Makale; “La” Diyememek..!
Tüm Rasüller toplumu zulümat olan şirk karanlığından kurtarıp, lâ deme bilincine çağırdılar. Kâvimleri lâ diyemeyince o güzelim illallâh sarayına giremediler. Resüllerin görevi iman sarayı olan Tevhîde davet etmektir.
Lâ bilinci cennette Adem as ve iblisle başladı bugün de devam ediyor taaa kıyamete kadarda Hak ve batılın mücadelesi sürecek. Adem (a.s.) yasak ağaçla sınandı, ‘kaybetti’ dünya hayatına tevbe ile geçerken İllallâh sarayına tekrar kavuştu ve kazananlardan oldu.
İblis ise Adem’e secde etme ile sınandı, kaybedenlerden oldu. Kibri ve gururu ile nefsinin putuna lâ diyemedi. Tevbe kapısı açık olduğu halde İllallâh sarayına girmedi veya giremedi.
Bugün de iblis gibi inat edip nefsinin putuna lâ diyemeyenler neler kaybettiğini ileride anlayacaklar ama! Çok geç olacak pişmanlıklar, keşkeler ard arda gelecek ve maalesef cehennemde ebedi kalacaklardır.
“Onlar, Allah’ın yanında başka ilah tutup ona yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa, cezasını bulur. Kıyamet günü azabı kat kat olur, orada, alçaltılarak temelli kalır.” (Furkan: 68, 69)
Adem’ın (a.s.) oğullarından biri olan Kâbil de lâ diyemedi kıskançlık ve hırs ile kardeşi olan Hâbil’i şehit etti ve oda kaybedenlerden oldu.
Nuh (a.s.)’ın lâ diyemeyen azgın kâvmi suda boğulup helâk oldular. Lâ bilincini kavrayan bir avuç Müslüman Tevhîd gemisine binip kurtuldular. Tevhîd gemisi açık idi önlerinde engel yoktu sadece lâ deyip illallah sarayı olan gemiye binip kurtulacaklardı. Bir türlü kavrayamadılar, nefislerindeki putları kıramadılar, geçici dünya hayatı onları aldattı, hatta Nuh’ın (a.s.) oğlu ve hanımı da lâ diyemediler. Onlarda helâk oldular. Nuh (a.s.) oğluna ısrarlı çağrısına rağmen dünyadaki dağa sığınıp kurtulacağını sandı. Baba Tevhid peygamberi olduğu halde lâ diyemeyen oğlunu ve hanımını kurtaramadı.
Bizlerde lâ bilincini ailemize aşılamamız gerekiyor. Güçlü bir şekilde lâ demeleri ve hayatlarına geçirmeleri onların ve bizlerin yapmış olduğumuz ibadetleri hep sâlîh amellerle dönüşür. Eğer ki! Ailemize lâ bilincini veremezsek onlar ve bizlerin kaybı büyük olur.
Ey iman edenler! Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten kendinizi ve ailenizi koruyun. Ateşin başında katı, sert, Allah’ın kendilerine emrettiğine karşı gelmeyen, verilen emirleri yapan melekler vardır. (Tahrim, 6)
Hud (a.s.) da kâvmine lâ bilincini vermeye gayret etti. Kâvmi illallah sarayına girmek istemediler, kendilerine dünya sarayı olan İrem şehrini inşa ettiler, sonsuz âhîret yurduna alternatif ürettiler kendilerince. Güçlü ve kuvvetli olan ad kâvmi güçlerini lâ bilinci ile birleştiremediler. Kuraklık ile İrem bağları ve bahçeleri bir bir yok olmaya başladı. Hala kardeşleri Hud (a.s.) itibar etmediler. Azabı açık açık istediler gönderilen azap bulutu ve fırtınayla o güçlü kişiler yok olup gitti.
Âd kavmine gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: “Kuvvetçe bizden daha güçlü kim var?” dediler. Kendilerini yaratan Allah’ın onlardan kuvvetçe çok daha güçlü olduğunu görmüyorlar mıydı? Buna rağmen, ayetlerimizi bilerek inkâr etmişlerdi. (Fussilet, 15)
Bunun üzerine Biz de, dünya hayatında zillet azâbını onlara tattırmamız için uğursuz günlerde üzerlerine uğultu çıkaran dondurucu bir rüzgâr gönderdik. Âhiret azâbı ise, elbette ki daha rezil edicidir. Onlara yardımda olunmayacaktır. (Fussilet, 16)
Dünya hayatındakiler yok olmaya mâhkumdur, asıl yok olmayan âhîret yurdudur; bir türlü anlamadılar veya anlamak istemediler.
Şu insan ne garip ki, sonsuz âhîret yurdunu dünyaya değişiyor peşin ve görüneni istiyor.
Sabredip ısrarla lâ bilincinde olan mü’minler ise geçici olana değil, kalıcı olana yatırım yapıyorlar, ne mutlu o mü’minlere.
Semud kâvmine de kardeşleri Salih (a.s.) gönderildi. Salih (a.s.) kâvmini lâ bilinci ile imana dâvet etti. Kâvminin ileri gelenleri ise diretti. Önceki ataları olan ad kâvminin helâkı aslında uzak değildi. Bunlar kendilerini uyanık sananlardı dünya saraylarını sağlam kaleler şeklinde ve kayaları oyarak inşa ettiler. Ad kâvminin arim seli ve zelzele ile helâkları, haşa! Allah’a kafa tutar gibi bizi bu sağlam yerimizde helâk edemezsin demelerine net bir cevaptır. Onlara bulutlardan gelen ateş yetti.
Bu kullar aciz birer varlık olduklarını ne zaman anlayacaklar. İllallâh sarayını dünya sarayına maalesef tercih ettiler. İnsanın eline güç geçtimi azar, taği, zalim, zulmeden olur yeryüzünü ifsad eder. Basit bir sudan yaratılan insan hemcinsini ezer, ne olduğunu unutur ve azgılaştıkça azar. O zaman da helâkları kaçınılmaz olur.
Salih (a.s.) lâ bilinci ile kâvmini sürekli uyardı.
Uyarıya kulak vermediler. Uyarılara sanki kulak kabartarak kendileri de isim vererek olmayacak birşeyi kayanın içinden deve çıkmasını istediler. Ahmak olan bu insanlar bunun Allah’a göre kolay olacağını bir türlü kavrayamadılar. İstedikleri bu mucizenin sonunun deveyi keserek helâklarına sebep olacağını düşünemediler. Onlar da yaptıklarının karşılığını gördüler. Asıl ahiret yurdunda azapları katlanarak devam edecek.
İbrahim (a.s.) bizim tevhid öğretmenimiz. Lâ bilincini hikmetle en güzel şekilde anlatmıştır. Kâvmine ilk önce yıldızların, ayın, güneşin sürekli batıp doğanların ilah olamayacağını pratik yaparak göstermiştir.
Karşısındaki kâfir Nemrut rabliğe soyunup öldürme ve diriltmeye sahip olduğunu iddia edince İbrahim (a.s.) da benim Rabbim güneşi Doğu’dan doğuruyor hadi o zaman sende güneşi batıdan getir deyince kâfir nemrut apışıp kalmıştı.
İbrahim (a.s.) lâ baltası ile putları kırıp baltayı büyük puta asıp hikmetli bir şekilde büyük putun diğer putları kırma gücü olmadığını aslında aciz olduğunu kâvminin düşünmesini sağlamıştı. Konuşamayan yarar veya zarar veremeyen; bu putlara mı tapıyorsunuz ne kadar akletmeyen bir topluluksunuz deyince; kâvmi onun doğru sözlü olduğunu kavradılar ama kalpleri hasta olduğundan bir türlü nefislerine Nemruta ve gücüne lâ diyemediler.
Onlar da biliyorlardı lâ demenin ne olduğunu onun için İbrahim’ın (a.s.) ateşe atılmasını izlediler. İzlediler fakat onları ve tüm kâinatı en ince ayrıntısıyla izleyen Allah cc’yı unuttular lâ bilinci donanımlı olan İbrahim (a.s.) da o kadar güçlüydü ki ateşe atılırken bile en küçük tereddüt geçirmiyor. Kâinatın sahibi Allah da ateşe serin ol diyor ve ateşte yakmıyor.
Bu mucizeyi gören halk kısa süreliğine de olsa iman ediyorlar sözde, lâ demeden şirk koşarak iman ediyorlar.
İşte lâ diyememenin bedelini, dünyada görmeseler bile âhîrette onlar için kuşatıcı sonsuz bir azap olacak. Bunu bir türlü idrak edemiyorlar.
İbrahim (a.s.) çocuğu olunca çöle bırakmakla imtihan olunuyor. Eşi Hacer de çölde çocuğuyla tek başına Allah’ın emrini icra edip lâ bilinci ile tevekkül edip su arıyor, çabalıyor oturup beklemiyor; dahası Safa ile Merve arasında yürümüyor koşuyor. İstediği zemzeme kavuşuyor. Öyle bir iman ki! Hacca giden müslümanlar Hacer validemizin koşusunu (say) yapmadan haccın rüknünü tamamlamış olmuyorlar.
İbrahim’in (a.s.) imtihanı bitmiyor, bu sefer çocuğu İsmail’i (a.s.) kurban etmekle imtihan oluyor. Baba İbrahim (a.s.) ile oğlu İsmail (a.s.) sınandılar, ikisi de Allah’a teslimiyetin zirvesine ulaştılar. Lâ bilincini kuşanmak insana izzetin zirvesini kazandırır. Kula kul olmaktan kurtarır ve gerçek özgürlüğe kavuşturur, Allah’ın sonsuz rahmetini kazandırır. Hem dünyada hemde âhîret yurdunda ihsâna mahzar eder. Çok ilahlar mı daha hayırlı! Tek ve eşi benzeri olmayan, kâinatın sonsuz sahibi Allah’mı! Elbette ki Allah!…