Makale; Şehâdet/Şehidlik Bir Hayat Biçimidir
Allah yolunda öldürülenlere Kur’an şehid demez. Şehid, Kur’an’da hem Allah’ın ismi, hem Rasûlullah’ın sıfatı ve hem de mü’minlerin özelliği olarak gündeme getirilir. Kur’an’a göre şehâdet, şâhitlik yapmak, örnek olarak yaşamak, ehl-i şehâdet, yani şehâdet insanı olmaktır. Evet, şehâdet, şâhitlik yapmaktır. Şehâdet ehli de, Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in (a.s.) Allah’ın kulu ve rasûlü olduğuna şâhitlik yapan, kalıbını basan kimsedir. Gözümüzün önünde cereyan eden bir olayda kimi zaman kendimize güvenemeyip şâhitlik yapmaktan kaçınırız; ama tümüyle gayb olan iman esaslarında o kadar kesin inanca sahibiz ki, şâhit olduğumuz ve şâhitlik yaptığımızı dost-düşman herkese ilan ediyoruz. Şehâdetin diğer anlamıyla ilgili olarak da, işin sadece lafını yapmanın yeterli olmadığını beden dilimizle ilan edercesine, şehâdet inancımızın gereği olan İslâm’ı yaşamayı da örnek şekilde uygulamaya geçireceğiz. Bütün organlarımızı, iç dünyamızı, arzularımızı, irâdemizi, hislerimizi, sevgimizi ve korkumuzu da İslâm’a teslim kılarak şehâdeti içselleştirdiğimizi ispatlamaya çalışırız. Bir kimseyi etkileyerek, gaza getirerek onu ölüme gönderebilirsiniz, bu çok zor değil. Ama, bir insanı, hayatı boyunca örnek şekilde şehâdet inancını, tevhidi bilinci hayata yansıtacak şekilde, örnek bir mü’min olarak hayatını sürdürmesini kolay kolay sağlayamazsınız. Yani ölüm biçimi olarak şehâdeti tercih etmek ve ettirmek o kadar zor değildir; esas önemli ve zor olan, hayat tarzı olarak şehâdeti ömür boyu kuşanmak, onu yaşayıp yaşatmaktır.
Hayat tarzı olarak şehâdeti, şehidliği benimsemeyenler, nasıl ve nerede ölürlerse ölsünler, ölüm şekli olan şehidliğe ulaşamaz, şehid olamazlar.
Tevhid/şehâdet şuuru olmadan şehidlik bilincinin de olmayacağı, uzunca zamandır her ikisinden de mahrum bırakılmanın ölümcül acılarıyla kıvranan toplumun şâhitliğiyle ispat edildi. Şehidlik istek ve arzusunu dirilttiğimiz anda ve o oranda kendimizin ve içinde yaşadığımız toplumun da dirileceğini, bunun dışındaki ıslah çabalarının delik kaba su doldurmaya çalışmak cinsinden olduğunu artık bilmek zorundayız. Toplumun ve içindeki bireylerin sayılamayacak kadar kapsamlı dertlerine temel çözüm; her iki anlamda şehâdet kavramının ihyâ edilmesidir.
Şehid, Tevhid mücâdelesinin ebedî şâhididir. Hakk’a ve hakikatlere, gözüyle görmüş gibi şâhid olan şehâdet eridir. Seven, sevdiğinin yolunda, sevdiğinin isteğini seve seve fedâ edendir; Şehidlik, bu hükmü kanıyla onaylayan fedâidir.
Şehid; ne adına, kime karşı ve niçin mücâdele ettiğini bilen kimsedir. Şehid, tuğyânın kurumlaşıp otoriteleştiği bir dünyada en güzel dâvâya gönül vermiş müslümandır. Şehidlik, şehâdet kelimesini kuşanmakla, Allah’ın şâhidi olmakla mümkündür. Allah dışındaki bütün ilâhlara “lâ -hayır!-” demek, şehâdete giden yola girmektir. Çünkü gerçekten şehâdet kelimesini haykırmak, bütün dünyaya meydan okumak, bütün küfür dünyasını karşısına almak, şehidliğe tâlip olmak demektir. Şehidlerin hayatları ve kanları, İslâmî değişim ve dönüşümün anahtarıdır.
İmanın, mü’min olmanın, mü’min kalmanın, müslüman olarak ölmek istemenin bir bedeli vardır. Cennetin bir bedeli vardır (2/Bakara, 214). Bedeli ödenmeyen inanç, taklitten öte gidemez. İmanda tahkîke ve yakîne ulaşmak için gereken bedeli eksiksiz ödemek gerekir. İman sözü, kuru bir iddiâdan ibâret değildir; “inandım” diyen, en ağır imtihanlara tâlibim demektedir: “İnsanlar imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır. Cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnîdir.” (29/Ankebût, 2-3, 6) Nelerle imtihan olacağız? “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma ile imtihan eder, deneriz. Sen sabırlı davrananları müjdele!” (2/Bakara, 155) “Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” (3/Âl-i İmrân, 142) “Sevdiğiniz şeylerden infak edip Allah yolunda harcamadıkça birre (iyiliğe) eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir.” (3/Âl-i İmrân, 92)
“Kim Allah’a ve elçisine itaat ederse işte onlar, Allah’ın nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır!” (4/Nisâ, 69). “Şehid” kelimesinin sözlük anlamı, bilindiği gibi bir şeye şâhit olan “tanık”tır. Hayatının her yönünde onu uygulayarak imana şâhitlik (tanıklık) eden kişi şehiddir. Allah yolunda öldürülen kişiye de şehid denir. Çünkü o, Allah için isteyerek ölümü seçer. Doğru olduğuna inandığı şey için hayatını fedâ etmesi, kabul ettiği esasa şâhitlik yapacak kadar kesin inanmasının ve imanındaki ihlâsın bir göstergesidir.
Şehâdet, mutlaka kan ile sonuçlanmaz. Şehid, yatağında bile ölebilir. Nice insan vardır, cephede öldüğü, hatta şehid zannedildiği halde şehid değildir; nice insan da vardır ki, kendisine şehid denilmediği ve dünya ahkâmı yönünden şehid muâmelesi yapılmadığı ve yatağında öldüğü halde, âhiret açısından şehid hükmüne sahip olur. Önemli olan kişinin şehid gibi yaşamasıdır. “Allah Teâlâ’dan bütün kalbiyle şehidlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile, Allah onu şehidlik mertebesine ulaştırır.” (Müslim, İmâre 157; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15) “Şehidliği gönülden arzu eden bir kimse, şehid olmasa bile sevâbına nâil olur.” (Müslim, İmâre 156).
Bir mü’minin ölüm şekli kadar, belki ondan daha fazla yaşayış şekli önemlidir. Ama, şu bir gerçek ki, hayata şâhid olmaya ve hayatı Allah’ın istekleri doğrultusunda düzenlemeye kalktığımızda da büyük bir ihtimalle şehidlik kapısı açılır. Bu yüzden şehâdeti, şâhid olmak ve şehid olmak şeklinde çift yönlü, ama bir bütün olarak anlamamız gerekir.
Nasıl öldüğümüz kadar, nasıl yaşadığımız önemlidir. Biz şuna inanıyoruz ki, şehid gibi yaşadığımız zaman, yatağımızda ölsek bile ölümümüz en az hayatımız kadar bu dine hizmet edecektir. Şehidin, sadece savaşta öldürülen olmadığından dolayı, Allah’ın ahkâmı için, Kur’ân-ı Kerim’in hâkimiyetini sağlama yolunda cihad/gayret eden, bu yolda ciddî çabalar harcayan veya en azından bunlara yardım eden müslümanlar, müslümanca bir mücâdele ile geçen hayatları nerede sona ererse ersin şehid sevâbı alacaklardır. Bir hadis-i şerifte de, “İnsanların fesâda uğradığı zamanda Peygamber’in sünnetine sarılan kişiye de (yüz) şehid sevabı verileceği” bildirilmektedir. Çünkü, şehidin gâyesi ölmek değil; Kur’an’ın ahkâmına itaat, O’nun hükümlerinin hâkimiyetine çalışmak, Rasûl’ün sünnetine sarılmaktır. Bunu sağlayınca, savaş alanında ölmese de şehid sevabı alacaktır. “Allah yolunda hicret edip sonra öldürülen yahut ölenleri hiç şüphesiz Allah güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah, evet O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (22/Hacc, 58)
Peygamberimiz (s.a.s.) İslâm’ın beş esas temel üzerine binâ edildiğini, bunun birincisinin ‘şehâdet’ getirmek olduğunu söylemiştir (Buhârî, İman 1; Müslim, İman 22, hadis no: 16).
Râzı olduğu tek din olan bu dine Allah İslâm adını verdiği gibi, bu dine inananlara da Müslüman adını vermiştir (22/Hac, 78). İslâm, hem inançtır, hem şeriat, hem ahlâktır, hem ibâdet. Beşikten mezara kadar insanla ilgili tüm alanları kapsar. Tuvalet âdâbından devlet yapısına kadar. İslâm teslim olmaktır. Allah’a teslim olmak, başka hiç kimseye teslim olmamaktır. İnsan neye veya kime teslim olmuşsa, ona kul olmuş demektir. Hayatın merkezine neyi koymuşsa, o onun ilâhıdır.
Şehâdet kelimesi, İslâm’ın temelidir. Bir anlamda da İslâm dairesinin kapısıdır. Şehâdet kelimesini gönülden benimseyip söylemeden İslâm’ı kabul etmek ve kurtuluşa ermek mümkün değildir. Şehâdet; Allah’ı birleme, O’nun bir ve tek olduğunu kabul edip içini dolduracak şekilde örneklik sergilemek demektir. İslâm ‘Tevhid’ dinidir. Tek Allah inancına dayanır. Evreni ve içindekileri O yaratmıştır. İlâhlığında ve Rabliğinde ortağı yoktur. Sonsuz güç ve kudret sahibidir. Dünyanın ve içindeki her şeyin idare edicisi de O’dur. Hüküm ve mülk (her şey) O’nundur.
Şehâdet kelimesiyle Allah hakkında bu gibi Kur’an’ın vurguladığı özellikleri kabul etmiş ve başkalarına şâhitlik yapacak olgunluğa ulaşmış oluruz. Şehâdet kelimesi, Allah inancının kısa bir ifâdesidir. “Eşhedu en lâ ilâhe illâllah; ve eşhedu enne Muhammeden abduhû ve Rasûlüh (Şâhidlik yaparım ki Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur, Yine şahidlik ederim ki, Muhammed (a.s.) O’nun kulu ve elçisidir).” Bu cümle, imanla küfür arasında kesin bir çizgidir. İnsan hayatının en önemli tercihidir. En önemli bir seçimdir. Allah’la ve mü’minlerle bir antlaşma, kâfirlere karşı bir ültimatomdur. Bütün insanlara karşı İslâm’ı din olarak seçmenin ilânıdır, haber vermedir. Diğer insanlar arasında kimliğini, adresini, mensup olduğu inancını ortaya koymaktır.
Bu cümleyi diliyle tekrar edip, kalbiyle bunun doğruluğunu tasdik eden, dünyadaki konumunu ortaya koymakta, hangi dinin ilkelerine uyacağını, hangi ahlâk üzerine, hangi anlayış doğrultusunda yaşayacağını belli etmektedir. Şehâdet kelimesini kabul etmek, kesin bir çizgidir. İnsanlar istedikleri dine inanabilirler. İsteyen babalarının bâtıl dinine, isteyen kendi kafasından uydurduğu inançlara, isteyen zâlim liderleri tanrılaştırarak onların yoluna inanabilir. Fakat bir kimse şehâdet kelimesini söylerse, hem onlardan tamamen ayrıldığını, onları ve inançlarını reddettiğini, hem de İslâmî hayat tarzını seçtiğini ortaya koymuş olur.
İşte bu ortaya koyuş ve tercih ediş, çok önemli bir olaydır. İnsanlığın çoğunluğunun gittiği yolları reddetmek, onların alıştığı bütün ahlâk(sızlık)ları bırakmak, onların arasında çok farklı bir yaşayış şeklini seçmek; gerçekten önemlidir.
Şehâdet kelimesi, iki kısımdan meydana gelir. Birinci kısmı, aslında bütün peygamberlerin ortak dâvetiydi. Bütün peygamberler insanları ‘Lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur)’ inancına dâvet etmişlerdir. Çünkü bu söz ‘tevhid’ inancının özüdür. Allah’tan gelen, tarih sürecindeki hak dinin temel özelliği; Allah’tan başka ilâh tanımamak, yalnızca bir Allah’a ibâdet etmek ve hayatı Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşamak anlayışıdır. Tevhid kelimesi, işte bu İlâhî gerçeği ortaya koymaktadır.
“Senden önce hiç bir elçi göndermedik ki ona; ‘Benden başka ilâh yoktur, şu halde Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (21/Enbiyâ, 25). Kur’ân-ı Kerim, sık sık ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ diye vurgulamaktadır. Çünkü insanların çoğu, zaman zaman uydurma ilâhlar bulmakta veya Allah’a ait özellikleri yaratıklardan bazılarına vermekte ve onlara ibâdet etmeye kalkışmaktadırlar. İnsan, öncelikle bu yanlış inancı düzeltmesi lâzım ki, İslâm’a âit diğer inanç esaslarını kabul edebilsin.
Peygamberimiz buyuruyor ki: “…Her kim ‘lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” (Müslim, İman 35, hadis no: 21). “Ölen bir kimse (ölüm ânında) Allah’ın bir ve benim Allah elçisi olduğuma şehâdet (tanıklık) eder ve kalbi de bu işi tasdik ederse, Allah onu mutlaka mağfiret eder.” (İbn Mâce, Edeb 54, hadis no: 3796). “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, O’nun elçisi olduğuna şehâdet ederek Allah’a kavuşan kimse cennete girecektir.” (Kenzü’l Ummâl, naklen Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/340)
Kelime-i şehâdetin ikinci kısmı, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın rasûlü (elçisi) olduğunu kabul etmektir. Bu kabul ediş ve inanma, Allah’tan başka ilâh olmadığını kabul etmenin tamamlayıcısıdır. Kendinden başka ilâh olmayan âlemlerin Rabbi Allah (c.c.), kendine âit haberleri, varlığının delillerini ve âyetlerini, kendi varlığının gerçeklerini bir elçi aracılığıyla insanlara duyurur. O, yarattığı bütün insanların kendi Rabliğini bilmelerini ve yalnızca kendisine kulluk etmelerini istemektedir. Bunu da insanlar arasından seçtiği elçilerle onlara bildirmektedir.
Allah’ın insanlara peygamber/elçi göndermesi; onlara yol göstermek olduğu gibi, aynı zamanda onların başıboş ve rehbersiz bırakılmadıklarının da göstergesidir. Bu elçiler bir taraftan doğru yolu gösterirlerken, bir taraftan da örnek olurlar ve Rabbimizin nasıl bir kulluk görmek istediğini ortaya koyarlar. Gönderilen elçiyi kabul etmek; hem onunla gelen ‘vahy’i kabul etmek, hem de o elçiyi örnek almak demektir. Elçiler kuru bir dâvetçi veya postacı değillerdir. Onlar, Allah’tan gelen vahy’i hem yaşarlar, hem uygularlar, hem de insanlara tebliğ ederler. İşte Hz. Muhammed (s.a.s.) de bu elçilerden biridir ve sonuncusudur. Rabbimiz insanlara son defa bir elçi olarak O’nu göndermiş, ona vahyettiği Kur’an’la insanları hidâyet yoluna dâvet etmiştir. İslâm, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in tebliğ ettiği, yaşayıp uyguladığı dindir.
Şehâdet kelimesini söyleyen bir kimse öncelikli olarak Allah’ın varlığını ve birliğini kabul eder, sonra da inandığı Allah’ın, elçi olarak seçtiği Hz. Muhammed’i son peygamber olarak tanır. Buna bağlı olarak da son elçinin tebliğ ettiği her şeye, İslâm’a âit bütün esaslara inanır. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in din olarak öğrettiği, anlattığı ve yaşadığı her şeyi kabul eder. Bu esaslara itiraz etmez, o esaslara uygun olarak yaşamaya, tevhid kelimesiyle söz vermiş olduğunun bilincindedir.
Şehâdet kelimesi, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve O’nun tebliğ ettiği şeriat esaslarını da kapsar. ‘Ben Hz. Muhammed’i Allah’ın son elçisi olarak kabul ediyor ve buna şahitlik yapıyorum’ demek, ‘O’nunla gelen Din’i ve bu Din’e âit bütün ilkeleri ve esasları kabul ediyorum, tüm hayatımı bu ilkelere göre düzenleyip bu esasları yaşamaya çalışacağım’ demektir.
Kelime-i şehâdet, kendisini kabul edeni cennete götürür. Kendisini kabul etmeyen ise cehennemi hak eder. Öyleyse bu, son derece önemli ve geniş kapsamlı bir cümledir. İnsandaki ruh ne ise, İslâm’da şehâdet kelimesi de odur. İnsan bedeninde ruh görünmez, ama onu canlı tutar, ayakta olmasını sağlar. Ruh uçup gidince de insan ölü haline (ceset şekline) döner. Kelime-i şehâdet İslâm bedenini ayakta tutan şeydir. O olmayınca beden (din) ölüdür. Bütün inanmayan insanlar bu anlamda ruhsuz ceset gibidirler. Ne zaman şehâdet kelimesini kabul ederlerse, cesetlerine hayat gelir, onlara ruh üflenmiş gibi dirilirler. Hayatın akışı içerisinde yapılan hatalar ve unutkanlıklar yüzünden ölü gibi olan beden, şehâdet kelimesi ile canlanır.
Şehâdet kelimesini söyleyen kimse, İslâm’ın tümüne inanmış olur. Kur’an’ın haber verdiği, Peygamberden bize aktarılan sağlam bütün haberlere ve hükümlere inanır. Bu konuda tereddüt ve şüphesi olmaz. Bir kimsenin, inanç esaslarını tek tek sayarak ‘ben şuna da inanıyorum, ben buna da inanıyorum’ demesi uzun bir iş olur. Ancak şehâdet kelimesini söyleyen, hepsini ayrı ayrı sayıp kabul etmiş sayılır. Zaten bu cümlenin bu şekilde, bir ilke olarak benimsenmesinin ana amacı budur. Bu bir çeşit giriş şartıdır. Kim bunu kabul ederse, İslâm’a âit bütün şartları da kabul etmiş olur. Artık o kimse, imanın diğer şartlarını da aynen benimser. İslâm’ın bütün hükümlerini, Allah’ın bütün tekliflerini aynen alır, inanır ve uygulamaya çalışır.
Bu şehâdet kelimesini kabul etmenin bir anlamı da, şartlarını, ilkelerini ve esaslarını kabul ettiği İslâm’ı uygulamaya şu şekilde söz vermektir: “Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah’ın gönderdiği her şey doğrudur, inanıyorum. O’nun bana verdiği emirlerini ve yasaklarını da kabul ediyorum. Doğru olarak kabul ettiğim bu hükümlere uyacağıma söz veriyorum. Onları hayatıma uygulayacağım, doğru olduğuna inandığım bu ilkelere göre yaşayacağım.”
Kişinin mü’min ve muvahhid (tevhidi kabul eden) sayılması için, hayatın, davranışların, düşüncelerin, fiillerin, tercihlerin bu inanca uyması gerekir. Bir kimse şehâdet kelimesini söyledikten sonra, Allah’tan başka ilâh (tanrı) zannedilen şeyleri kabul edemez. Tâğutlara (ilâhlaştırılan, ya da put haline getirilen güçlere) kulluk yapamaz. Onların hükümlerini, dinlerini benimseyemez. İslâm dışı ideolojilerin, İslâm’ın özüne uymayan fikirlerin peşinden gidemez. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin hükümlerini doğru sayamaz. İslâm’dan olduğu belli olan hiç bir emre veya yasağa, İslâmî ölçülere itiraz edemez.
Çünkü şehâdet kelimesi, Allah’a teslimiyetin ve O’nun dinine itaat etmenin göstergesidir. Bu açıdan İslâm’ın rükünlerinden (şartlarından) birini inkâr eden, İslâm’ın tümünü inkâr etmiş ve şehâdet kelimesini söylememiş gibidir. Böyle yapan, şehâdeti söylerken attığı imzaya ters davranmış olur.
Bugün insanlığın görünen ve görünmeyen bir sürü ilâh (tanrı)lara ve tâğutlara taptığı bir dünyada, şehâdet kelimesinin anlamını yüceltmeye gerçekten ihtiyaç vardır.
Şehâdet Penceresinden Günümüz ve İnsanımız
Bırakın eğitim kurumlarını, câmilerde bile (istisnâlar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek… Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de “Eşhedu en lâ ilâhe illâllah” kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir.
Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Şehâdet eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” (26/Şuarâ, 227). Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.
Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’ın en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler…” diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).” (4/Nisâ, 136)
“Eşhedu en lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, iman edin!” diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici… olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan ibâdete/kulluğa muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah’a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah’a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bk. 33/Ahzâb, 44). “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah’a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!” (39/Zümer, 17-18). Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.
Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) de kavmini bu esasa çağırıyordu.
Ve galellahu lâ tettehızû ilâheynisneyn. İnnemâ hüve ilâhun vâhıd. Fe iyyâye fe’rhebûn / Ve Allah dedi ki: iki ilâh edinmeyin. İlâhınız ancak o tek olan ilâhtır, Allah’tır. Ancak Benden korkun.” (16/Nahl, 51). Şehâdet, işte bu tek ilâhtan başka hiçbir ilâh olmadığını tasdik etmek ve bu inanca uygun örneklik sergilemektir. Namaz kılarken Allah’ın istediği gibi edâ eden kimse Allah’ı ilâh kabul ettiğini göstermektedir. Namazdan sonra, başka ilâhların başka kurallarına uygun davranırsa, tek ilâh edinmemiş olur…
Yine; “Ey iman edenler iman edin…” (4/Nisâ, 136) buyrulur. Nasıl iman edilmesi gerekiyorsa öyle iman edin…
“Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla korkun ve başka şekilde değil, sadece Müslüman olarak ölün.” (3/Âl-i İmrân, 102)
İman ettik diyoruz, iman etmeyenler gibi yaşıyoruz. İman, Allah’a her konuda güvenmek ve kendisine her konuda güven duyulacak şekilde yaşamak demektir. Buna rağmen Allah’ın bazı imtihanlarından şikâyet ediyor ve herkesin her şeyini güvendiği bir insan olamıyoruz.
İslâm, teslim olmak demek; Allah’a, O’nun hükümlerine, emir ve yasaklarına. “Duyduk ve uyduk” dememiz gerekirken, “duyduk ve tartışıyoruz” diyor çoğu kimse. Her şeyi tartışmaya döktü insanımız. Dini eğip büktü, diğer Müslümanları küstürdü. Elimizde Kur’an olması gerekirken, el kitabımız cep telefonu oldu. Bakmayı okumaya tercih ettik. Başkalarına tavsiye ettiğimiz doğruları kendimiz ihmal ettik.
Namaz denilince bazılarımız sadece Cuma namazını anlıyor. Bazılarımız da günde 5 defa bilinçsizce yatıp kalkmayı. Namazlarımız bizi Allah’a yaklaştırmıyor, kötülüklerden uzaklaştırmıyor. Bir an önce namazı kılıp kurtulsak diyoruz. Namazdan değil, namazla kurtulacaktık hâlbuki. Sabır, direnişimizi arttıracakken, tâvizleri arttırdı.
İşte, hayatımızın tümünü ibâdet haline getirmek için ilk olarak şehadet kavramını doğru olarak anlayıp hayatımıza dosdoğru şekilde geçirmek gerekiyor. Şehâdet bir tercihtir, bir inançtır, bir kimliktir, bir hayat tarzıdır. İnanış ve yaşayış biçimi olan şehâdet yoksa, Müslümanlık da, ölüm biçimi olan şehâdet de olmaz.
“Rabbenâ âmennâ bimâ enzelte ve’tteba’nâ-r-rasûle fektubnâ maa’ş-şâhidîn” “Rabbimiz! İndirdiğine iman ettik ve Peygamber’e uyduk. Öyleyse bizi şâhidlerden/şehidlerden yaz!” (3/Âl-i İmrân, 53)
Selâm olsun, kendilerine ölü denilmesi yasak olanlara, canını Allah yolunda verenlere! Selâm olsun içimizdeki canlı şehidlere! Şehid olarak yaşayanlara, şehid olarak ölenlere selâm olsun!