azap göreceği” rivayeti Hz. Aişe’ye sorulduğunda, o Necm Sûresi 39. ayetinin “53.39 – Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur” hükmünü hatırlatmış ve bu rivayeti kesin olarak reddetmiştir.
İbn Abbas’ın dile getirdiği bildirilen “Allah Rasulü’nün Yüce Allah’ı gördüğü” yönündeki rivayet yine Hz. Aişe’ye sorulduğunda, En’am Sûresi 103. ayetin “6.103 – Gözler O’nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır.” hükmünü hatırlatarak söz konusu haberi de reddetmiştir.
Hz. Ömer (ra)’in, Fatıma bnt. Kays’ın eşinden boşandığında Allah Rasulü’nün kendisine mesken ve nafaka hakkı uygun görmediği yönündeki rivayetine “Biz unutup unutmadığımı bilmediğimiz bir kadının sözüyle Allah’ın Kitabını terk edemeyiz.”(İbn Hacer, Feth, IX, 596,603; Çakın, a.g.m, s.243-245; Krş. Keleş, Arz, 24.) cevabını vermesi önemlidir.
Rivayetlerin yaşanan ve yaşayan sünnete arzı konusuna gelince:
Ebu Hureyre’nin hadis olarak rivayet ettiği aktarılan “Cünüp olarak sabahlayan oruç tutmasın” haberi Hz. Aişe ve Ümmü Seleme’ye iletildiğinde, her ikisi de bunu yalanlamış ve Hz. Peygamber’in cünüp olarak sabahlasa da orucunu tuttuğunu söylemişlerdir. Kaynaklara göre, Ebu Hureyre bu yalanlama karşısında “Onlar bu konuyu daha iyi bilir” demekle yetinmiştir.
Hz. Aişe ve Hz. Ömer’in öncülüğünü yaptıkları; Hadis olduğu iddia edilen rivayetleri Kur’an’a arz yöntemi konusunda en son İmam Ebu Hanife’nin ortaya koyduğu usûl bu konuda anlamlı ve yeterlidir. Bu bağlamda yapılan araştırma sonucunda, Kur’an’a, Rasulün sünnetinin bütünlüğüne, Risalet misyonuna, ahlakına, akla ve mantığa, kevni ayetlere, tarihi gerçeklere uygun olduğu tespit edilirse, yine kesin olmamakla beraber Resule ait olduğu galip zannına, kanaatine ulaşılırsa, onunla amel edilir. Ancak gaybla ilgili rivayetler Kur’an’da yer almadıkça doğru olduğu iddia edilemez. Zan alanı olan bu alandaki haberler üzerine akıde bina edilemez. Resulden geldiği iddia edilen rivayetlerin tahkike tabi tutulması, bu bağlamda hadis usulü gereğince Kur’an’a arz edilmesi suretiyle metin tahkiki ve tahlili yapılması, şüphesiz ki, Rasulü(s) denetleme amaçlı olmayıp, Rasul’e nispet edilerek gelen haberlerin doğruluğunu ve Rasule ait olup olmadığını tespit amaçlıdır. Ve bu çaba, ilmi birikimi olan her mü’min üzerinde büyük sorumluluktur. Senet yönünden sağlam olduğu gibi metin (anlam) yönünden de Kur’ana uygun olan hadis ve siyer rivayetleri, bizlerin Kur’anı ve mütevatir sünneti daha iyi anlamız için çok önemli ve vazgeçilmez yardımcı kaynak işlevi görecek ve bu çalışmalar İslam’ı daha iyi anlamamıza vesile olacaktır.
Kur’an’da Hz. İsa’nın vefatı bu şekilde apaçık ifadelerle bildirildiği halde, Ehl-i Kitab’ın muharref kültürünün hadis uydurmacılığı yoluyla Müslümanlar arasında yaygınlaştırılmasıyla, Hz. İsa’nın ölmediği ve kıyamet öncesi yeniden yeryüzüne gönderileceği inançları ortaya çıkmış ve yerleşik hale gelmiştir. Müslümanların bu konudaki inançlarını Kur’an’ın apaçık beyanları yerine, önemli ölçüde kaynağı muharref kültürlere dayanan rivayetler oluşturur olmuştur.
Yine Kur’an’da Rabbimiz, “(Allah) gökleri ve yeri yoktan var edendir. Size kendinizden çiftler, hayvanlardan çiftler yaratıştır. Bu (düzen içi)nde sizi üretiyor. Zatına benzer hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şûra 11) buyurduğu halde, sahih bilinen kaynaklarda yer alan bir rivayette, “Sizden biri kardeşiyle kavga edince yüze vurmaktan sakınsın. Zira Allah Adem’i kendi suretinde yaratmıştır” iddiasına yer verilebilmiştir. Bu rivayetin, muharref Tvrat’ın Tekvin bölümü 1. Bap 26-27’de yer alan şu ifadelerle benzerliği ise dikkat çekicidir: “Ve Tanrı dedi ki: Suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım… Ve Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı’nın suretinde yarattı…”
Görüldüğü üzere ortada apaçık Kur’ani beyanların bulunduğu konularda bile, bu Kur’ani beyanlar yerine konuyla ilgili hadis rivayetleri temel belirleyici kılınmış ve Kur’an’ın apaçık beyanları hadis rivayetleri yönünde tevile tâbi tutulmuştur. İlk dönemde yapıldığı gibi hadis rivayetleri Kur’an’a arz edileceği yerde, tam tersine Kur’an ayetleri hadislere arz edilerek tevile tâbi tutulmuştur. Oysa doğrusu, Kur’ani beyanların hadis rivayetlerine göre tevili değil, hadis rivayetlerinin Kur’an’a arzı ve Kur’an’la sağlamasının yapılmasıdır.
–Hadis konusuna yaklaşımda ifrat ve tefritten oluşan iki uç oluşmuştur. Birincisi “Sahih hadisler”in toplandığı (Buhari ve Müslim vb.) kitapları Kur’an gibi korunmuş sayan ve bu kitaplarda yer alan bütün nakilleri Kur’an ayetleri gibi kendilerine teslim olunması gereken naslar olarak kabul eden anlayış olup tefrit ucunu oluşturmaktadır. Bu uçtakiler kadar yaygın olmasa da, onlara tepkiyle ortaya çıkan bir tefrit ucu söz konusudur ki, bu uç da, neredeyse bütün hadis külliyatını reddeden ve Kur’an’ı ilk inşa ettiği hayattan kopuk teorik bir Kitap olarak okuyan, sadece Kur’an mealiyle yetinen mealci bir anlayış ortaya çıkmıştır. Ancak bu tefrit ucu hem sayı bakımından azdır, hem de bugün artık ifratı oluşturan birinci uçtakiler kadar etkin değildir. Bir de bizlerin de içinde yer aldığımız vasatta duranlar, Kur’an ve mütevatir sünneti belirleyici kılıp, ahad haber alanında yer alan rivayetleri de Ebu Hanife’nin usulüyle değerlendirip vahye uygun olanların Resule (s) ait olduğu kanaatine ulaştıktan sonra o rivayete Kur’an gibi itaat edenler vardır. Ancak birinci ifrat ucunda yer alan ve zan taşıyan ahad haber alanındaki tüm nakilleri toptan Kur’an seviyesine yükselten çoğunluk, bizim gibi mutedil olanları da “hadis ve sünnet inkârcısı” olarak yaftalamak gibi büyük bir iftirayı, haksızlığı ve adaletsizliği yaptıkları için, tefrit ucunda yer alanların sayısı olduğundan fazla gösterilmiş olmaktadır.
–Din kuralları koyan vahiy Kur’an’da toplanmıştır. Ancak, Kur’an dışında, Allah ve Rasulü arasında (din vazetme anlamında olmayan) bir ilişki söz konusu olabilir. Resulullah (s) ile Allah arasındaki Kur’an vahyi dışındaki bu muhtemel ilişkinin bizi bağlayıcılığı ise, ancak bilahare Kur’an’a yansıyarak olur. Yahut da Rasulün bir ictihadı ya da uygulaması haline dönüşerek bize ulaşırsa bizi bağlayıcı hale gelir. Bunda dahi, arkasında zanna dayalı böyle bir iddia (yani Allah’ın Kur’an dışı ilhamla yönlendirmesi) olduğu için değil, sadece Resulün din konusundaki bir ictihat ve uygulaması olduğu için ve Kur’an gereğince bağlayıcılığı vardır. Raslullah’ın bütün yapıp ettiklerinin vahiy olduğunu (vahy-i gayri metluv) iddia etmek, hem Kur’an’a aykırı, hem Allah’ın din konusundaki ve gayb haberleriyle ilgili vahyi Kur’an’da toplanmışken, bunların bir kısmının Rasulullah tarafından Kur’an’a koydurulmayıp gizlendiği, ya da sadece birkaç kişiye söylendiği gibi bir bühtan olur ki, bu risalet görevinin tam anlamıyla yerine getirilmediğini iddia etmek anlamına gelir. Diğer taraftan, Resulün kimi uygulamalarını bilahare eleştirip düzelten Kur’an ayetleri dikkate alındığında, Allah’ın önce Peygamberi (s) yönlendirip böyle yaptırdığı, daha sonra da uyarıp neden böyle yaptın diye eleştirdiği iddia edilmiş olur ki bu büyük çelişki olur. Ayrıca böyle bir iddia Resulü (s), bütün inisiyatif ve iradesini yok ederek, tamamen Allah tarafından yönlendirilen bir robot konumuna indirger ki, böyle bir Resulün bizim için güzel örneklik oluşturması tartışılır hale gelir.
Diğer taraftan, bir rivayette yer alan ve Rasule(s) ait olduğu ifade edilen söz ya da amelin arkasında velev ki Allah’ın ona yönelik ilhamı bulunsun, Allah© tarafından korunmuş Kur’an’da yer almadıkça bu ilahi ilişki ve yönlendirmeden emin olamayız. Ancak aktarılan söz ya da amel Kur’an’a uygunsa Rasule(s) ait olduğu galip zannıyla onunla amel edersek inşallah Resule itaatin ecrini alırız. Bir de şu husus önemlidir; “gayr-i metluv” anlayışına sahip olanlara sormalıyız, arkasında “gayri metluv vahiy” ya da “ilham” olmadıkça Rasulün(s) Kur’an hükümlerinden hareketle yaptığı ictihadına, tavsiyelerine, emirlerine itaat etmeyecek misiniz? Halbuki, emin olmadığımız zanlarla arkasında “vahy-i gayri metluv” ya da “ilham” olduğunu iddia ederek değil, sadece Rasul(s) yaptığı ve söylediği için onun din konusunda yaptıklarını yapmalı, emirlerine itaat etmeli değil miyiz? O halde, gaybı taşlayarak Resulün (s) yapıp ettiklerinin arkasında zanna dayalı ilahi yönlendirmeler aramak yerine, “Allah’a ve Resulüne itaat edin” ilahi emri gereğince, arkasında Kur’an dışı ilave bir vahiy aramadan, sadece Resulullah (s) yaptığı ve söylediği için ona itaat etmenin Kur’an’a itaat gibi farz olduğunun bilinciyle hareket etmeliyiz.
Bu bağlamda bir örnek verecek olursak, mesela namazın rükün ve rekatlarının belirlenmesinde üç rivayet söz konusu edilmekte ya da üç ayrı dayanak ortaya konmaktadır. Birinci olarak, bu konuda Cebrail’in(as) gelip Rasulullah’ (s) öğrettiği, ikinci olarak Hz. İbrahim’in (as) sünnetinin devam ettirildiği, üçüncü olarak da, Rasulullah’ın(s) Kur’an’daki ayetlerden hareketle kendisinin ictihad ettiği ifade edilmektedir. Hiç kimse arka plandaki gerçek mesnedi kesin olarak bilemeyeceğine göre, gaybı taşlayıp arkasında ne olduğunu aramak ve zanna dayanarak bir takım yakıştırmalar yapmak yerine, tartışılmaz olana teslim olmak, yani Rasulullah’tan bize yaşanarak mütevatiren ulaşmış olmasını esas almak ve sadece Rasulullah böyle yaptığı için ona itaat etmek en doğru tutum olacaktır.
– Zan alanında akaid oluşturulamaz, bu sebeple Ahad haberler akaidde delil olamaz. Maalesef Kur’an’ın mehcur bırakıldığı yüzyıllara sari bozulma sürecinde zanni çıkarımlar akaidde delil kabul edildiği için, mezhep akaidleri oluşmuştur.Kur’an’da yer almayan, ve iman esası da sayılmaması gereken konular akaidin temel konuları haline getirilmiştir. Mehdi ve Mesih inancı gibi Kur’an’da olmayan nice konular ve İsrailiyattan nice hurafeler inanç esası kabul edildi.Halbuki akaidde mezhep olmaz, olmamalıdır. Ancak Ahmet Kalkan kardeşimizin ifadesiyle; Akaid kitapları, farklı bakış açısına sahip olanlara reddiye tarzında antitez görüşlerle, farklı mezheplerin görüşlerini çürütme amaçlı ifadelerle, gereksiz tartışma ve konularla doludur. Şia akaidi, Mu’tezile akaidi, Ehl-i Sünnet akaidi, Mâturidi akaidi, Eş’arî akaidi… Peki, nerede Kur’an Akaidi, Nerede Allah’ın istediği Akaid?
Hâlbuki iman ilkeleri mutlak hakikate, yani vahye dayanmalıdır. Yorumlar, ictihadî, beşerî ve zannî doğrular akaidde ümmeti bağlamaz ve delil olmaz. Yorumlara tüm Müslümanların katılması beklenmemeli, bu yorumlara uymadığı gerekçesiyle mü’minler tekfir edilmemelidir. Âlimlerin Kur’an’a uygun yorumlarını doğru kabul etmek başka, o yorumlardan yola çıkarak farklı tevil ve yorumlara sahip olanları tekfir etmek daha başkadır.
–Kur’an dışı akaid ve ölçüleri bırakıp ilme’l yakin olana ittiba ettiğimizde, Kur’an’ın muhkem ayetlerini esas aldığımızda ulaşacağımız yoruma açık olmayan kimliksel birlik, tevhid ortak paydasında, sabiteler planında bütünleşme kendiliğinden yaşanacaktır. Vahdet gerçek anlamıyla mümkün hale gelecektir. Kur’an’ın delaleti kati alanıyla, yaşanarak intikal eden mütevatir sünnet mutabakat alanımızı oluşturmak durumundadır ve bu alanda farklılığa müsamaha edilmemesi gerekmektedir. Bizi kardeş yapan akidemiz de bu alanda teşekkül etmektedir.
– O halde tüm mü’minler, “ortak mütevatir ” diyebileceğimiz bir hat çizmeli ve bu hattın üzerinde yer alan ve her müminin mütevatir kabul ettiği Kur’an ve milyonlarca Müslüman tarafından yaşanarak aktarılan mütevatir sünnetin belirlediği dinin sabitelerinde ve akıdesinde mutabakat temin ederek tevhid merkezli bir vahdeti hedeflemeli, bu ortak mütevatir hattının altında kalıp zan içeren ve ağırlıkla ahad haberleri kapsayan alandaki farklılıklarımızı da hoş görüp zenginlik olarak telakki etmeliyiz. Ümmet olmak da, vahdeti temin etmek de ancak böyle mümkündür.
Oldukça uzun sürmesine ve yoğun bir içerikle sunulmasına rağmen dikkatle takip edilen konferans, sorulara cevapları müteakip kılınan namazdan sonra İLKAV’ın geleneksel ikramı ile son buldu.