Makale: Rasûlullah (s), En Zor Şartlarda 13 Yılda Medine’ye Ulaştı. Biz Neden 40 Yılda, Mekke’deki Gibi Bir Cemaat Bile Oluşturamadık? Halimizi Sorgulamak – III
Bismillâhirrahmânirrahîm
İslam cemaatle yaşanan bir din olduğundan dolayı Rabbimiz pek çok ayetinde cemaat olmamızı, birlikte olmamızı emreder. Bu yüzden, Fatiha suresinde de “Yalnız sana kulluk ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” derken “ben” değil ‘biz’ ifadesi kullanırız. Rabbimizin tanımladığı ve her gün beş vakit namazda tekrarlatarak böyle olmaya teşvik ettiği bu ‘biz’ ifadesi, mü’minlerin birlikteliğini, İslam cemaatini ve İslam ümmetini ifade eder.
Ku’an ve Hadislerde Cemaatin Farziyeti Açıkça İfade Edildiği Halde Neden Başaramadık?
Rabbimiz birçok ayetinde mü’minleri cemaat olmaya, birlik olmaya yönlendirir, dağılıp ayrılmaktan ise sakındırır:
- “Topluca, hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılmayın.” (Al-i İmran, 3/103)
- “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (Al -i İmran, 3/104)
- “Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve doğru (sadık)larla birlikte olun.” (Tevbe, 9/119) “Şüphesiz Allah, Kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak cehd edenleri (mücadele edenleri) sever.” (Saff, 61/4)
- “Allah’a itaat edin ve Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider…” (Enfal, 8/46)
- “Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir şûra/(istişare) iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar.” (Şura,42/38)
Rasûlullah (s) de birçok hadisinde cemaatin farziyetine ve önemine vurgu yapar, cemaatten ayrılmanın felaketine dikkat çeker:
- “Cemaat rahmettir, tefrika (ayrılık çıkarma) ise azaptır.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned: 4/145).
- “İki kişi bir kişiden hayırlıdır. Üç kişi iki kişiden hayırlıdır. Dört kişi üç kişiden hayırlıdır. Cemaat olmanız gerekir. Muhakkak ki Allah’ın (yardım) eli cemaatle beraberdir. Allah azze ve celle ümmetimi ancak hidayet üzere cem eder/toplar. Bilin ki cemaatten uzak duran her kişi ateşe düşer.”
- Muaz (ra)dan peygamberimizin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Şeytan cemaatten ayrılanla birlikte koşup, onu o yolda teşvik eder.”“Ümmetim dalalet üzerine asla toplanmaz. Öyleyse cemaatin yanında olun. Muhakkak ki Allah’ın (yardım) eli cemaatle beraberdir.” (Tirmizi).
- “Cennetin ortasında oturmak kimi sevindirirse, cemaatten ayrılmasın. Çünkü şeytan tek kişiyle beraberdir. İki kişiden uzaktır.” (İbn Mâce).
- “Birbirine karşı muhabbet ve merhamette, müminler, bir vücut gibidir. Vücudun bir yeri rahatsız olunca, bütün vücut, rahatsız, uykusuz kalıp, onun tedavisi ile meşgul olduğu gibi, müslümanlar da birbirlerine yardıma koşmalıdır!” (Buhari Edeb 27; Müslim, Birr 17).
Bu ayetler ve hadisler gereğince Müslümanların birlik olmaları, cemaat olmaları farzdır. Tek bir ümmet tek bir cemaat olmaları farzdır. Bölünmüşlüğümüz, parçalanmışlığımız bizim acziyetimizin ve zaaflarımızın sonucudur. Bize dayatılmış “ulusal” sınırlar içindeki her bölgenin Müslümanları olarak, hiç değilse öncelikle bu sınırlar içinde cemaat olmamız, vahdet sağlamamız üzerimize farzdır. Dinimizin emretmiş olduğu hükümlerin gerçekleşmesi için kolektif irade ve aklı üretmemiz ve güç birliği yapmamız gerekmektedir. Buna rağmen, tevhidî uyanış süreci olan 40 yıllık önemli bir birikimimiz olduğu halde, neden tevhidde vahdet oluşturup insanlığa vahyin şahidliğini yapacak kolektif bir iradeyi, ülke çapında kuşatıcı örnek bir İslam cemaatini, ümmeti yeniden inşa edecek Kur’an neslini oluşturamadık? Evet neden, neden, neden…?
Rasûlullah ve Ashabının En Zor Şartlarda Mekke’de Oluşturdukları Daru’l Erkam’ı Biz Daha İyi Şartlarda 40 Yılda Neden Başaramadık?
Rasûlullah (s) ve ashabı çok daha az sayıda ve çok daha zor şartlarda bu hedefe ulaşıp daha Mekke’de Daru’l-Erkam çevresinde İslam cemaatini oluşturmuş ve tek cemaat halinde mücadelesini sürdürmüşken ve üstelik 13 yılda Medine’yi (Medine, Müslüman’ın hürriyeti, İslam toplumu, İslam’ın iktidarı ve medeniyeti demektir) inşa etmişken, neden bizler 40 yılda, bırakın Medine’mizi inşa etmeyi daha Mekke aşamasını bile gerçekleştiremedik? Neden bizler, çok daha fazla sayıda ve çok daha büyük imkânlara sahip olduğumuz halde, çok daha kolay şartlarda ve çok daha uzun bir zaman diliminde, daha Mekke’deki işlevselliğiyle Daru’l-Erkam benzeri tek “İslam cemaati”ni, ümmeti ve Medine’yi inşa edecek “Kur’an toplumu nüvesini” oluşturmayı bile başaramadık? Tam tersine bizler, sürekli istikamet krizleri, zikzaklar, zaaflar yaşayarak ve çoğu kez de nefsanî davranarak var olan küçük birliktelikleri aşıp büyük bir cemaat olmayı bırakın, var olan küçük grupları bile muhafaza edemeyip sürekli bölünüp parçalanmaktayız, neden, neden, neden….?
Neden liberal, seküler anlayışların kutsadığı bireyselleşme eğilimi bizleri de kuşattı? Bireysellik, “başkasının sorumluluğunu almamak ya da başkalarından da sorumlu olmamak ve kendi başına olmak” gibi bir rahatlık ve konformizm sağladığı için mi, akîdemize aykırı olduğu halde giderek Müslümanlar arasında da yayıldı? Başlangıçta cemaat konusunda güzel duyarlılıklar oluştuğu halde, neden zamanla azaldı, hatta tükendi ve âdeta cemaat sorumluluğundan kaçış yaygınlaştı? Tevhid’de vahdet oluşturup daha güçlü ve kuşatıcı yapılar halinde ve daha güçlü projelerle halkımızı vahiyle inşa etme sorumluluğumuzu yerine getirme hususunda, bunlara benzer daha hangi sebeplerle zaafa düştük?
Başlangıçta normal olan gruplar, zamanla aşılması gerekirken, on yıllardır “ortak paydamız” olan “tevhid akîdemiz” neden vahdetimize yol açmıyor? Geçici olarak kabul etmemiz gereken gruplarımız, neden vahdete giden yolu tıkayan bir “put” hâline dönüştü âdeta? Neden grup kimliklerimiz ve nefsanî yakınlıklarımız, bizleri kardeş kılan İslami kimliğimizin ve akîdevî ilkelerimizin önüne geçti? Başka hangi yanlışlarımız, bizi bu hâle sürükledi? Tevhidde vahdet oluşturma sorumluluğumuzu ihmal edip neden akîdevî olmayan farklılıklarımızı ayrışma vesilesi kıldık? Hani biz, birbirimizle kurşunla kaynatılmış bir bina gibi, “bir duvarın tuğlaları” ya da “aynı vücudun uzuvları gibi” olacak ve birbirimizle böylesine kaynaşıp bütünleşecektik. Hani “Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak” (Saf, 61/4) omuz omuza verip birlikte mücadele etmemizi bize emretmişti. Ne oldu bütün bu değerlerimize ve neler oldu bize?
Neden, 40 yıl gibi uzun bir sürede tevhidde vahdet oluşturamadık? Neden, akîde ve amellerimizin belirlendiği ve herkesin mütevatir olarak kabullendiği ortak mütevâtir hattı üzerinde yer alan Kur’an’da ve mütevatiren yaşanarak intikal eden sünnette mutabakat oluşturup vahdete ulaşamadık? Neden bu hattın altında olan ve dinimizi doğru anlamak için çok değerli ve önemli bir tarihî birikimimiz olan hadis ve siyer bilgileri alanındaki farklılıklarımızı (din, sabite ve akîde haline getirip dayatmamak kaydıyla) bir zenginlik olarak görmüyor ve vahdetimizin önünde engeller oluşturuyoruz?
Neden Küçük Grupları Aşıp Kuşatıcı ve Güçlü Bir Cemaat Olamadık
Mesela bizim İLKAV merkezinin olduğu Ankara-Sıhhiye’de 1000 metre çapında bir daire çizersek, bu daracık alanda bile bildiğim kadarıyla tevhide davet ettiğini söyleyen en az 4 grubun merkezleri yer almaktadır. Türkiye çapında düşünüldüğünde ise, tevhidî uyanış süreci içinde değerlendirilebilecek onlarca ayrı grubun varlığından bahsedilebilir. Genel olarak baktığımızda, bir ilde ya da büyük bir ilçede bile bu farklı gruplara mensup Müslümanlar ayrı grupların oradaki temsilcileri olarak o küçücük alanda dahi on yıllardır ayrı durmayı ve bu ayrılığı korumayı “büyük bir maharetle başarabiliyorlar”(!).
Bu halimiz, davetin muhataplarında güveni sarsıp davete icabette caydırıcı bir rol oynamaz mı? Bu insanlar, haklı olarak “çağırdığınız tevhid nasıl oluyor da 40 yılda sizlerin vahdetine sebep olmamış” demezler mi? Sanki “küçük olsun benim olsun” deniyormuş gibi bir görüntü hâsıl olmuyor mu? Yahut da Allah ve Rasûl’ünün emretmediği, kendimizin ürettiği ya da tarihsel süreçte üretilmiş zanna dayalı farklılıklarımızı, ayrılık sebebi haline getirerek farklı gruplar halinde kalmamızın mazereti(!) kılmanın Allah’ın ayetlerine aykırı olduğu ve çoğu kez nefsanî sebeplere dayanmakta olduğu açık değil midir? Üstelik zanna dayalı bu tür yorum farklılıklarını korumak için, akidemiz için göstermediğimiz tavizsizliği sergiliyor olmamız nasıl izah edilecektir?
Bu yüzden öyle büyük bir sapma çıkıyor ki ortaya, bir grup diğerinin müntesibini kendi müntesibi gibi eşit derecede kardeş olarak asla görmüyor. Nitekim bu yanlışı, yıllarca ilişki halinde olduğumuz neredeyse bütün gruplarda bizzat gözlemlemiş bulunuyorum. Hatta neredeyse bütünleşip tek bir grupmuş gibi birlikte hareket ettiklerimizde bile, onların yıllardır birlikte oldukları müntesipleriyle aynı konumda kabullenilmediğimizi ve hatta bir şekilde bir tercih söz konusu olsa haksız olan kendi arkadaşlarını tercih ettiklerini ibret ve üzüntüyle müşahede ettim ve bunun yanlışlığı konusunda kendilerini uyardım. İşte bir türlü düzelmeyen bu durumun, Allah’ın bizi kardeş yapan Âyetleriyle asla bağdaşmadığını bile nasıl oluyor da fark etmiyoruz? Hatta gruplar gözüne kestirdikleri başka grup mensuplarını ele geçirip kendi grubuna katmak için özel çaba bile gösterebiliyor. Neden? Milyonlarca insan davetin muhatabı iken, onlara daveti ulaştırıp yeni insanları tevhidle buluşturmak ve kurtuluşuna vesile olmak yerine zaten bir başka grupta yerini almış bir mü’mini kendi grubuna alma çabamızın gayri İslamiliği ve anlamsızlığı neden fark edilemez?
Neden 40 yıldır takılı kaldığımız bu grupları aşıp daha kuşatıcı bir yapı içinde bütünleşerek ülke çapında bir İslam cemaati haline gelmeye çalışmadık? Bizler bu konuda sürekli çağrıda bulunduğumuz halde, neden bir türlü sonuç alamadık? Ancak 2009 yılında bu anlamda bir çaba gündeme gelebildi ve “Kur’an Nesli Şûrası” oluşturarak bütün tevhidî grupları bir çatı altında toplamaya yönelik bir çalışma başlatıldı. Ama maalesef, bu amaçla birlikte hareket ettiğimiz bazı gruplar bu vahdet çalışmasına darbe vuran yanlış bir tercih yaparak, uyarılarımıza rağmen sistemin şirk anayasasına oy verme çağrısı yapma kararı aldılar. Tabi sonra da hep aynı yanlışta ısrar ederek laik bir partiyi desteklemeye devam ettiler. “Müslümanların vahdet etmesi” maslahatından daha büyük hangi “maslahat”, bu grupları laik ve zalim bir iktidara “aktif destekçi” olmaya sürükleyebildi? Böylece sistem içinde kirlenmenin, yozlaşmanın sebebi olduklarını ve sonuçta da tevhidde vahdetin altını oyduklarını neden düşünemediler? Neden, neden, neden?
Bizler Örnek Bir İslam Cemaatiyle Vahyin Şahidliğini Yapmadan, Yozlaşmayı Nasıl Önleyeceğiz, İslam Toplumunu Nasıl İnşa Edeceğiz?
Bizler bu zaaflarımız sonucu vahdet oluşturup tevhidî kesim olarak kuşatıcı ve örnek bir yapı ortaya koyamayınca, mevcut grupların bile dağılması ve bireyselliğin yaygınlaşması gibi risklerin artığını neden görmüyoruz? Üstelik böyle kuşatıcı ve güçlü bir yapı halinde İslam davasını temsilde örnek bir model ve mihenk ortaya konamayınca, Müslümanların demokratikleşip sistem içinde erimesine ya da kör şiddeti esas almış silahlı gruplara doğru kaymasına yol açan iki uca doğru savrulmalarının vebalini üstlenmiş olmadık mı? Hatta Müslümanlar arasında giderek yaygınlaşan sekülerleşmenin de yeni nesillerin deizme doğru kaymasının da toplumsal planda yaşanan büyük yozlaşmanın da vebali, bu yüzden hepimizin omuzlarında değil mi?
Neden bizler, Rabbimizin “festakim kema umirte”/ “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud, 11/112) emrine rağmen istikameti korumakta bunca zaaflar gösterdik? Neden, imanımıza sadakatle vahyin ilke ve ölçülerini, Rasûlün güzel örnekliğini ve ahlakını kuşanmakta ve bu hali sürekli, istikrarlı ve disiplinli biçimde fert ve cemaat planında ortaya koyup sürdürmekte bu kadar başarısız olduk? İslamî kimlik ve ilkelerimizi korumak, Kur’an ve sünnet ölçülerini her şartta belirleyici kılmak ve İslamî eğitim, tebliğ ve vahyin şahidliğini yaparak toplumun tevhidî dönüşümüne vesile olmak büyük imanî sorumluluğumuz olduğu halde, neden bu sorumluluğa aykırı konumlara kolayca savrulabildik?
Galiba, iman ettiğimiz ilke ve ölçülere öncelikle kendimiz uymamız, imanın ispatı anlamındaki amellerimizle hayatı ibadet kılarak tutarlı mü’minler olmamız hususundaki Rabbimizin emirlerine uymakta başarısız olduk. Peki neden? İslamî ahlakımızla, yaşantımızla örnek olmak suretiyle vahyin hal ile tebliğini yapmakta neden zaafa düştük? Rasûl ve ilk nesil misali örnek alınacak bir ahlakı ve yaşantısı olan tutarlı mü’minler olmayı ve güven veren örnek bir İslam cemaati oluşturmayı, birçok zaaflarımız sebebiyle başaramadığımız için mi bugünkü kaosa, dağılmaya ve zillete sürüklendik? Neden birbirimizi yeterince uyaramadık? Neden, az da olsa yapılan uyarılara engel olduk ve sonuçta bu hâle sürüklenmeye sebep olduk?
Neden, yaptığımız ilkesizlikler, yanlışlar ya da ölçüsüz söylem ve davranışlar sebebiyle, Allah’ın (c) emri ve Rasûl’ün (s) çok önemle vurguladığı sünneti olan “emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker” görevini yerine getiren kardeşlerimize nefsânî tepkiler göstererek, İslam ahlakıyla bağdaşmayan hallere sürüklendik? Üstelik haklı uyarılara kulak verip yanlışlarımızı ıslah çabası göstermek yerine, neden hem bu ilkesizliklerde, yanlışlarda ısrar edip hem de bu konularda uyaran kardeşlerimizi düşmanlaştırdık? Bütün bu yanlış tutumların cemaat olmayı engelleyeceğini ya da var olan grupları bile çözülmeye, dağılmaya sürükleyeceğini, neden akledemedik?
Bütün bu yanlışlarımızda bizi Allah için uyaran kardeşlerimize teşekkür edip dua edeceğimize, neden İslamî sorumluluklarını yerine getirdikleri için onları dışlayıp bağları kopardık? Neden cemaat içinde istişareye gereği kadar önem vermedik? Neden istişare ile alınan kararlara itaat yerine, istediğimiz yönde karar çıkmadı diye cemaati terk eden savrulmalar yaşadık? Şeytan, bazen bir İslâmî cemaatin mensubunu devşirip kışkırtır, istişareyle alınan kararlara uymamaya, nefsânî, bireysel ve fevrî davranmaya, emr-i bi’l mâ’ruf gereği yapılan uyarı ve nasihatlere tahammülsüzlüğe ve sonuçta da cemaatten ayrılmaya teşvik ederek cemaat birlikteliğini yıkmak ister.
Müslümanlar olarak, ancak İslamî temel ölçü ve ilkelere sadakatimizi sürdürerek ve ancak Allah’ın emirlerine ve Rasûlünün güzel örnekliği ve uyarılarına uyarak şeytanın bu tür kışkırtmalarına karşı korunacağımızı, aksi takdirde iğvalarıyla nefsimizi tahrik eden şeytanın oyununa geleceğimizi de bilerek hareket etmemiz gerekmiyor muydu? Neden bu temel ölçü ve ilkelerimizi unuttuk ya da dikkate almaz hallere sürüklendik?
İşte bütün bunlar sebebiyle çözülmüş, moralini, duyarlılıklarını kaybetmiş ve dağılmış bir duruma sürüklenmemizi hala sarsıcı sorular sorarak halimizi sorgulayıp tevbe ederek, çözüm üretmeyecek miyiz? Neden tevhidde vahdet oluşturamadık ve Mekke’deki gibi tek bir cemaat olmak sorumluluğumuzu yerine getiremedik diye kendimizi hesaba çekmeyecek miyiz? Evet, neden başaramadık? Bilmiyor muyuz ki, Mekke’sini inşa edemeyen, yani ümmeti ve Medine’yi inşa edecek kurucu kadroyu ve ümmet nüvesi olacak Kur’an cemaatini Mekke’de inşa edemeyen, asla Medine’ye ulaşamaz ve Medine’yi (İslam toplumunu/ümmetini, İslam iktidarını ve medeniyetini) inşa edemez? Lütfen kardeşlerim, haydi ölüm gelmeden halimizi sorgulayıp yanlışlarımızı tespit edip tevbe edelim, helalleşelim ve bu sefer Hablullah’a topluca sarılmayı başarmak suretiyle ıslah amaçlı yeni bir hamle yapmak üzere seferber olalım.