ESARET ALTINDA PARÇALANMIŞ ZİHİNLER, ÖZGÜN VE BÜTÜNCÜL İSLAMİ DÜŞÜNCE ÜRETEMEZ
Vahiyle arınıp inşa olmuş Müslüman zihin,”yeryüzünde halife kılınmış” (Bakara: 30) ve “emaneti yüklenmiş” (Ahzab: 72) olmanın gereği olarak “insanlar arasında Hak ile hükmetme ve hevaya tâbi olmaktan uzak durma” (Sad: 26) bilinciyle hareket sorumluluğuyla yükümlüdür. Müslümanlar, “Hablullah” olan Kur’an’a topluca sarılarak (Al-i İmran:103) “emaneti ehline verip adaletle hükmetmek” (Nisa: 58) ve “kendilerine iktidar ve imkân verildiğinde iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak”la (Hac: 41) emrolunmuşlardı. Bu yüzden Müslüman zihin, kuşandığı Kur’an ahlakı ve takva bilinciyle, bağımsız özgün İslamî kimlik ve vahyî ölçülere sadakatle, her şartta arza adaleti ikame etmek için hayatı ve toplumu vahiyle inşa hedefine kilitlenmek durumundadır.
Buna rağmen tarihsel süreçte “Kur’an’ı terk edilmiş bırakan” (Furkan: 30) “Müslüman” zihinler, yüzyıllardır geleneksel cahiliyenin işgali altında bulunmaktadırlar. Bu sebeple, “Allah’a ve Rasûlüne itaatten uzaklaşınca, dağılıp parçalanmak, izzetini, gücünü ve rüzgârını kaybedip” (Enfal: 46) zulüm, zillet, sömürü ve adaletsizliğe maruz kalmak, hem coğrafî hem de zihinsel işgal ve esaret kaçınılmaz olmuştur. Böylece Müslüman zihinler, çoğunluğu itibariyle tekrar Kur’an’a hicret ederek vahyin özgürleştirici mesajı ile arınıp cahiliye zincirlerini kırarak yeteri kadar hürriyetine kavuşamadan yeni bir esaretin tahakkümüne daha sürüklenmişlerdir. Zaten geleneksel cahiliye ile yaralı olan Müslüman zihinler, bu sömürge sürecinde yerel sistemi de ele geçirmiş küresel modern cahiliyenin, seküler paradigmanın ağır kültürel kuşatması ve yok edici işgali altına girmişlerdir. Geleneksel hurafeci din algısının işgali altındaki zihinler, kendisini bu yeni duruma kolayca adapte edip siyasal ve kamusal alanı modern cahiliyeye, seküler kültüre terk ederek bireysel ibadetler ve “nefis tezkiyesi”yle meşgul olmakla yetinmişlerdir. Doğrudan iktidar gücü olmayan geleneksel cahiliyeyi belli ölçüde aşan grupların, iktidarların başat aktörü olan modern cahiliyenin etkisinden kurtulmaları ise aynı derecede mümkün olamamaktadır.
Son iki yüz yıldır süren ve özellikle son yüz yılda tam anlamıyla egemenliği ele geçiren seküler paradigmanın, yüz yıllık coğrafi ve askeri işgallerinden daha etkili ve daha uzun ömürlü olan işgali zihinlere yönelik olandır. Emperyalizmin zihinlerdeki kültürel işgali, tevhidî uyanış sürecine ve geçmişe göre oldukça mesafe kat eden Kur’an okumalarına rağmen zihinlerde iz bırakmayı sürdürmüştür.
Zihinlerin bu ifsad edici bâtıl bilgi müsveddelerinden arınıp kurtulması için sahih bilgiyle techiz edilmesi gerekir. Bilinmelidir ki, ancak fırtat ve evren kitabı olan kevni ayetler ile hayat ve hakikat kitabı vahyi ayetler okunup özümsenerek, fıtrat ile vahiy bütünleştirilerek evrene ve hayata dair bütüncül tevhidî bir bakış yakalanabilir. Kur’an’da sahih ve doğru bilginin kaynağında, “yaratma ve emretme yetkisi”ni tekelinde tutan (A’raf: 54) ve göklerde de yerde de mutlak hükümdar olan Allah’ın olduğu bilinciyle, Yaratıcının yarattıklarına emrini muhtevi fıtrat (yaratılış) kitabı kevni ayetler ile hayatı düzenleyen hakikat kitabı vahyi ayetleri, tam bir teslimiyetle “yaratan Rabbin adıyla oku” emri verilmiştir. (Alak: 1-2). Yani, fıtrat-evren ve hayatın hem yaratılışının hem de düzen, işleyiş ve yönetiminin nasıl olacağına ve olması gerektiğine dair bilginin, hükmün/emrin merkezine Allah’ı alarak, kevni ve vahyi ayetleri “hakkıyla (anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla) okumamız” emredilmiştir. (Bakara: 121).
Rasûlün (s) önderliğindeki ilk Kur’an neslinin, hayat kitabını hayatın içine ve hayatın içinden bir okuyuşla ve büyük bir samimiyetle okuması örnek alınmalıdır. İlk örnek neslin, hayatı düzenleyen kuralları ihtiva eden bu kitabın hükümleriyle hayatın bütün alanlarını inşa etmek amacıyla ve tam bir teslimiyetle hemen harekete geçtiği unutulmamalıdır. Hayat kitabına, tüm cahili birikim ve önyargılardan arınıp soyutlanarak yaklaştığı ve gereğini hemen yerine getirmek üzere seferber olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Bu okuyuşta, “takvayı hakkıyla kuşanarak” (Al- İmran: 102) İlâhî rızayı kazanmak için “Kur’an ile büyük cihad”a (Furkan: 52) adanıp rüku ve secdeyi bütün hayat alanlarına yayarak (Hacc:77, Fetih: 29) hayatı ibadet kılma çabası gösterilmesi gerekmektedir.
İşte hayat kitabına doğru okuma ve yaklaşım biçiminden habersiz olunduğunda, Kur’an okuyan kesimlerde bile, muhtemelen ilk neslin Kur’an’a yaklaşımındaki bu ölçü ve samimiyeti yakalayamamaktan ya da arınma, inşa ve vahye teslimiyette ortaya çıkan zaaflar sebebiyle olsa gerek, sömürgeleştirilmiş zihinlerin bu işgalin etkisinden ve esaretten tam olarak kurtulmaları bir türlü başarılamamıştır.
Bir de şu hususun etkisi göz ardı edilmemelidir: Emperyalist devletler, coğrafi işgal ve sömürgecilikle ümmeti parçalayıp cetvelle çizdikleri sun’i sınırlarla ümmet coğrafyasını seküler ulus devletlere böldükleri gibi, kültürel sömürgecilikle de ele geçirdikleri eğitim ve kültür alanını yönlendirip işgal ettikleri Müslüman zihinleri parçalara ayırdılar.
Zaten saltanat sürecinde vahiyden uzaklaşmaya ve geleneksel hurafelerle işgal edilerek parçalanmaya başlamış bulunan Müslüman zihinler; seküler sömürge ve işgal sürecinde bir daha parçalandılar. Sonuçta da, aynı zihinde hem İslam’ın hem de sekülerizmin ve hem modernizmin hem de gelenekselciliğin etkili olduğu alanların bulunduğu bir düşünsel kargaşa zemini ortaya çıktı. Bu eklektik zihnî yapının, bazı konularda İslam’ın kavramlarını, bazılarında seküler modern paradigmanın kavramlarını, çoğunlukla da İslam’ın kavramlarının içini boşaltıp seküler anlamlar yükleyerek, yani Hakk’ı bâtılla örterek kullandığı maalesef acı bir gerçektir. Sonuç olarak, genelde Müslüman zihinler, bir konuda son derece net bir İslami düşünce ortaya koyarken, bir başka konuda da son derece seküler düşünebilmekte, bir konuda geleneksel düşünebilirken, bir başka konuda son derece modern bir düşünce ortaya koyabilmektedir. Böylece tüm bu istikametlerde birbirinden farklı ve çelişkili davranışlar sergileyebilmektedir. İşte bu sebeple de bu işgal ve parçalanmışlıktan kurtulamayan, vahiyle arınıp tam anlamıyla hür olamayan ve tevhidî bütüncül bakışı yakalayamayan Müslüman zihin, ne kadar Kur’an okursa okusun, bütüncül anlamda özgün İslami düşünce, proje ve davranışlar üretemez/üretemiyor. Genelde eklektik, sistemin sınırlarını aşamayan sığınmacı düşünce ve tavırlar arasında oradan oraya savrulup duruyor.
Geleneksel ve modern cahiliye’den arınıp ayrışarak Kur’an merkezli sahih bir akıdeye ulaşmak zorunluluğu konusunda yıllarca yazıp konuşanların; aslında bütün bu hurafelere yataklık yapmış, yaygınlaştırıp kurumlaştırarak (kendini İslam’a nispet eden) gelenekselci kesimlerin tevhidi davete kulak tıkamalarına yol açmış siyasi çizginin önderlerini bugün meşrulaştırmalarının, hatta İslamî uyanışa büyük katkı sahibi mü’min-muvahhid öncüler ve ümmetin umudu olarak takdim etmelerinin sebebi nedir? Yıllarca, vahiyle arınmanın ve tevhidî uyanışın, Kur’an merkezli din algısına yönelmenin önündeki engel olarak, geleneksel ve modern hurafeleri gösterenlerin; artık “geleneksel ile modern” olanı sentez edip uzlaştırmak işlevi gören bu siyasi liderleri, bugün (Erbakan’ın vefatı üzerine yazılanlarda olduğu gibi) İslamî hareketin, “özgün İslamî kimlikli siyaset”in temsilcisi olarak takdim edip meşrulaştırma, hatta “mücahid” ilan etmelerinin ve kısacası bu büyük değişimin arkasında yatan sebep nedir?
Bilinmelidir ki, geleneksel ve modern cahiliyenin üretilmiş ifsad edici bilgilerini zihinlerden tamamen temizleyip yerine inzal edilmiş vahyî sahih bilgi, ölçü ve kavramlar ile fıtrî olan bilgiler bir tohum misali ekilip özümsenmedikçe, cahilî tohumların ekili olduğu işgal atındaki eklektik zihinlerden ürün olarak İslami düşünce, proje ve davranışlar sadır olmayacaktır. Zihne hangi bilgi, ölçü ve kavramları ekerseniz, onun ürünlerini düşünce, eylem ve davranış/ahlâk olarak biçersiniz. Bilinmelidir ki, kavramlar nötr değildir. Bir zihne giren kavramlar, yerleşip özümsendikçe zamanla o zihni, temsil ettikleri din, felsefe ya da ideoloji istikametinde dönüştürüp o istikamette düşünmeye ve yaşamaya yönlendirirler. Bu yüzden cahiliye bilgi, ölçü ve kavramlarının işgal ve kuşatmasından kurtulup hür ve bağımsız olamayan, bunların etkisinden tamamen arınıp yalnız vahyin ölçüleri, kavramları ve Rasûlün güzel örnekliğiyle dünyaya ve hayata bakamayan zihinlerin, verili şartların hudutlarını aşan bir ufka sahip olmaları da özgün düşünce, ahlâk/davranış ve projeler üretmeleri de insanlığa modellik/şahidlik/örneklik yapmaları da mümkün olmamaktadır/olmayacaktır.
Zihinlere Yönelik İşgaller ve Zihinleri Kuşatan Zindanlar, Mağlubiyet Psikolojisiyle Daha Etkili ve Daha Çürütücü Olmaktadır
Küresel ve yerel sistemin, fiziki kuşatmasından, bedenimizi çevreleyen zindanından daha önemli ve daha etkili olan kuşatması ve zindanı, zihinlerimizde gerçekleştirdiği kuşatması ve zihinlerimizin onun ideolojik paradigmasının zindanına hapsolması halidir. Kültürel anlamda sömürgeleştirilmiş ideolojik işgal altıdaki zihinler bağımsız düşünemez ve özgün düşünceler üretemezler. Zihnen özgürleşmemiş olan ezilenler, ezenlerine öykünüp onların kavram ve modellerinden başka çıkış olmadığı zannına kapılarak daha fazlasına, özgün modeller oluşturmaya güçlerinin yetmeyeceğine inanırlar, ikna olurlar.
İlkeli ve tavizsiz bir tevhidî duruşla Allah’ın yardımını hak ettiklerinde, normal şartlar altında olamayacak gelişmelerin Allah’ın yardımıyla gerçekleşebileceğine dair ilahi taahhüdü bile unutup, zihinlerini kuşatan seküler mantıkla, verili sistem içi düşünmeye, sistem içi alternatifler aramaya daha yatkın hale gelirler. Bu yüzden, zihinlerini kuşatan seküler paradigmanın düşünce kodlarını, kalıplarını taklitten kurtulup özgün düşünce ve modeller üretme performansı gösteremezler. İşte bu durum, yenilgi/mağlubiyet psikolojisidir.
Bu manevi, psikolojik kuşatma ve zindan o kadar önemlidir ki, bu tür zindanlara hapsolmuş zihinlerde özgürleşme sağlanmadan, özgün düşünce ve siyaset üretilemez, özgün bir proje ve model tasavvur edilemez. Sonuçta, fizikî kuşatma ve zindandan kurtulma imkânı da hiçbir zaman gelişemez ve bedeni kuşatan zindanlar da kalıcı hale gelir, sadece gardiyanlar değişir. Çünkü modern paradigmanın zihnî kuşatma ve zindanına maruz kalanların, zihinleri bu tür bir işgal ve esaret altında olanların, kendilerini yenilmiş ve mağlup hissedenlerin, düşünce ufku ve siyaset algısı da, egemen modern paradigmanın kodlarıyla sınırlıdır.
Zihni Zindanda Olanlar, Fiziki Zindan Duvarlarını Yıkmak Yerine, Mücadelenin Eksenine Gardiyanların Daha Az Zalimini Seçmeyi Alırlar
İşte bu kuşatılmış zihinlerin, inzal edilmiş olanı geçici olarak da olsa ihmal edip erteleyerek, bâtıldan ödünç alınan fikir, kavram ve modellerle, özgün düşünce, siyaset ve gelecek tasavvuru inşa etmeleri mümkün değildir. Çünkü işgali kanıksamış zihinler, zindan duvarlarını yıkmayı ve zindandan çıkmayı tasavvur etmek ve bu hedefe kilitlenmek yerine, gardiyanların “ehven-i şerr”ini seçmeye odaklanırlar. Zindan duvarlarını yıkmak yerine, kendilerine zindanda görece daha iyi davranacak, bazı imkânlar sağlayacak gardiyanın peşine takılmakta bir beis görmezler. Yakın geçmişte Tevhidî kesimin önde gelenlerinden birisi olan bir yazar bile, “Biz küresel ve yerel sistemlerin kuşatması altındayız, onların ulusal sınırları içerisinde, onların koyduğu kuralların baskısı altında âdeta açık cezaevlerinde gibiyiz”.“Cezaevinde kuşatılmışız/mahkûmuz, bize biri çok zalim birisi ise daha insani davranan iki gardiyandan birisini seçme imkânı tanınıyorsa, biz neden daha insanî olanı tercih etmeyelim”diyebilmiştir. İşte bu örnekten kalkarak da, aynı bağlamda zulümatın (şirk sisteminin) görece özgürlükçü gri tonlarının, aktif destek verilerek ülkeye egemen olmasına yardımcı olmayı doğru bulduklarını da ifade edebilmektedirler.
Tevhidi imana sahip Müslüman öncü şahsiyetler, davetine icabet etmiş olan arkadaşlarını ve davetinin muhatabı olan kitleleri, cezaevinin mahkûmiyet şartlarını veri kabul edip, bu şartlarda “gardiyanların daha iyisini” seçmeye mi davet etmeli, ya da kendisi de gardiyanlığa talip mi olmalı? Yoksa tevhidî ilkeleri ve Rasûlün (s) güzel örnekliği çerçevesinde cezaevini yıkıp toplumu kula kulluktan, gardiyanların mahkûmu olmaktan kurtarıp Allah’a kullukla özgürleşen âdil bir zemine taşımaya ve bu bağlamda âdil İslamî toplumu ve yönetimi inşa etmeye mi çalışmalıdır?
Egemen bâtıl rejimlerin demokrasi adı altında sunduğu “gardiyanını seçme özgürlüğü”nü kullanarak bu tür seçim süreçlerine katılanlar, cahiliyenin zindanından çıkma hedefini kaybederler. Gardiyanını seçme süreçlerine katılanlar, zindandan asla çıkamazlar. Çünkü hep görece daha iyi gardiyan beklentisi ve arayışı içinde, giderek zindanı daha çok kanıksarlar. Bu sebeple tüm çabalarının sonucunda sadece aynı zindan içinde görece bazı rahatlıklara kavuşabilirler. Nitekim son dönemde Türkiye’de İslami kesimler zaviyesinden bu durum birebir yaşanmıştır.
Ufku sistem dışına ulaşamayanlar, sistemi aşan bir gelecek tasavvuruna sahip olmayanlar, yani ufku gardiyanın en iyisini seçmekle sınırlı olanlar, zindanda olduklarını ve bu kuşatmayı aşmak gerektiği perspektifini yakalayamazlar. Hatta bazen bu kuşatmayı aşmak adı altında bile, “zindandayız ve gardiyanın en iyisini seçmek mecburiyetindeyiz, başka çaremiz yok” misali çaresizlikler üreterek “ehven-i şer fıkhı” oluşturmakla oyalanırlar. Gardiyanını seçme imkânını özgürlük sanıp en iyi gardiyanı seçme girdabına kapılanlar, yaşadıkları kuşatmayı gerçekten aşacak, zindan duvarlarını yıkacak inkılapçı bir zihne ve iradeye sahip olmayanlardır. Bu kuşatılmışlığa ve zindanlara razı olmuş, işgal altındaki özgür olmayan zihinler, özgün, inkılapçı, dönüştürücü, inşa edici düşünceler, fikirler, projeler üretemezler. Hep bâtıl sistem (zindan) içinde daha iyisini arar dururlar. İnsanların önündeki tercih masasına egemenlerin koydukları ya da bu masaya gelmesine izin verdikleri tercihlerden birisini seçmeye razı olmak, sistemi değiştirecek olan asıl tercihi devre dışı bırakmaktır ve bu büyük bir zillettir.
Egemen rejimlerin kuşatması altında izin verilen gardiyanlardan birisini seçme imkânını özgürlük sananlar ya da bu süreçlere katılanlar, sonuçta hüküm ve hâkimiyetin, emretme yetkisinin ve nihai anlamda kanun koyma hakkının sadece Allah’a ait olduğu sahici hürriyet ve adalete kavuşamazlar. Hatta bu gerçek özgürlük düşüncesini bile zamanla yitirip zindan şartlarını kanıksayarak yozlaşırlar.
On yıllar geçiyor ama bu yanlış yollarda ilke, irade, bağımsızlık ve direniş ruhunu kaybedip kirlenen Müslümanlar; daha zalim gardiyan yerine zulmü daha az olan gardiyanı seçme dışında bir alternatif de üretemiyorlar. On yıllardır Kur’an okumalarına rağmen, sadece Kur’an ve Sünnet eksenli bir duruş ve davette istikrarlı olmayı, istikamet üzere kalmayı başaramadıkları ve kitleleri sadece vahye davetle yetinmeyip sistem içi siyasete de çağırdıkları için, davetin muhatabı kitlelere güzel bir ufuk, doğru bir istikamet ve sahih bir model de sunamıyorlar.
Zihinleri kirlenmiş Müslümanlar, sistem içi değişimle kendisini yenileyip yeniden üreten egemen şirk statükosu, statükonun “şirk dini” içinde daha fazla İslami unsura yer verdikçe, bâtıl statüko dininden ve statükonun giderek daha fazla İslami söylemler kullanan liderinden razı hale gelivermektedirler. Egemen statüko ve statükonun dini adına bazı beklentilerine cevap verildiğinde, görece olumlu imkânlar sağlandığında bu kesimlerin sisteme entegrasyonu kolayca sağlanabilmektedir. Zihinsel işgalin varlığı, statüko dininin kabulünü kolaylaştırıcı bir etki yapmaktadır. Müslüman zihin, kültürel işgalden ve demokratik-seküler düşünmekten kurtulup Müslümanca düşünme imkânına ve bağımsızlığına kavuşmadıkça, asla özgün İslami düşünce, fikir ve model üretemeyecektir. Zindan duvarları içindeki “görece iyi” arayışlarıyla oyalanıp yerel ve küresel sistemin sınırlarını, duvarlarını aşan bir gelecek tasavvurunu üretmesi de mümkün olmamaktadır, olmayacaktır.
Bu sebeple bir Müslüman neden hiçbir şartta ve asla gardiyanlardan birini seçme zilletine razı olmamalıdır. Müslümana yakışan gardiyanlardan gardiyan seçmek değil, vahiyle inşa olan zihniyle zindan duvarlarını aşacak bir mücadeleyle, cezaevi duvarlarını, bâtıl sistemin kuşatma setlerini yıkıp içinde yaşadığı toplumlarda Kur’anî bir inkılâbı gerçekleştirmeye tâlip olmaktır.
Vahiyle Arınıp İnşa Olmuş Özgür ve Bağımsız Zihinler, Bedenlerini Kuşatan Zindan Duvarları Arasında Bile Özgün Düşünce ve Projeler Üretebilirler
Halbuki, özgürleşmiş, egemen sistemden bağımsız düşünebilen zihinler, fizikî olarak ve bedenen zindana hapsedilseler ya da çok boyutlu baskı ve yasaklarla kuşatılmış olsalar bile, hür olan zihnin çabalarıyla zihnî planda inkılaplar yaşayıp özgün düşünceler üretebilirler. Hatta bu hür zihnin fizikî zindanda üretilen özgün ürünleriyle, bedenen özgür olan zindan dışındaki başkalarının da düşünsel, imânî zindanlardan kurtulup özgürleşmesine katkı sunabilirler. Yani bedeni zindanlarda olan özgür zihinler, zindan duvarlarının engel olamadığı zihnî özgürlük alanlarında fıtratla vahyi bütünleştirip, Allah’a teslim olarak izzete kavuşurlar, sonuçta da, karşıtına sığınarak var olma zilletine sürüklenmeden, egemen cahiliyeden bağımsız, özgün düşünce ve projeler üretebilirler.Bu sebeple yapılması gereken ilk iş; coğrafî işgallerden önce zihnî işgalleri sonlandırmaktır. Bedenlerimizi zindanlardan ve fizikî alanlarımızı kuşatmalardan kurtarmadan önce, zihinlerimizi kuşatma ve zindanlardan kurtarmaktır. Sonuçta da Müslüman zihinleri özgürleştirmek ve bağımsız, özgün düşünme imkânına kavuşturmaktır.
Nitekim, Peygamberlerin (s) insanlara ulaştırdıkları ilahi vahiy de, öncelikle fıtratla bütünleşip ruhları, zihinleri cahiliye zindanlarından ve kuşatmasından kurtarıp özgürlüğüne ve bağımsızlığına kavuşturmuştur. Ondan sonra da hür zihinli Müslümanlar bedenlerini kuşatan cahiliyeye karşı bağımsız ve özgün bir mücadeleyi sürdürmüşlerdir. İşte bu hür zihin sahibi mü’minler, ürettikleri alternatif özgün yapı, model ve faaliyetlerle İslamî/tevhidî davet ve şahitlik sorumluluklarını yerine getirerek, cahiliye toplumunu tevhidî istikamette dönüştürecek bir örneklik oluşturmuşlardır. Asla cahiliye inancına, kavram ve modellerine sığınarak var olmaya çalışmamışlar, Hak-bâtıl karışımı yöntemlere başvurmamışlardır. En zor şartlar altında bulunsalar da, geçici de olsa asla pragmatizme yönelmemişler, bâtılın kavram ve modellerini ödünç almaya kalkışmamışlar, cahiliyenin daha az zararlısını da tercih etmemişlerdir.
İşgalden Tam Kurtulamayan ve Sadece Vahiyle Bakmayı Başaramayan Zihinler, Mağlubiyet Psikolojisiyle Bâtıl Kavram ve Modellere Sığınma İhtiyacı Duyarlar
Bugün, maalesef çoğunluk Müslüman zihinler, Allah’a tam anlamıyla teslimiyeti gerçekleştirerek zihnî özgürlüğe ve bağımsızlığa yeteri kadar ulaşamadıkları için olsa gerek; yenilmişlik, mağlubiyet, güçsüzlük ve çaresizlik psikolojisiyle, karşıtına sığınarak, onların kavram ve modellerini ödünç alarak ya da kötünün daha az zararlısını tercih ederek var olmaya çalışıyorlar. Bu sığınmacı yaklaşımla, “demokratik” zihniyetin etkisi altında “hâkimiyetin Allah’a değil halka ait olduğu” tartışmasını açabiliyor, “hükmün Allah’a değil ümmete ait olduğu” iddiasını bile gündemleştirebiliyorlar. Hâlbuki “Allah ve Rasûlü bir iş hakkında hüküm verdiklerinde”, bütün mü’min kadın ve erkekler ittifak etseler bile farklı bir tercih yapma özgürlüğüne sahip olamazlar.
Ahzab Suresi: 33/36 -“Allah ve Rasûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda (farklı) tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.”
O halde nasıl olur da “hüküm ümmetindir” denebilir? Mağlubiyet psikolojisi ve demokrasi karşısında duyulan kompleksten kurtulup vahiyle ve Rasûlün güzel örnekliğiyle bakıldığında ise, ancak “Hüküm ve hâkimiyet Allah’ın, ancak bu hükümler çerçevesinde kalarak yönetmek ise ümmetindir” denebilir. Eğer egemen olan küresel ve yerel sistem İslam, egemen düşünsel paradigma da İslamî olsaydı, bugün modern paradigmanın egemenliği altında mağlubiyet psikolojisiyle bu tartışmaları ısrarla gündeme getiren Müslümanlar, o zaman da bunu yaparlar mıydı? Asla yapmazlardı, hatta akıllarına bile gelmezdi.
O halde bütün mesele, modern paradigmanın ürettiği kavram, değer ve modellerin küresel bir egemenliği temsil ediyor olmasından ve Müslüman düşünürlerin çoğunun da, modern paradigmanın işgaliyle zihinlerine yerleşmiş cahiliye kalıplarını, düşünsel kodlarını tam anlamıyla aşma cehdini gösterememesinden kaynaklanmaktadır. Yani Küresel egemenlik seküler paradigmaya ve onun “demokrasi” modeline ait olunca, bunun karşısında komplekse kapılan kimi Müslümanlar o modele yakınlaşmak ve kendi anlayışlarına da küresel modern paradigma nezdinde “meşruiyet” kazandırmak adına bu tür yaklaşımlara başvurmakta, hatta hâşâ “Rasûlün döneminin en demokratik dönem olduğunu” iddia edecek kadar da ileri gidebilmektedirler. Görülen odur ki, Kur’an okuyan ve Kur’an’a davet edenlerin bile, kısmî de olsa bu alandaki kuşatma ve esareti hâlâ aşamamaları, zihnî özgürleşmeyi tam anlamıyla sağlayamamaları ve bu sebeple sadece vahiy eksenli düşünmeyi başaramamış olmaları hâli, bir türlü sistem dışı özgün ve özgür düşünmelerine fırsat vermemektedir.
Bundan dolayı, tevhidî uyanış süreci öbeklerinin ve öncülerinin önemli kısmı, kendilerini modern paradigmanın bâtıl kavram ve modellerine nispet etmeden tanımlayamıyor ya da modern kavram ve modelleri ödünç yahut da peşin alıp kullanmadan düşünce ve siyaset üretemiyorlar. Kimisi “Sosyalist İslamcı”, kimisi “Liberal İslamcı”, kimileri de “Müslüman Demokrat” vb. adlandırmalarla kendilerini tanımlamak zilletinden kurtulamıyorlar. Kimileri de, “başka çaremiz yok ehven-i şerri tercih etmek zorundayız” gibi yaklaşımlarla sistem içi politikaların arkasında savrulmaktan öte bir örneklik oluşturamıyorlar. Sonuçta da özgün düşünce ve gelecek tasavvurları üretemiyorlar.
Bu tür zihnî kuşatma ve zindanlarda olanlar, vahye dayalı kendi özgün kavram model ve projelerini üretecek yerde, “çaresiziz”, “kendi kavram ve modellerimizi geliştirememişiz”, bu sebeple“demokrasiden başka çare yok”, “ne yapalım denize düşen yılana sarılır” misali mağlubiyet psikolojisi ürünü basit ve sığ söylemlerle Müslümanları bâtıla teslimiyete çağırıyorlar. Çünkü zihinleri hür olmayanların, ödünç kavramlarla özgün düşünceler ve modeller üretmeleri mümkün olamamaktadır.
Bu sebeple, bâtılı tasfiye için indirilmiş bulunan Hakk’ı ikame etmekle görevli olanlar, geçici olduğunu, ödünç olduğunu ekleyerek de olsa bâtıl kavram ve modellere sığınıyorlar ve sonuçta davetin muhataplarını da bâtılın daha az kötüsünü, kötünün daha az zararlısını tercihe çağırıyorlar. Bu karşıtına sığınarak var olma çabası, zihnî zindanlara hapsolmuş, zihinlerindeki modern cahili kuşatmayı tam anlamıyla aşamamış olanların aczinden ve çaresizliğinden başka neyle izah edilebilir?
İşte Müslümanlar öncelikle bu kuşatma ve zindanı aşıp zihinsel esaretten kurtularak zihnî özgürlüğünü kazanmalı, Kur’an ve Sünnet eksenli sahih İslam’a teslim olup vahye şahitliklerini hakkıyla yapmalıdırlar. Aksi takdirde, bâtıl kavram ve modelleri benimseyerek ya da ödünç veya peşin olarak alıp kullanarak, vahye ve Hakk’a şahitlik yapılamaz. Bâtılın karşısında böyle edilgen bir zihinle yer alarak özgün hedeflere ulaşılamaz. Kültürel sömürge olmuş esaret altındaki zihinlerle ve kuşatılmış bir ruh hali ile asla bâtıl zâil edilip Hak ikame edilemez.
Bahsettiğimiz zihnî kuşatmanın etkisiyle ve zihinsel zindanlarda bulunmanın sonucunda başka türlü düşünememe konumuna sürüklenen kimi Müslümanlar, İslami ölçülere aykırılığı sebebiyle demokrasiyi reddettiğinizi ifade ettiğinizde, hemen “o halde siz monarşi ve despotizmden yanasınız” suçlamasıyla karşınıza dikiliveriyorlar. İşte bunun sebebi, zihinleri kuşatmış modern paradigmanın zindanından çıkamamaktır. Egemen seküler paradigmanın kodları, sınırları içinde düşünmeye alışmış zihinler, bu kalıpları aşarak özgün düşünememekte ve siz o paradigmanın bütününe karşı olmanın gereği olarak “demokrasi”ye de karşı olduğunuzu söylediğinizde, onlar aynı paradigmanın sınırları içindeki karşıt başka bir modelle sizi örtüştürmekten başka çıkış bulamamaktadırlar. Modern paradigmanın hudutları içinde sınırlanmış düşünce kodları içinde ya demokrasiden yana olursunuz yahut da monarşi ve despotizmden yana! Halbuki, vahiyle inşa olup Allah’a teslim olmuş hür zihinler, bu kuşatmaları aşarak, modern paradigmanın kodlarından sıyrılıp onun düşünsel kalıplarını parçalayarak bağımsız düşünmeyi başarabilir ve ilahi vahyin belirleyiciliğinde bâtılın “demokrasiden monarşiye” bütün versiyonlarını da reddederek, vahye dayalı özgün adalet sistemini gündemleştirebilirler.
Bu sebeple modern paradigmanın zindanındaki zihinlerle düşünenler, ya solcu, ya liberal ya da demokrat olmak zorunda olduklarına inanıp, bu tür bâtıl modellerle sentez arayışlarına girerek kendilerini tanımlamaya, tanıtmaya ve var olmaya çalışıyorlar. En iyileri ise, ödünç almak suretiyle ya da çaresizlik ve zaruret iddiasıyla, geçici olarak kötünün daha az zararlısını tercih ettiklerini beyan edip karşıtlarına sığınarak var olmaya çalışıyorlar.
Zihinsel Esaretten Kurtulamayanlar, Egemen Statükonun Payandalığını Yapmakta ve “Statüko Dini”nin Oluşumuna Katkı Sunmaktadır
Zihnî işgal ve esaretten tam kurtulamayan birçok bilgi sahibi, kendileri için “Müslüman âlim, aydın” nitelemesi yapılan şahsiyetler, özgün İslami bir bakış açısı ve gelecek tasavvuruna sahip olamadıkları için, “Yeni Türkiye” adıyla oluşturulan “Yeni Statüko”nun siyasi liderini, “İslam’ın, laiklik ve demokrasiyle uzlaştığı” iftira ve iddiasıyla İslam’ı tahrif eden açıklamalarına rağmen destekliyorlar. İslam’ı açıkça ve sürekli tahrif eden açıklamalarına rağmen herhangi bir itiraz ve eleştiride bulunmadıkları gibi, tam tersine onu “İslam’ın ve ümmetin lideri ve umudu olan mü’min-muvahhid bir şahsiyet” olarak ilan edip sahiplenerek peşinden sürükleniyorlar. Hatta onun kitleleri Allah’ın adıyla aldatıp “Yeni Türkiye” adlı “Yeni Satüko”suna eklemleyecek uygun bir “Statüko Dini” oluşturmasına yardımcı oluyorlar. İslam’ın iman dairesi içinde kalarak aynı zamanda laik-demokrat model içinde hükmetme makamında olunabileceği ve bu makamlarda şirkle hükmetmeye rağmen mü’min kalınabileceği anlayışı üretilip yaygınlaştırıyorlar. Böylece bu pozisyonda bulunup Allah’ın hükmü yerine hevâya göre hükmeden siyasi kadroya ve bunların bâtıl sistem içi laik-demokratik siyasetine “teolojik” alt yapı ve destek hazırlamaya çabalıyorlar.
Bu bağlamda, laik bir partiye ve onun hazırladığı laik anayasaya oy vermenin, bu liderin laik demokratik politikalarına destek olmanın “farz olduğunu”, “ibadet, takva ve Allah’a teslimiyet olduğunu”, hatta “umrede olanların bile dönüp oyunu kullanması gerektiğini, çünkü (laik kemalist özü korunarak) şirk anayasasında yapılan kısmi değişikliğe oy vermenin umreden daha efdal olduğunu” söyleyecek kadar ileri gidebiliyorlar. (Üstelik o anaysa değişikliği, bugün FETÖ denilen darbeci yapının ülkedeki gücünü arttırarak vesayetini pekiştiren bir rol oynamıştı.) Laik demokratik siyasi iktidarı halk nezdinde meşrulaştırmak için, Allah’ın yasakladığı şirk dinine ait amelleri “farz” ilan eden, Allah’ın meşru saymadığı amelleri “ibadet” sayan yaklaşımlar üreterek “yeni statükonun dini”ne katkı sunuyorlar.
Laik ve demokrat olmaya devam eden “Yeni Statüko”nun lideri İslamî muhtevalı konuşmalar yaptığında, kendi konumunu tanımlarken Kur’an ayetleri okuduğunda, kendi laik iktidarının çizgisini “1400 yıllık geçmişe dayandırdığında”, “İslam’ın ne olup ne olmadığını, nasıl anlaşılması gerektiğini” belirlemeye kalkıştığında, kendi laik demokratik siyaset çizgisi ile neo-liberal ve neo-kemalist politikalarının “İslam’a uygun olduğunu”, atılan füzelerin üzerine “kemalizme teslim olun” diye yazacak kadar “ulusalcı, seküler ve İslam karşıtı bir konumda bulunan laik-kemalist ordunun İslam’ın son ordusu olduğunu” iddia ettiğinde, laik-demokratik politik duruş ve çizgisiyle “kendilerinin sırat-ı müstakim üzere olduğunu ve kendilerinden ayrılanların ise sırat-ı müstakimden saptıklarını”, “laiklikle İslam’ın bağdaştığını” iddia edecek, “1400 yıl önceki hükümlerin bugün geçerli olamayacağını ve İslam’ın güncellenmesi gerektiğini” söyleyebilecek kadar ölçüyü kaçırıp bu suretle İslam’ı da tahrif etmeye cüret ettiğinde, çoğunluk Müslümanlar susarak ya da memnun olarak onaylamış oluyorlar.
“İslam âlimi, aydını, yazarı ve İslamî camianın kanaat ve cemaat önderi” olarak tanınanların, bütün bu tahrifatların karşısında üzülüp tepki göstererek itiraz etmeleri ve “laik devletin laiklikle hükmeden yöneticisi, kamu alanına İslam’ı ve Kur’an’ı sokmayan ve üstelik bunun doğru olduğuna inanıp diğer bölge ülkelerine de teklif eden siyasi lideri olarak haddini bilmelisin ve dinimiz İslam’ı kullanmaya ve tahrif etmeye kalkışmamalısın, buna hakkın yok” diye karşı çıkmaları gerekirken, büyük çoğunlukla memnun olduklarını ve sessiz kalarak ya da tasvip eden açıklamalar yaparak destekçi olduklarını ibretle gözlemliyoruz.
Birçok ilahiyatçı akademisyen, İslami uyanışta öncü sayılan şahsiyet ve bazı Diyanet İşleri Başkanları da, “Yeni Türkiye” olarak tanımlanan ve laik-kemalist vasfı devam eden “Yeni Statükonun” halka benimsetilmesi için gerekli olan “teolojik” desteği vermek sadedinde eklektik fikirler üretmektedirler. Bu anlamda, “Kur’an’daki ilkelerin evrensel, hükümlerin ise tarihsel olduğunu ve 1400 yıl önceki hükümlerin çağın ihtiyacına göre değişebileceğini” iddia ve iftira eden tarihselci bir yaklaşımla “laikliğin İslam ile uyuştuğunu”, “devletin dininin olamayacağını”, “devletin güneş gibi olması ve bütün dinlere eşit uzaklıkta durması gerektiğini”, “rejimi ne olursa olsun devletin dininin adalet olduğunu”, “rejimi gayri İslami ve yöneticisi de gayri müslim bile olsa âdil devletin mü’min devlet olacağını”, “siyaset alanı ile akidenin karıştırılmaması gerektiğini” iddia eden birçok tahrifatı da bizzat kendileri yapmaktadırlar.
Bunlara ilave olarak daha pek çok örnek verilebilir, mesela”siyasi liderlerin anıtkabirde tazimde bulunmalarının ‘değer eksenli siyasetle reel siyaset arasında oluşturduğu çelişki’yi izah ve normalleştirmek gayesiyle, anıtkabirdeki tazime, (konuyla tamamen alakasız biçimde)içinde putlar varken Rasûlün Kâbe’ye doğru namaz kılması örneğinin verilmesi” gibi birçok saptırıcı yorumla mevcut laik demokratik yönetimi meşrulaştırarak kitleleri aldatacak olan “statüko dinine” katkı sunmaktadırlar. (Bu tür savrulmalara ve laik demokratik bir partiye destekçi olmaya, meşruiyet kazandırmaya dair onlarca somut örneğe, Ma’ruf Yayınlarından çıkmış olan “Tağutu Reddetmek ve Laik Partileşme Sınavı” ile “İzzeti Yanlış Yerde Aramak” kitaplarımızda ve Allah ömür verirse yayına hazırlamakta olduğumuz “Müslümanların Demokrasiyle İmtihanı” adını vermeyi düşündüğümüz kitabımızda yer vermiş bulunmaktayız. Daha geniş bilgi ve belgeye ulaşmak isteyenler bu kitaplara bakabilirler.).
Tevhidî uyanış sürecinden gelen birçok İslami grup topluca imza attıkları gazete ilanları ve basın bildirileri yayınlayarak, gazetelerdeki köşelerinde yazarak, TV ekranlarında konuşarak bu minvalde açıklamalar yapmaktan çekinmiyorlar. Davetin muhataplarını sadece Kur’an’a davet etmek yerine ilaveten şirk sistemi içindeki laik partilerden birisine de davet etmekten ve üstelik herkesin bu konuda tarafını belli etmesi gerektiğini de vurgulayarak ifade etmekten çekinmemektedirler. Bu tür çabaların sürekliliği içinde hep birlikte, “milliyetçilik, kemalizm, laiklik ve demokrasiyle” uzlaştırılan “Yeni Statükonun Dini” “Yerli, Milli İslam” algısının oluşup yaygınlaşmasına katkı sunmuş, sonuçta da bu yeni statükonun ve statüko dininin oluşumuna bir kısmı kimi maslahatlar adına amelelik, bir kısmı da açıkça Samirilik yapma konumuna sürüklenmiş bulunuyorlar.
Tabii ki bu yüzden, yeni statükonun lideri, en tepeden dayatmalarla İslam’ı belirleyici açıklamalar yapmaya devam etmekte, kendine bunca desteği verenler de dâhil olmak üzere kendi din anlayışına uymayan açıklamalar yapanlara, en sert ve aşağılayıcı eleştirilerle haddini bildirmeye cüret etmektedir. Sonuçta, herkesi statükonun din anlayışı istikametinde hizaya girmeye icbar etmekte, statüko dinine aykırılıkta ısrar edip bağımsız ve özgür kalmak isteyenleri ise soruşturmalarla, haksız tutuklamalarla baskı altına almaya çalışmaktadır. (Yöneticileri gözaltına alınıp baskıyla sindirilmeye çalışılan İLKAV, Hizbuttahrir, Furkan gibi kuruluş ve vakıflar ile operasyonlara ve kapatma kararlarına maruz bırakılan bazı medreseler bu duruma örnek olarak verilebilir).
Bütün bunlar ve hepsini buraya alamadığımız daha fazlası birlikte değerlendirildiğinde, iktidarın en tepesinden başlayıp destekçi kuruluşlara, “İslamcı” âlim, yazar ve aydınlara kadar seküler demokrasi ve laikliğin bu kadar ısrarlı, baskın ve yaygın biçimde propaganda edilmesiyle, son derece etkili bir kültürel, ideolojik propagandanın işgaline maruz kalan Müslüman zihinler söz konusudur. İşte bu baskın ve yaygın işgal ve esaretin altına giren Müslüman zihinler, önce siyasal alanda hevâya uymaya alışınca, zamanla bütün hayat alanlarında demokratikleşmekte, hevâya uymayı diğer hayat alanlarında da esas almaya başlamaktadırlar. Bu sebeple “dindarım”, “beş vakit namaz kılıyorum” diyenlerin içindeki “laiklikle bir sorunum yok” diyenlerin oranı anketlere göre %67’lere ulaşmış bulunmaktadır. Müslüman olarak tanınan kesimlerde, “laiklik, demokrasi, liberal kapitalizm, kemalizm, ulusalcılık, muhafazakârlık, tasavvuf ve Osmanlı kültürü ile İslam’dan unsurlar da barındıran” “Statükonun dini” “Yerli-Milli Ilımlı İslam” hızla yaygınlaşmaktadır. Dünyevileşme, sekülerleşme ve deizm bu kesimleri hızla kuşatmakta ve büyük, derin ve yaygın yozlaşma ve çürüme, özellikle de son on yılda had safhaya ulaşmış bulunmaktadır.
Bütün bunlara rağmen, İslamî olarak nitelenen bu kesimlerin büyük ekseriyeti “Yeni Statüko”ya ve bu “Statükonun Dini”ne destek vermeyi büyük ölçüde sürdürmektedirler.
Zihinsel esareti aşarak vahiyle arınmak suretiyle tam anlamıyla hür olmayı ve egemen sistemin sınırlarını aşan bir ufka, bir gelecek tasavvuruna sahip olmayı başaramayan zihinler, ne kadar Kur’an okurlarsa okusunlar özgün bir İslamî bakış açısına sahip olamamaktadırlar. Allah’ın “festekım kema umirte” “emrolunduğun gibi dosdoğru ol”(Hud:112) emrine ve “zalimlere meyletmeyin size ateş dokunur” (Hud: 113) uyarısına rağmen, istikameti korumak konusunda sıklıkla zaafa düşülmekte ve “zalimlere meyletmek” yaygın biçimde yaşanan acı bir gerçeklik olarak ortaya çıkmaktadır.
Bâtıl sistemin bâtıl yoldaki laik partileri ve şirkle hükmeden iktidarlarından tam bağımsız hale gelip sadece Kur’an ve Sünnet eksenli İslamî bir bakışı kazanamayanlar, tevhid dininden ziyade, onu tahrif etmeye çalışan “statüko dini”ne hizmet etme konumuna sürüklendikleri halde, hâlâ tevhid dinine hizmet ettiklerini sanmaktadırlar. Tevhidî uyanış sürecinden gelen grupların çoğunluğu maalesef bu konuma sürüklendikleri halde kendilerini doğru yolda sanmakta, istikameti her şartta korumaya çalışan az sayıdaki İslamî grubu ise “marjinallikle”, “romantik hayalcilikle”, “tağutu reddedip mağaralara çekilmekle” suçlayıp “hâlâ orada mısınız?” sorusuyla alaya almaktadırlar. İşte bu yüzden, “Tağutu Reddetmek ve Laik Partileşme Sınavı” adlı kitabımızın kapağına “evet, evet… biz hâlâ oradayız…”, “biz hâlâ tağuta tağut demeye devam ediyoruz!” cümlelerini yazmak gereği duymuştuk.
Önceden bizim gibi düşündüğü halde “sonradan değiştiğini” söyleyen ve şimdi rektörlük görevinde bulunan bir arkadaşımızın da yakın zamanda bana attığı bir mesajda tekrar ettiği gibi “marjinal kaldınız”, “yalnızlaştınız” iddialarına karşı da gerek bu arkadaşımıza verdiğimiz cevapta gerekse yıllar önce “Hak Yolda Marjinallik Şereftir” başlığıyla yazdığımız bir makalede kısaca şunu ifade etmiştik: “Elhamdülillah yalnız değiliz, Rabbimiz bizimle beraber olsun yeter. Ayrıca sizler gibi yanlış yerlerde kitlelerle birlikte olacağımıza, Allah’ın razı olacağı Hak yolda, Rasûllerin bize örneklediği nebevi yöntemde marjinal kalmaktan şeref duyarız”. “Marjinallikten bıkmak ve bir an önce kitlelerle buluşmayı arzu etmek ve böylece itibar kazanacağını zannetmek. Toplumda itibar görmek arzusunun galebe çalması sonucunda, dönüştürme iddiasıyla kendisine yönelindiği halde davete icabet etmeyen toplumun cahili değerlerine doğru savrulmak. ‘Madem onlar bizim davetimize gelmiyor, o halde biz onlara gidip kucaklaşalım ve böylece kitleleşelim’ arzusuyla, toplumun geleneksel ve modern hurafelerinde birtakım güzelliklerin varlığını keşfetme eğilimi içine girmek. İzzetin, itibarın, onurun tamamı Allah’ın yanındayken, izzeti yanlış yerde aramaktan başka bir şey değildir.”
Söz konusu makalemizde ayrıca şunları yazmıştık:”Tevhidi kesim içindeki bazı kimselerin, çeşitli nedenlerin etkisiyle, takip etmeleri gerekli uzun soluklu Peygamberi yolu, sıkıntılı ve zorlu yanları da olan vahye uygun yöntemi terk ederek kısa vadeli hesap ve çıkarların dürtüsüyle ve konjonktürel etkilerle sistem içi gayri İslami yöntemlerden medet ummaya başladıklarını ibretle gözlemlemekteyiz. Bugün artık, Batının modern paradigmasının iyice tükendiği, bu seküler paradigmanın en önemli iki üretimi olan komünist ve kapitalist sistemlerin/modellerin ardı ardına çöktüğü, çökerken de geride tam anlamıyla çürümüş, hukuki, siyasi, ekonomik, kültürel ve ahlaki yönden yozlaşmış, insani erdemler ve insanlık onuru zaviyesinden tamamen dibe vurmuş cahili toplumlar bıraktığı gerçeği çok çarpıcı bir sonuç olarak ortada durmaktadır. Buna rağmen, dünya insanlığını bu seküler bataklıktan ve zulümden kurtaracak, bu karanlıklardan aydınlığa çıkaracak tek kurtarıcı mesajı taşıyan muhteşem Kitabımız Kur’an’ı ellerinde bulunduran Müslümanların, bu çürümüş modern paradigmanın ürettiği liberalizm, laiklik ve demokrasi gibi, insanlığa onur kazandıramadıkları artık fiilen de belli olmuş, sahici boyutlarda adalet ve haklar sunamadıkları pratikte de açıkça ortaya çıkmış bulunan vahye aykırı kavram, model ve yöntemlerin peşine düşmeleri ibret verici bir durumdur. Bu çevrelerin, kurtarıcı tek alternatifi gündemleştirmekten vazgeçerek, kurtarıcı, aydınlığa çıkarıcı mesajı taşıyan Kur’an’ı terk edilmiş bırakarak, zalim küresel ve yerel seküler sisteme eklemlenme eğilimi göstermeleri gerçekten düşündürücü, şaşırtıcı ve utandırıcı bir sonuçtur.”
“İnsanlığı kurtaracak Kur’ani mesajı ısrarla gündemde tutmaları, dosdoğru bir biçimde temsil etmeleri ve onunla ahlaklanarak, vahye dayalı dürüst, ilkeli ve tutarlı bir örneklik oluşturarak şahidliğini üstlenmeleri gerekenlerin, cahili toplumun ve cahili sistemin laik partilerinin arkasına takılma eğilimi göstermeleri, üzerlerine düşen tevhidi sorumlulukları ilkeli, ısrarlı, istikrarlı ve uzun soluklu bir yürüyüşle yerine getirmek yerine umutlarını onlardan gelecek görece özgürleşmeye bağlamış olmaları, temsil ettiklerini iddia ettikleri tevhidi inançla asla bağdaştırılamayacak ciddi bir sapma ve savrulmadır.”
“İşte bu kutlu ama uzun ve zahmetli yolculukta, davet ve şahitlik yolunda, tavize yanaşmadığımız, toplumun cahili değerlerine doğru savrulup, şirk ve zulümle uzlaşarak kitlelerle birlikte olmadığımız için marjinallikle suçlanabiliriz. Bir avuç adam diye gösterilebiliriz. Ama şunu bilmek zorundayız. Bütün Peygamberler de, önce marjinaldiler. Hz. Muhammed (s)’in Safa tepesinde bir kayanın üstüne çıkıp İslam’ın ilk mitingi denilen o mitingin yapıldığı meydanda, bütün kabilelerin isimlerini sayarak gerçekleştirdiği hitabında, karşısında olanların hiçbirisi onun gibi düşünmüyordu. Yani İslam davasında tek başınaydı. Biz bugün bir mitingde konuştuğumuz zaman bizi alkışlayıp tekbirle destekleyen bir kalabalıkla muhatap oluyoruz. Allah’ın Rasûlu (s) İslam’ın ilk mitinginde, karşısındaki insanların hiçbirisinin kendisi gibi düşünmediğini bilerek konuşma yapıyordu. Müthiş bir şey bu, bütün dünya karşısında o tek başına başlıyor. Bu derece marjinal bir konumda bulunuyor. Birçok peygamber bu marjinal konumdan da çıkamadan ömrünü ve görevini tamamlayarak “marjinal” olarak Rabbine dönüyor. Çünkü toplumlar İslami ölçülere göre cahil ve zalim oldukları için, davete icabet etmedikleri gibi bir de zulmediyorlar, işkence ediyorlar, birçok peygamberi de şehit ediyorlar.”
“Bir fikir, düşünce ve duruşun taraftarlarının marjinal olması, azınlığı teşkil etmesi, onun yanlışlığının ve terk edilmesi gerektiğinin delili olarak ileri sürülemez. Aslında toplumlarda büyük değişim ve dönüşümlere sebep olan fikir ve çabalar başlangıçta hep marjinal konumda bulunmuşlardır. Toplumlara hamle yaptıran, ileriye taşıyan köklü fikir ve düşüncelerin sahipleri de hep tek kişi olarak başlamışlar ve bu büyük dönüşümün yolundaki ilk adımları da ya tek başlarına ya da birkaç kişiyle atmışlardır. Marjinallikten kurtulup bir an önce ve ilkesizce kitleleşmek, aceleyle dünyevi sonuçlar elde etmek isteyenler; dönüştürmek istedikleri toplumdan farklarını oluşturan temel ilkelerini terk ederek, değiştirmek için yola çıktıkları statükoya ve toplumun cahili değerlerine savrulmaktan kurtulamazlar. (Haksözhaber Sitesi, 28 Mart 2009).
Tevhidî uyanış süreci öbeklerinin büyük kısmı, söz konusu edilen Hak-bâtıl karşımı eklektik düşünce ve pratiklere, kitlelerin yer aldığı geleneksel ve modern cahiliyeye doğru dönüşüm geçirmeye 28 Şubat sürecinden itibaren başlamışlar, AKP döneminde ise, darbe sürecinde istikameti koruyanların da çok büyük kısmı bu savrulma sürecine dâhil olmuşlardır. Böylece sistem içi siyasete “aktif destek” vermek ve sistem içi laik demokratik siyaseti sahiplenip savunmak, ona meşruiyet kazandırıcı açıklamalar yapmak zirve yapmıştır. İşte bu büyük ve yaygın değişim ve dönüşüm maalesef hâlâ devam etmekte ve bu kesimler açısından bakıldığında neredeyse bağımsız İslami kimlikli hür ve muhalif çizgisini koruyan bir yapı kalmamış gibi görünmektedir. Sadece 15 Temmuz sonrasında “Pelikancı AKP trolleri”nin aşağılayarak “İslamcıların AKP’den temizlenmesi” gerektiğine dair açıklama yapmaları ve kendilerini “İslamcı” olarak niteleyen kesimlere saldırıları sonucunda Erdoğan’ın da “biz partiye üye arıyoruz tekkeye mürid değil” diyerek onlara sahip çıkması üzerine sarsılan kimi “İslamcılar”da kısmi bir değişim yaşanmaya başlamıştır.
Ancak bunlar da, özellikle yargıda yaşanan adaletsizlikler ve kimi yolsuzluklar bazında gelişen bazı itiraz ve eleştiriler yöneltseler de, maalesef hâlâ ilkesel bir ayrışma ve muhalefet noktasına ulaşamamışlardır. Bunlar, hâlâ Erdoğan savunuculuğunu sürdürmekte ve onun İslam’ı tahrif eden açıklamaları karşısında susmayı tercih etmekte, kimi hukuksuzluklara yönelik itiraz ve eleştiriler ise, içeriden eleştiriler niteliğinde sürdürülmektedir. Bunların bazı öncüleri AKP içinde kendi arkadaşlarına alan açılmasını ve liderlik tarafından istişarede dikkate alınmalarını beklemekte ve bunu açıkça ifade edip istemektedirler. İçeriden eleştirilerini de daha ziyade Davutoğlu ekibiyle yakın durarak sürdürmektedirler. Buna rağmen bu kesimin söz konusu eleştirel tutumunun, daha ilkeli bir ayrışma ve muhalefete doğru gitmede başlangıç olması için dua etmeliyiz. İnşaAllah bu hâlin, kendilerine ve yıllara sâri birikimlerine yakışır biçimde ilkesel bütüncül İslami bir muhalefete de dönüşmesini ve ondan sonra da bu olumlu gelişmenin diğer gruplara örnek olmasını temenni edelim. İnşaAllah bu kesimler, hiç değilse öncelikle zihinsel planda sistem içi siyaset ve iktidardan tam bağımsız ve özgür kalarak özgün İslamî bir inanç ve düşünce zeminine ve özgün bir duruşa kavuşurlar, sonra da bağımsız İslamî kimlikli bir yapı oluşturmaya doğru yönelirler.
Rasûlullah (s) ve İlk Kur’an Nesli ile Seyyid Kutub Gibi Öncüler, Yani Zihinleri Hür Olup Vahiyle Arınanlar, En Zor Şartlarda Özgün Düşünce ve Modeller Üretmişlerdir
Peygamber (s) ve ashabı ise, ekonomik ve sosyal boykotların, ambargoların, işkencede öldürmelerin yaşandığı ve bu haliyle “F Tipi” cezaevinin şartlarından çok daha ağır olan Mekke ortamında, gardiyanların görece daha iyisini tercihi bırakın, sistem içinde kalmak kaydıyla Mekke’nin en üst yöneticisi olmak imkânı sunulduğu halde, bir avuç denebilecek sayıdaki mü’minleri işkence ve katledilmekten kurtarmak maslahatı için bile bu imkânı kabul etmeyip reddettiler. Kur’an’la büyük cihadı ikame ederek illa bu sistemi değiştirmeye ya da geçici olarak, hicretle bir nevi tünel kazıp cezaevinden kurtularak, dışarıda oluşturulan yeni imkânlarla her halükârda bu cezaevi sistemini yıkmayı hedeflemiş inkılâbî bir ruhu asla terk etmediler. Cezaevi gardiyanlarından görece daha iyisini tercih yerine, bu köklü inkılâba kilitlendiler ve bu hedefe aykırı düşecek, bu temel hedeften uzaklaştıracak, bu ilkesel stratejik yürüyüşe zarar verecek konjonktürel taktiklere asla tevessül etmediler. Allah da, bu uzlaşmaz, ilkeli ve tavizsiz mücadeleleri, adanmışlık ve fedakârlıkları sebebiyle onlara vadettiği yardımını ihsan edip çabalarını bereketlendirdi ve zindan duvarlarını yıkarak onları hedeflerine ulaştırdı.
Çok daha zor şartlarda Rasûl’ün (s) ve ilk neslin kavram ve modeli var mıydı? Vahiy daha yeni inzal oluyor, siyasal kavram ve modelin temel taşları Mekke’de konsa da tamamlanması Medine’de gerçekleşiyordu. Çok daha rahat şartlardaki bugünkü Müslümanların dedikleri gibi, Rasûlullah ve arkadaşları Mekke’de “ne yapalım bizim siyasal kavram ve modellerimiz yok, zaruret sebebiyle ve geçici olarak ödünç almak suretiyle bâtılın bazı kavram ve modellerini tercih edebiliriz” dediler mi? Hayır! Tam tersine şirk sisteminin kendilerine yapacağı bütün uzlaşma tekliflerini bile akamete uğratacak şekilde en yüksek seviyeye oturttular hedef ve talep çıtalarını. “Göklerde ve yerde tek ilah ve hükümdarın Allah olduğunu”, (Zuhruf 84), “yaratmanın da, emretmenin de O’na ait olduğunu” (Araf 54), “yalnızca O’na itaat edilip O’nun şeriatıyla hükmedilmesi gerektiğini” (Casiye 18) ve “hevânın hakimiyetine, ilahlığına son verilmesi icap ettiğini”(Casiye 23), açıkça söylediler ve bundan asla taviz vermediler.
Şûra Sûresi 21. ayetteki hüküm gereğince, “Allah’ın dinde izin vermediklerini şeriat/yasa yapan otoriteleri ve onların ilahlığını asla kabul etmeyeceklerini” açıkça haykırıp en zor şartlarda bile tavize yanaşmadılar. Talep ve hedef çıtasını asla daha aşağıya indirmediler. Egemen statüko ve statükonun dini ile entegrasyona, uzlaşmaya asla ve hiçbir maslahatla yanaşmadılar. Ancak Allah’ın hükmüyle hükmedilmesi gerektiğine dair talep ve hedeflerini sürekli diri bir biçimde gündemde tuttular. İşte en üst seviyeye konulmuş olan bu çıtanın altındaki bütün tavizler ve uzlaşma teklifleri reddedildi. Bâtılla uzlaşmadan ve bâtıla tâbi olmadan, bağımsız ve hür zihinleriyle özgün bir ahlak ve alternatif bir yapı ortaya koydular. Başka düşünce ve modellerin peşinden gitmek yerine vahye dayalı özgün düşünce ve amellerle güzel örneklik oluşturup tüm insanlığı kurtaracak bir model oluşturdular.
Vahyin ilk şahidi olan Rasûlullah’ın (s) önderliğindeki ilk neslin bu güzel örnekliğini İslamî mücadele stratejisi olarak esas alıp “Nebevi Yöntem”de ısrar eden Müslümanlar bugün “romantik hayalcilikle” nitelenip dışlanmaktadırlar. Tevhidî uyanış süreci öncülerinden olup “Cezaevi şartlarında daha iyi gardiyanı seçmek durumundayız, demokrasiden başka yol mu var?” diyen ve “tertil fıkhı” gereğince “reel siyaseti” dikkate alan bir yol takip etmek gerektiği mealinde yazılar yazan bir arkadaş bu konuda şu satırları yazabilmiştir; “Ulusal ve küresel cahili sistemleri aşmak noktasında realitemize uymayan veya realitemizi okuyamayan romantik yaklaşımların ve mücadeleci hayallerin sorunlarıyla da karşı karşıyayız. Sünnetullahı gözetmeyen bu tür hayallerin oluşturduğu beklenti ve çabalar süreç içinde bedbinlik, çaresizlik, çözülme ve kadercilik yanlışına evriliyor.”
Bu arkadaşımıza şunu sormak isteriz; yukarıda kısmen bahsettiğimiz Rasûlullah (s) ve ilk Kur’an neslinin içinde bulundukları çok daha zor şartlardaki iddialarını, hedeflerini, taleplerini, takip ettikleri tavizsiz ve uzlaşma kabul etmez tutumu, yöntemi, romantik ve hayalci mi buluyorsunuz? Onlar bizden çok daha ileri derecede kuşatılmışlık içinde, neredeyse nefes bile alamayacak derecede zorlanmış oldukları halde, egemenlerin, devletin en başında olmaya ve uzlaşarak sistem içinde bazı imkânları elde etmeye dair tekliflerini kabul etmemekle, kendilerini kuşatıp yok etmek isteyen sistemi, sizin ifadenizle “aşmak noktasında realiteye uymayan veya realiteyi okuyamayan romantik yaklaşımların ve mücadeleci hayallerin” peşine mi takılmışlardı? Bu onurlu ve ilkeli tutumu, bugün ilkesel olarak takip etmekten yana olan Müslümanları, hangi ölçüye dayanarak romantizm ve hayalcilikle suçlayabiliyorsunuz? Sistemin laik, liberal-kapitalist ve muhafazakâr-demokrat bir partisinin peşine takılıp “aktif destek” vermekle, “realiteyi okuyan ve reel siyaseti dikkate alan” yaklaşımlarla laik sistemin siyaset alanında nasıl bir kirlenmenin ve ne büyük bir yozlaşmanın yaşanmasına katkıda bulunmuş olduğunuzu fark etmiyor musunuz?
Zihinleri egemen cahiliye kültürünün sınırlarını tam olarak aşıp salt vahyin ölçüleri ve Rasûlün güzel örnekliği ile hayata ve mücadeleye bakamadığı için pragmatizmin çürütücü etkisinden kurtulamayan şahsiyetler, Rasûlün ve ilk neslin, en zor şartlarda takip ettikleri ve bize miras bıraktıkları yolu-yöntemi romantik ve hayalî bulabilirler. Hâlbuki, zihinleri, cahiliyenin işgal ve zindanlarından kurtulanlar, hür zihinleriyle Allah’a teslim olduklarında, bedenleri sistemin zindanlarında bile olsa, Şehid Seyyid Kutub misali “Yoldaki İşaretleri” fark edebilir, fizikî zindanlarda bile vahye dayalı özgün düşünce ve projeler üretebilirler. Üstelik bu düşünce ve projelerini, bütün dünya Müslümanlarını etkileyecek bir etkinlikte gündem yapabilirler. Bedenlerimiz kuşatma altında olabilir, yeter ki, zihinlerimiz ve kalplerimiz Rabbiyle rabıta ve Kur’an’la buluşma halinde olsun, en büyük özgürlük, bağımsızlık budur.
Merhum şehidimiz Seyyid Kutub ülkedeki kuşatmadan da öte, zalim egemenlerin en şiddetli işkenceler yaptıkları zindanlarında, tek kişilik hücrelerinde kapalı tutuldu. Ama o Rabbiyle bağını kurup vahiyle inşa olmuş hür bir zihinle ürettiği Kur’anî düşünce ve projeleriyle ülke sınırlarını aşıp dünyanın her yanındaki insanlara kurtarıcı mesajı ulaştırmayı başarabildi. Şehadeti göze alan ilkeli bir uzlaşmazlık ve tavizsizlik sergilediği için… Yoksa o da bugünkü bazı Müslümanların dediği gibi “realiteye uymayan veya realiteyi okuyamayan romantik bir yaklaşım” sergilemiş olmakla mı nitelendirilecektir?
Katil diktatör Nasır, sadece özür dilemesi halinde affedileceğini bildirmişti. Şehidimiz ise şu onurlu cevabı vermişti:”Eğer Allah’ın kanunu ile mahkûm edilmişsem ben Hakk’ın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkum olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem. Allah’a şükürler olsun ki on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım. Ben Allah yolunda yaptığım iş için asla özür dilemem. Namazda Allah’ın birliğine şehadet eden parmağım asla bir tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır”. İşte o, bu onurlu, ilkeli duruşu ve Hak yoldaki tavizsizliğiyle temsil ettiği Hak mesajı, zindan duvarları dışındaki, hatta başka ülkelerdeki on binlerce insana ulaştırdı. Şehadetinden onlarca yıl sonra bile birçok insanın (ki bunlardan birisi de benim) hidayetine vesile olacak bir İslami birikim bıraktı arkasında.
O, bugünkü Müslümanların çok daha olumlu şartlarda kolayca verdikleri tavizlerin binde birini yaşadığı daha zor şartlarda verseydi canını kurtarabilirdi. Ama o zaman da taşıdığı mesajın, göze aldığı şehadetle Allah’ın bereketlendirdiği insanlar üzerindeki tesiri bu kadar güçlü olmazdı. Bugün zihinsel zindanları aşıp özgürleşemeyen, bağımsız düşünemeyen ve bu yüzden de eklektik ve sığınmacı düşünceler içinde oyalanan Müslümanlardan binlercesinin toplu etkisi bile merhum şehidimizin tek başına yaptığı etkinin seviyesine ulaşamamaktadır.
İnsanlığa Şahid/Model Oluşturacak Müslüman Zihnin İnşası, Geleneksel ve Modern Cahiliyenin İşgalinden Kurtulması ve Vahiyle Arınıp Özgürleşmesiyle Mümkündür
Rasûlullah (s), bizim için model/örnek olma anlamındaki vahye şahidliğini, son derece açık ve tavizsiz biçimde Hakk’ın hâkimiyeti mücadelesiyle ortaya koyduğu halde, bizler üzerimize yüklenmiş olan aynı şahidlik görevini, diğer insanlara model/örnek olma sorumluluğumuzu (Hac: 78, Bakara: 143), davetimizin muhataplarının bâtıl kavram ve modellerini ödünç alarak yapabilir miyiz? Ödünç de alınsa, geçici de olsa bâtılın demokrasi vb. kavram ve modelleriyle kendimizi tanımlayarak ve Hak mesajı bunlarla kirleterek vahyin şahidi olma sorumluğumuzu yerine getirmiş olabilir miyiz? Bu yanlış tercih, davetimizin muhatabı olan laiklere, demokratlara, sekülerlere model/örnek ve şahid olmak yerine onları bizim üzerimize model/şahid olarak kabul etmek, onları İslam’a doğru dönüştürmek yerine onların bâtıl düşüncelerine ve hayat tarzlarına doğru dönüşmek anlamına gelmeyecek mi? Rabbimizin üzerimize yüklemiş olduğu onlar üzerine model/şahid olmak, vahyin şahidliğini yaparak onların da “kendilerini kurtuluşa götürecek, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak Hak mesaj ile buluşmalarına vesile olmak” sorumluluğumuza ihanet anlamına gelmeyecek mi? Böylesine büyük vebali içeren bâtıl bir tercih, henüz vahyin yeni inzal olduğu Mekke’de bile ileri sürülmeyen gerekçeler ileri sürerek, bugün “dinin tamamlandığı, kavramlarımızın ve modelimizin ilkesel boyutu Mekke-Medine sürecinde tamamlanıp ete kemiğe büründürülerek ortaya konmuş olduğu halde, çaresizlik ya da modelimizin olmadığı gibi gerekçelerle meşrulaştırılabilir mi?
Bilinmelidir ki, zihinleri kuşatma altında olanlar, ruhları zindanda bulunanlar, bu kuşatma ve zindanları aşmadıkça, fıtrat ve vahyi bütünleştirmedikçe, vahye uygun düşünce ve özgün modeller üretemezler. Hatta var olan İslamî modeli bile fark edemeyip aradıklarının demokraside olduğu zannına kapılabilirler.
Bu sebeple, zihni özgürleşmemiş olanlar “şûrâ’nın Arapça bir kavram olduğunu ve bu Arapça kavramı kullanmak yerine demokrasiyi kullandıklarını” iddia edebilirler. Aslında İslam dinine muhalif olan felsefî, ideolojik boyutu ile bir hayat tarzı ve bâtıl bir din durumundaki demokrasiyi “şûrâ” karşılığı olarak kullandığını iddia edecek kadar şaşkın konuma düşebilirler. Hâlbuki İslamî “şûrâ”nın karşılığı olsa olsa parlamento olabilir. Bu sebeple, tevhid ve şirk dinlerinin karar ve yasa yapma mercileri olarak ancak İslamî şûrâ ve demokratik parlamento birbirinin muadili kabul edilip mukayese edilebilir. Üstelik her ikisinin aralarında bile temel akidevî farklılıklar olduğu açık bir vakıadır.
Bu sebeple, modern seküler paradigmanın işgali altındaki zihinler, bu paradigmanın küresel hâkimiyeti karşısında içine sürüklendikleri mağlubiyet ve çaresizlik psikolojisi ile aynı paradigmanın sol, sağ-muhafazakâr, liberal ve demokrat modellerini peşin ya da ödünç alarak siyaset yapmayı gündemleştiriyorlar. Hür zihinler ise, her şart altında Hakk’ı bâtılla gölgelemeden ve bâtılla karıştırmadan, açık-net bir temsille ve özgün Hak kavramlarla ortaya koyup bâtılın bütün versiyonlarını zâil etmeyi hedef alırlar.
Müslümanlar, mevcut şirk sisteminin şirke dayalı kuralları ve ifsadı esas alan kırmızıçizgileri çerçevesindeki sistem içi değişime ve zulümatın görece özgürlükçü gri tonlarına aktif destekle taraf olmak yerine, bütün enerji ve potansiyellerini, vahyin ve Sünnetin belirleyiciliğindeki tevhidi mücadele stratejisi istikametinde Kur’an ile büyük cihada yöneltmekle yükümlüdürler. Müslümanlar, bütün enerji ve potansiyellerini, Rasûlün önderliğindeki ilk örnek neslin bıraktığı yoldaki işaretleri izleyerek cahiliye toplumu ve sistemini Kur’anî bir inkılâb ile kökten değiştirmeye teksif etmekle mükelleftirler.
Daha zalim olan bâtılın yerine, daha az zalim olan bâtılı tercih etmek, tevhidî ilkeler, vahyin ölçüleri ve Rasûlün güzel örnekliğiyle bağdaştırılabilir mi? Akıldan hiç çıkarılmaması gereken şudur: Daha zalim bâtılın yerine daha az zalim olanın tercihi ile başka bir bâtılı geçici olarak bile olsa ikame etme çabası içinde yer alanlar, Hakk’ı temsil etme ve Hakk’ı hâkim kılma hedeflerinden uzaklaşırlar. Ve bu yanlış yollarda kirlenen zihinler, yozlaşan ölçüler, çürüyen ahlakî değerler, daha sonra yeniden toparlanma imkânını da ortadan kaldırabilecek noktalara sürüklenebilir. Üstelik bu yanlış yollara gidenler çevrelerine verdikleri zarar yanında, birçok iyi niyetli Müslümanın da kafasının karışmasına yol açarak büyük bir vebalin altına girmişlerdir.
Toplumda ve özellikle Müslüman kesimlerde yaşanan büyük yozlaşma, dünyevileşme, sekülerleşme ve hayatın bütün alanlarına yayılan derin bir çürüme söz konusudur. Şüphesiz ki bu büyük yozlaşmadan, iktidar kadar ve hatta ondan daha fazlasıyla, bağımsız İslami kimlikli bir yapı ve ilkeli bir duruş sergileyip vahyin şahidliğini yapmak yerine istikamet zaafı yaşayarak laik bir parti ve politikalarına aktif destek veren Müslüman kesimler de sorumludurlar. Bu büyük sorumluluktan kurtulup kendisini İslam’a nispet eden toplumların vahiyle inşasına vesile olabilmek için, öncelikle öncü kadroların Rasûlün önderliğindeki ilk neslin şahidliğinde Kur’an ve Sünnet eksenli güzel bir örneklik ve ilkeli bir duruş ortaya koyarak şahidliklerini hakkıyla yerine getirmeleri, kurtuluşa götürecek Hak yolun davetin muhataplarınca hakkıyla fark edilmesine yol açacak açık bir rehberliği tutarlı biçimde yapmaları gerekir.
“Müslüman” toplumların, vahiyle inşa sonunda zihinleri hür olmuş bir Kur’an neslinin öncülüğünde, geleneksel cahiliyeden arınma yanında, kendilerini son iki yüz yıldır sömüren batılı fikir, kavram, model ve politikaları da reddederek sosyal, siyasi ya da ekonomik her türlü sorunlarının çözümünü sadece ve sadece Allah’ın dininde aramaları gerektiği konusunda düşünsel bir değişim yaşamadıkları takdirde hayırlı bir sonuca ulaşmaları mümkün değildir. Çünkü vahye teslimiyetle bu temel ilkesel değişimi yaşayarak zihinsel hürriyetini kazanmış ve sistem içi siyasi taraflardan bağımsız hale gelmiş öncü kadrolar, “Müslüman” toplumlar nezdinde bu bilinci, İslamî hayatı mümkün kılacak bir toplumsal sözleşme düzeyine taşımadıkları, Kur’an-Sünnet istikametinde toplumsal bir dönüşüme vesile olmadıkları sürece, kimi Müslümanlar fert olarak bireysel kulluk yükümlülüklerini tam olarak yerine getirseler dahi Allah toplumların içinde bulundukları hâli değiştirmeyecek, sonuçta zulüm sistemi ve zillet devam edecektir. (Rad:11).
Bu sebeple, bu kötü gidişata son verip Rasûlün önderliğindeki ilk Kur’an neslinin örnekliğini esas alarak ve bıraktıkları yoldaki işaretleri takip ederek yapılması gereken öncelikli görev; zihinlerimizi geleneksel cahiliyenin zincirlerinden kurtarmak yanında, bugün çok daha elzem olan seküler paradigmanın kültürel sömürgesi olmaktan, ideolojik işgal ve esaretinden de kurtarmaktır. Böylece, tüm cahiliye zincirlerini kırarak, zihnî planda, düşünsel alanda zindanlardan kurtulup zihinsel özgürlüğümüzü kazanarak Kur’an’a ve Rasûlün güzel örnekliğine dayalı özgün paradigmamız ve özgün kavramlarımızla özgün projeler üretebilme imkânına kavuşmak ve ümmeti vahiyle yeniden inşa edecek çağımızın Kur’an neslini inşa etmektir. Ve Kur’an nesli olarak, mü’min fert ve cemaat planında çağımızın insanına model/şahid/örnek olabilme vasatını inşa etmek suretiyle vahyin tebliği ve eğitimi çalışmalarımızla, âdil şahidliğimizle arayış içindeki tüm insanlığa tek kurtuluş yolunu göstermektir. Sonuç olarak da, bu kulluk görevimizi yerine getirmek suretiyle inşaAllah Rabbimizin rızasını kazanmaktır.