ÖNCÜ ŞAHSİYETLERİN, BATIL SİYASETE DESTEK ÇAĞRILARI VAHİMDİR!
Maalesef Müslümanların çoğunun siyasi duruş ve tutumlarını, takip etmeleri gereken yolu, kendi özgün İslami kimlik ve ilkeleri ve Nebevi yöntemin “yoldaki işaretler”i belirlemiyor. Temel akıdevi ilkeler ve şer’i ölçüler yerine, batıl içindeki daha yakın gördükleri siyasi kadro ile daha açık İslam düşmanı olan karşıtları arasındaki mücadelenin yol açtığı duygusallıklar daha etkili ve belirleyici olabiliyor. İslam düşmanlarının, yine batıl sistem içi bir alternatife karşı aldıkları düşmanca tavırlar, yaptıkları haksızlıklar ve halkın iradesine, değerlerine yabancı ve karşı olan kesimlerin güç birliği yaparak sistem içi halka daha yakın siyasi kadronun önünü kesmeye çalışmaları gibi etkenlerin yol açtığı duygusallıklar Müslümanları yönlendirici rol oynayabiliyor. Hele bir de AKP’nin, ümmet çapında mazlum halkları sahiplenmesi, emperyalist devletlere karşı -çoğu sözde kalsa da- itiraz eden tavırları ile Müslümanların da dahil olduğu kitlelerin gasp edilmiş kimi haklarını iade etmesi gibi durumlar da bu duygusallıkların katlanarak artmasını ve belirleyicilikte tevhidi ilkelerin üstünde bir rol oynamasını daha da etkili ve yaygın hale getirebiliyor.
Tabii ki, bizler de AKP’nin ümmet ve Müslümanlar için ortaya koyduğu görece olumluluklarını görüp takdir ediyoruz. İslam düşmanı küresel güçlerin desteklediği CHP-MHP-HDP-Gülenistler ittifakının azgınlığını, İslam’a ve Müslümanlara zarar verme potansiyelinin yüksekliğini görerek mağlubiyetlerinden memnun olacağımızı da ifade ediyoruz. Ama tüm bunları, sistem içi gri tonlara, batılın ehven-i şer versiyonlarına eklemlenmeden, aktif ve fiili destekçi olmadan, insanları sistem içi görece olumlu siyasi çizgiye de çağırmayıp sadece Kur’an’a çağırarak yapıyoruz. Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen, laik yöntemle hevaya ve zanna göre yasa yapan Müslümanların imanlarına şirk bulaştırma konumuna sürüklenecekleri uyarısını ifade ederek, batılın bütün tonlarından beri olduğumuzu vurgulayıp bağımsız İslami kimliğimizi, istikametimizi ve tevhidi ilkelerimizi koruyan açık ve net İslami bir duruşla yapıyoruz. Sistem içi bütün siyasetlerin adaletsizlik, zulüm, yolsuzluk ve yoksulluğa sebep olan uygulamalarını da, yaygınlaştırdıkları şirki ve ifsadı da sistemden ve bütün partilerinden beri olan bağımsız bir İslami taraf olarak vahyin şahidliği bağlamında gündemleştiriyoruz.
Ayrıca AKP hükümetinin bu ümmetin sorunlarına görece sahip çıkan, mazlumlara yardım eden tutumları, mazlum halklardan yana küresel sisteme ve bölgedeki işbirlikçileri darbecilere, katil despot yönetimlerin bir kısmına karşı yükseltilen mevzii itirazları, temel hakların iadesini yapan görece “iyi” tavır ve uygulamaları, bir yandan ilk bakışta olumlu görünse de, nihai anlamda da olumlu olduğu ya da olacağı anlamına gelmemektedir. Bundan önce iki bölüm halinde yayınladığımız yazılarımızda izah ettiğimiz gibi, mesele bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde aynı AKP hükümetinin tam tersi anlam ve içeriğe sahip olan, aynı emperyalist güçlerle işbirliği halinde yürüttüğü bir çok politika ve uygulaması da söz konusudur. Bunun yanında, AKP Hükümeti ve liderliğinin bu görece olumlulukları, mazlum Müslümanlara verdiği destekleri sonucunda elde ettiği güven ve destek zemininde, bu kesimlerde ve Müslümanlar nezdinde oluşturduğu duygusal etkilenme vasatında, İslam’ı ve Müslümanları, laik, demokrat, liberal, muhafazakar sentezi bir “Protestan İslam” ya da “Ilımlı İslam” algısına doğru dönüştürme riski bulunmaktadır ve fiili durum olarak da, maalesef bugüne kadar epey mesafe alınmış görünmektedir. Duygusal etkilenmeler ve Nebevi yönteme dair bir örneklik ortaya konamamış olması sonucunda bir çok Müslüman kesim giderek bu istikamette dönüşmektedir.
AKP karşıtlarının azgınlıkta sınır tanımayan açık tuğyanı, İslam düşmanlığındaki aşırılıkları ve bu düşmanlıklarını (asla İslam’ı temsil etmeyen ve hatta birçok politikalarıyla, söylemleriyle İslam’a zarar veren) AKP üzerinden ortaya koymaya kalkmaları da bu duygusallığı ve etkilenmeyi daha fazla tahrik eden bir rol oynuyor. Öyle bir durum yaşanıyor ki, alimler, hocalar ve çoğunluk tevhidi kesim öncüleri, bu duygusallığın etkisiyle AKP’nin batıl sistem içi seçimi kazanıp-kaybetmesini ümmetin kaderiyle özdeş hale getirebiliyorlar. AKP’ye oy verilip verilmemesi üzerinden ümmetin dostları-düşmanları tanımlaması yapacak kadar ölçüsüz davranabiliyorlar. Tabii ki, bu kadar eklemlenilerek kader birliği yapılan AKP seçim sonucunda tek başına hükümet olma imkanını kaybettiği zaman da “yenilgi bütün ümmetin ve Müslümanların yenilgisi” olarak sunulabiliyor. Kendilerinin yanlış yaparak, batıl sistem içi siyasete bu derece angaje olmaları sebebiyle, en fazla kendilerinin de yenilgisi olarak nitelenebilecek bir sonucu ümmetin yenilgisi olarak nitelemeleri ise ibretlik bir durum oluşturuyor.
Halbuki tevhidi bilinçten yoksun, Kur’an’ı hakkıyla okumaktan, öğüt alıp yaşamaktan tamamen uzak, bir kısmı da sadece musalli ehli kıble olan kitlelerin, çeşitli dünyevi sebeplerle ve duygusal etkilenmelerle verdikleri oyları, aynı sebeplere dayalı başka etkilenmelerle de her zaman geri çekip başka taraflara yönlendirmeleri mümkündür ve demokratik sistemlerde sık yaşanan bir olgudur. Bu tür sistem içi seçimlere, İslam’ın, Müslümanların ve ümmetin kaderini bu derece bağımlı görenler ve sonra da kendilerinin bu haksız örtüştürme zaafını gerçek zannedip abartarak o eksende mücadeleye konsantre olanlar, yenilgi halinde çare arama anlamında yeni zaaflara, sistem içi siyaseti daha iyi konuma getirmek için kendilerine rol biçmelere, kazanma halinde ise esas istikameti ve sorumluluğu bir daha hatırlamayacak kadar sistem içi tartışmalarda kayboluşlara sürüklenmekten kurtulamazlar. Nitekim, referandum için “oy” verme çağrısı yapanlara, yaptıklarının gayri İslamiliğini izah ettikten başka, “bu bir seferlik olacak, çünkü bu referandum çok önemli” diyenlere, “bu eğilim burada durmaz sonra da kanıksanarak devam eder” demiştim. O zaman “siz bu tavrınızla Rum ordusuna asker yazılmakla kalmadınız, üstelik Müslümanları askere sevk şubesi gibi çalıştınız, korkarım ki bu gidişle tezkere bırakıp bundan sonraki seçimlerde de aynı sandık çağrısını ibadet bilinciyle sürdüreceksiniz” mealinde yazılar yazıp uyardığımda[1], bana kızıp “Mehmet abi çok ağır yazıyor” diye şikayet edenler, şu anda geldikleri konumu gözden geçirip acaba mahcup olacaklar mıdır?
Sistem içi siyasete bu derece angaje olarak büyük yanlış yapan kardeşlerimizin nereden nereye geldiklerini fark etmeleri için, son beş yılda yazdıklarıyla daha önceki yazdıklarını mümkün olduğunca objektif bir değerlendirmeyle mukayese etmeleri yeterli olacaktır. Daha önce hepimizin istifade ettiğimiz Kur’an ve siyer eksenli, doğru fıkhedilmiş, ufuk açıcı, öğretici, eğitici ve perspektif kazandırıcı nitelikli yazıların yerini; bağımsız İslami kimlikle tevhidi istikamette toplumu inşa çabasını ihmal eden ve giderek artan bir biçimde sığlaşan içerikte, sistem içi kazanımlar, beklentiler ve bunların kazanılıp kaybedilmesi endişesi ekseninde yazılan ve sistem içi siyasetin gölgelediği yazıların aldığını göreceklerdir. Özellikle son bir kaç yıllık yazılarda, zorlama yorumlarla kullandıkları kimi Kur’an ve siyer alıntılarının da adeta yabancı unsurlar gibi içine serpiştirildiği, daha çok “reel politika”ya boğulmuş, siyasal ideolojik “İslamcılık”a ve sloganik söylemlere indirgenmiş, son derece niteliksiz yazıların öne çıktığını fark edeceklerdir. Bunları şüphesiz ki kardeşlerimizi rencide etmek amacıyla yazmıyorum. Her şeye rağmen tevhidi uyanış sürecine çok şey katacak önemli bir birikime ve niteliğe potansiyel olarak sahip olmalarına rağmen, yanlış bir tercihle sistem içi siyasete bu derece yoğunlaşıp taraf olmanın yol açtığı ve dönülmesi gereken bir zarara dikkat çekmeye çalışıyorum. Söz konusu yanlış tercihi bizler de yapsaydık, kaçınılmaz olarak sistem içi siyasetin oyalamasıyla aynı sığlığa sürüklenmekten kurtulamazdık.
Rasulullah(s), Cahiliye Sisteminden Tam Bir Beraat ve Kesin Bir Uzlaşmazlıkla Ayrışarak, Allah’ın Şeriatıyla Hükmedecek İslami Toplumu İnşayı Hedef Edindi ve Bu İstikametten Asla Taviz Vermedi
Rasulullah (s) ve ilk Kur’an nesline, sistem içinde siyasi yönetimde, hem de en tepesinde, en yetkili devlet başkanlığı konumunda yer alması teklifi geldiği halde ve Müslümanlar çok zor şartlarda bulunmalarına rağmen; emrolundukları istikameti korumakta, sistem dışı tavizsiz tevhidi duruşu sergilemekte ısrar edildiği bilinmektedir. Ayrıca sistem içi yönetimin icra edildiği Dar-ün Nedve’de kimileri Müslümanlardan yana daha ılımlı bir noktada durduğu, Müslümanların haklarının ihlal edilmesinden, onlara zulmedilmesinden rahatsız olduğu, kabile asabiyetiyle de olsa Müslümanlara destek verdikleri halde, Resulullah (s) ve Müslümanlar onlara meyletmemişlerdir. Bir çok kardeşleri zulüm, işkence, sosyal ve ekonomik boykot altında ezilirken, hatta bazıları şehid edilirken bu sıkıntılardan kurtulmak, zulmü geriletmek ve kuşatmayı aşmak için dahi olsa sistem içi siyasetten medet ummamışlar, görece özgürlükçü batıla destekçi bir konuma kaymamışlardır. Asla sistem içi “ehven-i şer”e meyletmemişler, hatta Rabbimiz böyle bir meyl meydana gelmesin diye Hud Suresi ayetlerini inzal ederek istikamet konusunda onları uyarmıştır.
Nitekim Rasulullah (s) ve ilk Kur’an nesli; cahiliye inancı, toplumu ve sistemine karşı talep ve hedef çıtasını, hep en üst seviyede, hakkın batılı yok etmesi ve üstünlük kurması – uzlaşmasız, sentezsiz bir biçimde, bireysel, toplumsal ve siyasal hayatın bütününe Hakkın hakim kılınması seviyesinde – tutarak istikameti korudular. Asla “ehven-i şer’i gündemlerine almadan, hep Hakkı hakim kılma iddiasını gündemde tutarak, sistem içi taleplerle oyalanmadan cahiliye sistemiyle tam bir uzlaşmazlık içinde mücadele ettiler. Ebu Talip’in emanından istifade etse de, onun taraftarı olmadan, onun sistem içi çabalarına aktif destekçi olmadan, Batıl modeli ve inançla bağlantılı kavramlarını ödünç almadan, asla daha az kötü diye ayrım yapıp batılın bazı versiyonlarını tercihe yanaşmadan Mekke-Medine sürecinde tevhidi ilkeleri hayata geçirerek yürüdüler.
Bu yürüyüş süresince Rasulullah (s), ilk Kur’an nesli ile birlikte, bugünkü Müslümanlara nazaran çok daha zor şartlarda ve çok daha az mü’minle birlikte “festakim kema umirte”[2] emrine itaatle istikameti korumaktaki dirayetiyle, tevhidi mücadele stratejisini takipteki ilkeli ve tavizsiz duruşuyla güzel örnek olmuş, devlet başkanlığı bile teklif edildiği halde sistem içi siyasete prim vermemişti. Bir takım kazanımlar ve maslahatlar üretip bunları sağlayan batıla destekçi olmayı sonu ateş olan “zalimlere meyletmek”[3] olarak değerlendiren tutumuyla, şirke ait yollarla, şirk sistemiyle uzlaşmayı, müdahaneyi ve itaati reddeden[4] onurlu bir duruş ortaya koymuştu. Hele de bu tür maslahat eksenli uzlaşmacı yaklaşımlarla, sistem içi batıl tercihleri meşrulaştırmak için aşırı yorumlar yaparak Allah’ın dinde vazetmediklerini dindenmiş gibi beyan edip karşı tarafa eklemlenme çabasının, bu manada azıcık da olsa meyletmenin, “hayatın da ölümün de azabının kat kat tattırılmasına”[5]sebep olacak bir sapma olacağının bilinciyle ilkeli ve izzetli bir mücadele çizgisi ve hepimizi bağlayan güzel bir örneklik oluşturmuştu.
Rasullullah (s), “Yaratmanın da emretmenin de Allah’a ait olduğu[6]“na ve bu sebeple de “tağutlardan ictinap edip (kaçınıp), sadece Allah’a kulluk ve itaat etmek”[7] zorunluluğuna dair imani ilkelerin gereği olarak “Allah’ın şeriatıyla hükmetmek”[8] sorumluluğunu esas aldı ve bu hedefe kilitlendi. Rasulullah ve beraberindekiler, En’am Suresi 153. ayette gösterilen sırat-ı müstakıme ihlasla sarıldılar, tek kurtuluş ve adalet yolu olan, Allah’ın bu yolundan uzaklaştıracak, istikameti saptıracak -batıl içindeki aldatıcı gri tonlar da dahil- başka yollara, batıl çizgilere kaymadan yürüdüler. İstikrarlı ve ısrarlı bir adanmışlıkla davet, eğitim ve şahidlikle İslami şahsiyet ve cemaati/toplumu inşa mücadelesini sürdürdüler.
Tağuti sistemin nadiyesine (meclisine) alternatif nadiye (meclis) oluşturmayı ve Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyi ertelemeden, Mekki ayetlerde vurgulandığı gibi “İnsanlara hepsinin Rabbi olan Allah’tan başkasının hükmüyle hükmedilmesi halinde, O’nun dinde izin vermediği şeyleri yasa haline getirenlerin ilahlaştırılıp Allah’a şirk koşulmuş olacağı”[9] hakikatini haykırmayı tavizsiz sürdürerek, ancak Allah’ın şeriatıyla/hükümleriyle hükmedecek bir sistemi hedeflediklerini vurgulayarak ve açıkça ortaya koyarak hareket ettiler. Çünkü “hükümranlık tamamen Allah’a aittir”.[10] Sadece kozmik hakimiyet O’nun değildir, yeryüzündeki hakimiyet ve hüküm de O’nun yetkisindedir, yani “göklerdeki ilah da, yerdeki ilah da O’dur”[11]. “O’ndan başka ilah yoktur, dünyada da, ahirette de, hamd O’na mahsus, her iki hayatta da hüküm O’na aittir ve sonuçta O’na döndürüleceğiz”[12] dediler. Sonuçta da, kıyamete kadar gelecek müminlere güzel bir model ve örneklik oluşturdular.
İşte bu bilinçle çıtayı, sistem içi görece olumluluklara razı olunmayacak, sistem içi taleplere indirgenemeyecek en yüksek noktaya koydular. Bu sebeple de sistem içinde çoğulcu bir modelle “devlet başkanı” teklifi bile bu hedef ve talep çıtasının altında kaldı ve reddedildi. Evet bütün kuşatılmışlığa, ekonomik ve sosyal boykotlara, çaresizliklere, imkansızlıklara, zulümlere, işkencelere, katledilmelere, zayıflığa, hicrete zorlayan şartlara ve bir avuç insan olmalarına rağmen, önlerine gelen; devletin başı olma, devleti birlikte yönetme, zenginleşme vb tekliflere onurlu bir red cevabı vererek cahiliye sistemiyle uzlaşmadılar, bütünleşmediler.
Allah’ın hükümlerini esas almayan cahiliye meclisi/nadiyesi Darün Nedvelere girmek ve mü’minlerin gördükleri zulümleri bu yolla azaltmak için sistem içinde oyalanmak yerine, Allah’ın hükümlerini esas alan İslami alternatif nadiyeyi/meclisi oluşturup mü’minlerin şurasını kurmakta ve her şeye rağmen tavizsizlikte ısrar ettiler. Cahiliye sisteminden ve şirki esas alan kurumlarından beraatlarını ilan ederek uzaklaştılar, Nuh (as) gibi tevhid gemisini inşa etmeye, alternatif İslami yapıyı oluşturmaya yoğunlaştılar. Sistem içi araçlardan, sadece İslami kimlik ve şeriata ters düşmeden, hududullahı aşmadan kullanabileceklerini, karşılığında hiçbir taviz ve taahhütte bulunmadan kullandılar. Sistemi revize ve reforme etmeye değil, sistemi kökten değiştirmeye ve bu amaçla öncelikle toplumun özündekini tevhidi istikamette değiştirmesine vesile olma sorumluluklarını yerine getirmeye çaba gösterdiler.
Bugünün Müslümanları ise, Nebevi Yöntemi İçselleştirip İstikameti Koruma Dirayeti Gösteremiyorlar. Bir An Önce İktidar Nimetine Ulaşma ya da Zulmü Defetme Aceleciliğiyle, İlkesiz ve Ölçüsüz Biçimde ya Batıl Sistem İçine Dalıyor ya da Şiddeti Esas Alıyorlar
Bugün ise, kendi ürettikleri bazı maslahatlar ya da imkanlar, beklentiler uğruna, alim seviyesindeki Müslümanlar bile laik sistem içi siyasetteki taraflardan birine meyletmeye, saflarında yer almaya, destek olmaya yönelebiliyorlar. Üstelik kendileri meyletmekle kalmayıp, sadece Kur’an’a çağırmaları gereken davetin muhatabı kitleleri, bir de batıl sistem içi görece özgürlükçü ve gri tonlu zulümatı temsil eden siyasileri desteklemeye, gazete ilanları vererek, bildiriler yayınlayarak ya da makaleler yazarak çağırabiliyorlar.
Halbuki, Müslümanların iktidar ve rant kavgası ekseninde gelişen sistem içi siyasette taraflardan birisinde yer alması, karşı tarafı topyekun bir dille mahkum eden bir dil kullanması, bir yandan diğer tarafa karşı tebliğci misyonunu yitirmesine yol açarken, bir taraftan da desteklediği sistem içi siyasetin vahyi esas almayan liberal laik politikalarının yol açtığı bütün adaletsizlik, haksızlık, zulüm, yoksulluk ve yolsuzluk uygulamalarının faturasının İslam’a ve Müslümanlara kesilmesine yol açıyor. Ayrıca bir yandan bu destek savrulmasını yaşayan kesimlerin bizzat kendi çevrelerinde, zamanla yaşadıkları gibi inanmaya ya da yaşadıklarını meşrulaştırmak için Hakkı tahrif eden aşırı, zorlama yorumlara yönelerek hak ile batılın karıştırılmasına sebep olan kafa karışıklıklarının yaşanmasına sebep olunuyor. Diğer taraftan da, davetin muhatapları nezdinde tutarlı, güvenilir, emin mü’minler olma vasfı yitiriliyor. Bu sistem içi mücadelenin kirletip yozlaştırması sonucu, ahlakıyla, davranışlarıyla tutarlı biçimde vahye şahidlik yapan örneklikler kaybediliyor, sonuçta da Hakkın doğru bir muhtevayla muhataplara ulaştırılması imkanının ortadan kalkmasına yol açılıyor.
Bilindiği üzere bölge halkları haklı bir öfke birikiminin patlaması sonucu yine haklı sebeplerle ayaklanmışlardı. Ama bölgedeki hakimiyet, güç ve örgütlülük bakımından emperyalistler daha imkanlıydılar. Bölgedeki despot yönetimlere hizmet eden ordu, polis, istihbarat, yargı, bürokrasi, ekonomik güç ve medya tamamen batılı emperyalist demokrasilerin emrindeydi. Bu güçlere karşı sistem içinde hükümet olabilmek ve orada kalabilmek için en az onlar kadar imkana sahip olmak gerekirdi. Bu güç ise Müslümanlarda yoktu, halk bile yeteri kadar İslamileşebilmiş ve bu güçlere karşı galebe çalabilecek konuma gelmiş değildi. Bu sebeple, Müslüman halkların, henüz İslami toplumu inşa edecek Kur’ani bir inkılabı yaşamadan, cahiliye toplumu ve egemen batıl sistem devam ederken sistem içi hükümetlere talip olmaları Nebevi yönteme aykırılık yanında, bu büyük kuşatma altında sistem içinde iktidar olmalarına asla izin verilmeyeceği gerçeği bakımından da yanlıştı.
Böyle büyük bir kuşatmayla egemen olanlar ve tevhidi bilinçten uzak toplumu istedikleri istikamete yönlendirecek güce sahip bulunanlar, halkın iradesinin tecellisine izin vermezler ve vermediler. Nebevi yöntemde ısrar ederek Allah’ın yardımına müstahak hal tam kazanılmadan sistem içi hükümet arayışı, ilahi yardımın devreye girmediği beşeri planda bir iktidar olma çabasıydı ve bu sebeple de beşeri anlamda daha güçlü olan batılı güçler ve uşakları tarafından kolayca engellenebildi.
On yıllardır devam eden bölgedeki olaylardan ve son halk ayaklanmaları sürecinde manipüle edilen gelişmelerden anlaşılan odur ki; bölge halkları içinde yaşanan İslami uyanışın tevhidi istikameti koruyarak gelişmesi ve Nebevi yöntemi takip ederek Allah’ın razı olacağı hedefe yönelmesi özellikle engelleniyor. Sonuçta, ya istikametini bozarak ve yozlaşarak batıla bulaşması ya da insanların nefretini kazanacak şekilde kör şiddete doğru sapması temin edilmek isteniyor. Bu amaçla İslami diriliş öbekleri, birincisi batıl sistem içi demokratik siyaset, ikincisi ise kör şiddeti “cihad” sanan Nebevi yönteme aykırı silahlı mücadele yöntemi olan iki uca doğru itiliyorlar. Böylece hem insanlığın uyanışına vesile olacak bir örneğin bölgede ortaya çıkıp modelleşmesi engellenmek, hem de oluşan İslami birikim bu iki uçta toplanarak; ya batıl sistem içi siyasetin ya da kör şiddete dayalı kaosun içine çekilerek yozlaştırılmak ve insanlık için özlenen bir sahici alternatif olmaktan çıkarılmak isteniyor.
Bir yandan Müslümanlar, işgal, sömürü, katliam, işkence ve tecavüzlerle en ağır zulümlere maruz bırakılarak ve mukaddeslerine yapılan hakaretlerle provoke edilerek çaresizlik içinde şiddete yönelmeleri sağlanıyor. Ya da bölgedeki karşıt kesimleri silahlandırıp birbirine karşı kışkırtıp vuruşturarak, silah üretim tekeline sahip oldukları için de istedikleri gibi manipüle edip hegemonyalarını sürdürmeye çalışıyorlar. Diğer yandan da Müslümanları sistem içi demokratik uca yönlendirip, orada da küresel seküler emperyalizmin kırmızı çizgilerine itaate zorlayarak, kendi seküler değerleri içinde yozlaştırmayı hedefliyorlar.
Üstelik bu iki uca yöneliş de emperyalist demokrasilerin işine geliyor, ya doğrudan destekliyor, ya da önünü açarak bu savrulmalara ortam hazırlıyorlar. Müslümanları, çeşitli proje, plan, operasyon ve provokasyonlarla hem kör şiddete, hem de seküler demokrasiye yönlendiren, zorlayan, icbar eden Batıdır. Çünkü Müslümanların bu iki uca kaymaları da emperyalist zalim batılı demokrasilerin işine gelmekte, iki uçtaki tercihi de kendi çıkarları için kullanmaktadırlar.
Üstelik bu iki uç birbirini besleme rolü de oynamaktadır. İki uç da, sonuçta; vasatta duran Nebevi yöntemden uzaklaşmaya yol açmaktadır. Nebevi yöntem ise, tebliğ, eğitim, vahye şahidlik ve ıslah mücadelesi ekseninde güzel örneklik, ahlaklı ve adil bir model oluşturarak, kalpleri-gönülleri fethederek, toplumları vahiyle arındırıp inşa ederek İslami adalet sistemini hedeflemektedir.
Sonuçta bu her iki uca savrulmak da Batıya yaramakta ve Batı da bunu arzu etmektedir, neden? Çünkü her iki uçta da Batılı emperyalist demokrasiler güçlüdür. Her iki alanın da malzemeleri, kuralları ve silahları Batı tarafından üretilmektedir. Bu sebeple bu her iki alan da Batının kontrol denetim ve yönlendirmesinin güçlü ve belirleyici olduğu alanlardır. Yani Batı emperyalizmi, İslam’a ve Müslümanlara karşı açmış olduğu savaşta, düşmanını kendi güçlü olduğu bu iki alana itmeye çalışmakta ve maalesef başarılı da olmaktadır.
Batı demokratik emperyalizmi iki uçta, ya kendi ürettiği silahlarla on yıllara sari şiddet sarmalında Müslümanları yorup tüketmeye ve ayrıca bu alanda cahillikle, zorda kalarak yaşanacak veya manipüle edilecek yanlışlar, gayri İslamilikler içinde İslam’ı yıpratıp, Kur’an mesajının Dünya insanlığını aydınlatması engellenmeye çalışılacaktır. Ya da kör şiddete kayanlara kızgınlıkla veya Batı emperyalizminin hışmından çekinerek, yahut da kimi pragmatik hesaplarla egemen Batının seküler modellerine sığınacak, liberal demokrasilere yönelecek olanları yine kurallarını kendi ürettiği bu alanda yozlaştırıp, İslami kimlik ve iddialarından koparıp kendisine benzetecektir.
Üstelik laik demokrasiyi benimseyenlerin de, ancak Batıyı sürekli belirleyici patron bilmek ve onun kırmızı çizgilerini hiçbir şartta aşmamaya özen göstermek şartıyla önleri açılmakta, aykırı düştüklerinde ise hemen terbiye edici operasyonlara muhatap kılınmaktadırlar.
Batının güçlü olduğu bu iki uca savrulup İslami olmayan yöntemleri takip edenler, Allah’ın mü’minlere vadettiği yardımdan da mahrum kalacaklarından, bu iki uçta galibiyet her iki alanda da değer ve kural koyucu, belirleyici, silah üretici, istediğine istediği kadar silah verip yönlendirici ve beşeri anlamda güçlü olan tarafın, yani Batının olacaktır, on yıllardır da öyle olmaktadır.
Rasulullah(s) İki Uca da Uzak Durarak En Zor Şartlarda 13 Yılda Medine’ye Ulaştı, Günümüz Müslümanları Olarak Bizler ise 12 Yıllık AKP Döneminin Görece Özgür Ortamında Dahi Hiç Değilse Bağımsız İslami Kimlikli Bir Yapıyı Bile İnşa Edemedik
Vakıa olarak da günümüzde ülkemizdeki ve bölgemizdeki İslami uyanış öbeklerinin çoğunluğu sistem içi demokratik siyasete eklemlenirken, daha az olan kısmı da tekfirci kör şiddete doğru kayarak, iki uca kaymaya yönlendiren emperyalist beklentiye, bu yanlış tercihleriyle ve hal diliyle olumlu cevap veriyor, bu manipüle edilmiş, provoke edilmiş sona doğru hızla koşuyorlar. Kimi öncü şahsiyetlerin, yazar ve aydınların ve kimi samimi tepkisel gençlerin; kulluk ve ahiret eksenli hayat tasavvuru yerine ikame ettikleri iktidar ve dünya eksenli tasavvurları çerçevesinde bu iki uca savrulmaları gerçekleşiyor. Vasattaki tevhidi uyanışın oluşturduğu birikim ise, zaman zaman provoke edilerek ya da değişik yöntemlerle yönlendirilerek ve önleri açılıp teşvik edilerek yahut da öncülerinin aceleciliği, kısa zamanda sonuç almak isteğiyle bu iki uca doğru savruluyor. Sonuçta da hep birlikte çabalarımızla oluşan İslami birikim bir türlü istikameti ve ilkelerini koruyarak gelişemiyor ve alternatif bağımsız bir İslami yapı oluşturamadan her seferinde sisteme eklemlenerek eriyor ya da kaosa sürüklenerek yozlaşıyor. Yıllarca süren çabalarla sağlanan bu İslami birikim, kimi kazanımlar, görece özgürlükler elde etmek, bir an önce iktidar nimetlerine ya da güce kavuşmak pragmatizmiyle yaşanan iki uca doğru savrulmalar sonucunda kolayca harcanıyor, bir türlü istikameti koruyarak gelişemiyor ve alternatif bağımsız bir yapı oluşturamıyor. İşte bu sebeple de, ümmet tevhidi niteliğini kazanamıyor, birliğe, dirliğe, izzete kavuşamıyor. İşgalcilere, despotlara ve emperyalist güçlere karşı, Allah’ın yardımını hak edip galebe çalacak bir konuma bir türlü gelemiyor.
Hatta bazı Müslüman alimler, hocalar, öncü şahsiyetler ve yazarlar, batıl sistem içi siyaset ve hükümet arayışlarını meşrulaştıran açıklamalarla yeni nesillerin uçlara savrulmasına, sistem içinde oyalanmalarına vesile oluyorlar. Geçmişte çok yakın olduğumuz bazı kardeşlerimiz bile bu iki ucun İslami olduğunu, Mekke’de de bu iki yöntemin söz konusu olduğunu, o gün Peygamberlerin de tercih ettikleri bu iki yöntemden birisini bugünün Müslümanlarının da ictihadi bir tercih olarak seçebileceklerini ifade ederek bu iki uca meşruiyet kazandırmaya bile kalkışabiliyorlar[13]. Sistem içi görece iyileşmeyi çok abartıp eklemlenen söz konusu kesimlerin öncü yazar kadrosundan bir kardeşimiz, bu tercihlerinin meşru olduğunu ispat sadedinde Mekke’de Rasulullah’ın (s) da, bugünün sistem içi demokratik yöntemine benzer tercihlerde bulunduğunu iddia edecek kadar mesnetsiz, delilsiz iddialarda bulunabilmektedirler.
Bugünün Mekke’si konumundaki ulus devletlerin kuşatması altındaki Müslümanların önünde, içtihatla birisinin tercih edilmesinin meşru/şer’i olduğunu iddia ettikleri, birisi gizlilik ve şiddete dayalı yolla rejimi devirmek, diğeri de demokratik seçimlere girerek değişimi sağlamak olan iki yol bulunduğunu iddia edebilmektedirler. Böylece Müslüman zihinleri karıştırmaya ve sistem içine yönlendirmeye ve üstelik ikna edebilmek için bu tercihlerin İslami olduğunu, Peygamberlerin de bunlardan birisini şartlara göre tercih etme konumunda bulunduklarını bile söyleyecek kadar ileri gidebilmektedirler.
Halbuki, yıllardır tevhidi mücadele saflarında birlikte bulunduğumuz bu kardeşlerimiz de, hiç bir Peygamber’in gizlilik ve şiddete dayalı bir yöntemle rejimi devirip içinde bulundukları toplumlara hükmetmeye kalkışmadığını ve hiç bir Peygamber’in sistem içi siyaset yollarını (günümüzde demokratik seçimleri) kullanarak ya da sistem içi siyasi taraflardan birisine destek vererek toplumsal ve siyasal dönüşüm çabası göstermediğini gayet iyi bilirler. Ama gerek (farklı boyutta da olsalar) Mısır ve Türkiye’deki sistem içi Demokratik seçimlerle hükümet olma çabalarına ölçüsüz biçimde angaje olup meşru görmeleri, gerekse AKP’nin de hatalı politika ve teşvikleriyle Suriye özelinde başlatılmış silahlı mücadeleye sorgulamaksızın tam anlamıyla teslim olmuş yaklaşımları sonucunda, haldeki bu tercihlerini meşrulaştırmak ihtiyacıyla Mekke dönemine bile onaylatıp rahatlamak eğilimi bu tür bir mesnetsiz düşünceler üretmelerine yol açmış olabilir.
Diğer taraftan günümüzde vasattaki nebevi yöntemden ayrışarak ortaya çıkan bu iki sapma, iki uç, birbirini itme, tahrik etme ve besleme rolü de oynamaktadır. Batıl sistem içi uzlaşmacı çizgiye savrulanlara kızanlar yeni bir ilkesizlikle ölçüsüz tekfir ve kör şiddete kayarken, onların bu kör şiddetini ve zulmünü görenler de laik demokrasinin “faziletlerini”(!) yeniden keşfetmeye, “laikliğin kıymetini bilelim” demeye başlayabiliyorlar. Yani her iki uç da, Müslümanları tevhidi istikametten saptırıp bozuyor ve vasattan sapmaları sebebiyle yozlaşmalarına yol açıyor. Sonuçta bu iki uca kayanlar birlikte, vasat olan Nebevi yönteme, İslam’a, Müslümanlara ve İslami tevhidi mücadeleye büyük zararlar veriyorlar. Bu yüzden on yıllardır süren çabalar sonucu sağlanan birikim hep bu iki uca savrulanlar tarafından heba edildi.
Birisi faşist, diğeri demokratik olan bu iki batıl yöntem, bunca yıl denendiği halde dünya insanlığına örnek olacak İslami bir sisteme ulaşılamadı, ulaşılamaz da. Her seferinde hüsran, kan, gözyaşı, acı, ıstırap, katliam ya da baskı, yasak ve tasfiye geldi. Birikimler heba oldu ve daha geriye gidildi. Halbuki tek denenmeyen Nebevi yöntem olduğu halde, bir türlü bu idrak edilemiyor, kabullenilemiyor. Üstelik iktidar eksenli bu iki uç, kulluk ve ahiret eksenli Kur’ani çizgiyi ve Resulün mücadele sünnetini tavizsiz sürdürmekte ısrar eden vasattaki az sayıda Müslüman’ı ise, yok sayıp dışlıyorlar, hatta bazen “hala orada mısınız?” diyerek küçümsüyorlar. Sistem içi batıl siyasetin içinde görece iyi olandan taraf ve aktif destekçi olmayanları, mağaraya çekilmekle suçluyorlar. Hak’tan taviz verip batılın bir çeşidini destekleyerek sarayda olmaktansa, görece imkanlara kavuşmak ve var olabilmek söylemlerinin arkasına takılıp karşıtınıza sığınmaktansa, zalim sisteme karşı sadece Hakkı haykırarak Ashab-ı Kehf misali gerektiğinde mağaraya sığınmanın da bir şeref olduğunu, keşke bu kardeşlerimize bir daha anlatmak gerekmeseydi.
Güzel örneğimiz olan Rasulullah (s) ise, Mekke’den Medine’ye yönelen İslami toplumu inşa sürecinde, ne silahlı mücadeleye başvurdu, ne de bir takım kazanımlar adına batıl sistem içinde yönetime gelmeye ( yahut sistem içi siyasete eklemlenmeye) savruldu. Tam tersine büyük zulüm, işkence ve ekonomik-sosyal boykota katlanma ve az sayıda müminden bir kısmını şehid verme pahasına asla tavize yanaşmadı, İslami olmayan iki uca mesafeli durarak vasat tevhidi çizgiyi takip etti. Ne bir avuç mü’min kardeşini işkence, zulüm ve öldürülmekten koruma maslahatını güderek ayağına gelen devlet başkanı teklifini kabul etti. Ne de kardeşlerine zulmedenlere, onları işkenceyle şehid edenlere karşı silaha sarılıp savaşa başvurdu. Sabırla ve merhametle kendilerine zulmedenlerin bile hidayetlerine, tevhidi mesajı daha çok insanlara ulaştırıp kurtuluşlarına vesile olmaya ve gönülleri fethederek toplumu vahiyle inşa edip Kur’ani bir inkılabı gerçekleştirmeye ve ancak bu sosyal-toplumsal değişim sonucunda da İslam’ın adalet sistemine ulaşmaya çalıştı. Sonuçta da ilahi yardımı hak ederek yaklaşık 13 yıl sonra İslam’ın özgürlüğü ve iktidarı ile özdeş olan Medine’ye ulaştı.
Bizler ise onlarca yıl geçtiği halde bir türlü Kur’an ve tevhid eksenli bir bağımsız İslami kimlikli yapıyı bile oluşturamıyoruz. Sadece 12 yıllık AKP dönemi bile oluşturduğu “görece özgürlük” vasatında, bu tür bir oluşumu ortaya çıkarmak için önemli imkanlar sunduğu halde, bu imkanlar dahi ilkeli biçimde kullanılamamış, tam tersine bu imkanların karşılığında sistem içi siyasete meyleden yaygın savrulmalar yaşanmıştır. Böylece, aslında büyük avantaj olabilecek olan bu dönem, maalesef dirayetsiz ve istikameti korumada zaaf gösteren Müslümanların yanlış tercihleri sebebiyle hüsrana yol açan bir dönem haline gelmiştir. Bir çok tevhidi grup ve çoğunluk Müslümanlar bu görece özgür ortamını kullanarak sistemden bağımsız İslami kimlikli bir yapıyı ortaya çıkaracak yerde, tevhidi mücadele stratejisini bırakarak taktik arayışların peşine düşmüş ve sistem içi siyasete savrulmuşlardır. Sistem içi kazanımların çok önemsenmesi sonucu, onları arttırmak ve korumak refleksiyle batıl sistem içi siyasete eklemlenildiği için on yıllara sari tevhidi uyanış süreci birikimi de bu süreçte heba edilmiştir. Toplumu vahyin ölçüleriyle dönüştürüp tevhidi istikamette bir inkılapla yeniden inşa etme sorumluluğunu taşıyanlar, davetin muhatabı olan topluma ve onun sistem içi tercihlerine doğru savrularak, onlara benzeyerek, hem bu örnekliklerini ve davetçi sorumluluklarını zaafa uğratmış, hem de yaklaşık 30-40 yıllık birikimi son beş yılda harcamışlardır.
Alim, Cemaat Önderi, Hoca Gibi Sıfatları Taşıyan Öncülerin Örnekliğinin Önemi ve Yanlış yapmalarının Büyük Vebali
Toplumların içinde yol gösterici, örnek ve model olması gereken alim, hoca, cemaat önderi gibi öncü şahsiyetlerin, İslam’ın doğru anlaşılmasını sağlayan net tevhidi davetleri ve Nebevi yöntemi esas alan güzel örneklikleriyle topluma doğru istikamet ve hedefleri kazandırmak konusunda büyük sorumlulukları vardır. Çünkü alim ve öncü konumundaki Müslümanların nebevi yöntemde sebat eden bir örneklik oluşturmak yerine, sistem içi siyasete davet eden yaklaşımlar sergilemeleri, sistem içi siyaset ile kör şiddetten oluşan iki uca savrulmaları besleyen bir rol oynamaktadır.
Maalesef, alim sıfatı taşıyan, ya da Müslüman yazar, öncü, aydın konumunda bulunan şahsiyetlerin sistem içi siyasete davet çabaları, hem bazı genç Müslümanların tepkisine yol açarak, onları silahlı mücadeleyi yöntem olarak benimsemeye daha fazla itici bir etkisi olmaktadır. Hem tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimlerin kafalarının karışmasına sebep olarak, onlar nezdinde sistem içi demokratikleşmeye meşruiyet kazandırmakta ve bu yöne doğru savrulmaları daha fazla arttırmaktadır. Hem de zaten sistem içi tasavvuru aşamamış olan tevhidi bilinçten yoksun musalli insanların sistem içinde kalmaları kalıcılaştırılmakta, onların tevhidi bir bilince ermeleri için hakiki bir örneklik/şahidlik yapılamamış olmaktadır.
Bir yandan despot rejimlerin ve emperyalistlerin baskı, zulüm, sömürü, işkence ve katliamları mazlum halkların çocuklarını şiddete yönlendirirken, diğer taraftan “İslam alimi”, “Müslüman aydın, öncü, cemaat lideri” unvanı taşıyanların nitelikli ve güzel bir örneklik/model oluşturamamaları, mazlum halkların çocuklarında meydana gelen haklı tepkiyi Nebevi bir yönteme kanalize edememeleri, bu anlamda ilmiyle amil ahlaklı örneklikler ve doğru temsiller ortaya koyamamaları da bu eğilimi güçlendirici bir rol oynamaktadır.
Hatta tam tersine bu öncülerin ortaya koydukları eklektik, hak-batıl karışımı söylem ve duruşlar, batıl sistem içi siyasetlere eklemlenmeye yönelik çağrılar, bu silahlı mücadeleye dayalı şiddet eksenli uca doğru eğilimi daha da besleyen bir rol oynamaktadır. Çünkü kendileri Nebevi vasatta bir örneklik oluşturmak yerine, sistem içi siyasete doğru meyledip, üstelik Müslümanları Nebevi yöntemle sadece Kur’an’a davet edecek yerde sistemin laik demokratik partilerine oy vermeye çağırmaları, bir yandan Müslüman kesimde laik demokrasiye doğru savrulmaları teşvik ediyor. Diğer yandan da, ilahi vahyi dışlayarak yapılan şirk anayasanın yapımına oy vererek onay vermek ya da batıl sistem içi siyasete, laikliği savunan ve şirkle hükmeden bir partiye ve liderine oy vermek gibi bir şirk amelinin “farz”, “ibadet”, “takva“,“Allah’a teslimiyet” aksinin ise “günah” olduğunu bile söylemeye kadar varan ilkesiz, tutarsız yaklaşımlar ortaya koymaları sebebiyle, bu tutum karşısında bunalan ve bu gidişe kızan gençlerin de öteki uca, tekfirci şiddet eksenli uca doğru savrulmalarını daha çok tahrik etmiş oluyorlar.
Gerçekten de, Kur’an ilimlerini tahsil etmiş ve yıllarca Kur’an’a davet etmiş bazı alim, akademisyen, hoca ve öncü şahsiyetlerin, bu birikimlerini bir tarafa bırakıp ya da yeni tevillerle eğip bükerek sistem içi siyasete destek amacıyla kullanmaları ibret verici ve son derece üzücüdür. Bu öncü şahsiyetlerin, böyle bir basiretsizlik ve ilkesizlikle, pragmatizmin yol açtığı sığlık ve ufuk darlığıyla sonuçta tevhidi nebevi yöntemden uzaklaşmaları sebebiyle, bir yandan sistem içine eklemlenenler hızla çoğalırken, diğer yandan da tekfirci “aşırı uç” bunlara yönelik haklı tepkiden de beslenerek daha fazla büyümüştür.
Hem Yusuf el-Karadavi’ye Verilen İdam Kararına Karşı Çıkmalı, Hem de Onun Müslümanları Sistem İçine İten Yanlış Tutumunu Eleştirmeliyiz
Mısır’ın darbe yargıçları keyfi bir kararla, Mursi ve dava arkadaşlarıyla beraber Dünya Alimler Birliği Başkanı Yusuf el-Karadavi’yi de idama mahkum ettiler. Yukarıdaki bölümlerde bu zulme muhatap olan kardeşlerimizin açıkça yanında yer alıp zalimleri tel’in ettiğimiz gibi, alim Karadavi’nin de yanında yer alıp ona zulmeden alçakları tel’in ediyoruz. Ancak, daha önce de ifade ettiğimiz üzere bu tutumuz nasıl İslami sorumluluğumuzun bir gereği ise, onun bir alim olarak çok tesirli olan ümmete yönelik yönlendirmelerinde daha titiz ve ilkeli olması gerektiğini söylemek, beklemek ve yanlış yöntemlere yönlendirmelerine karşı da Kur’an’ın ve Nebevi sünnetin ölçüleriyle itiraz edip eleştirmek de İslami sorumluluğumuz olarak görülmelidir
Karadavi gibi alimlerin, Nebevi yönteme ve Kur’an’ın muhkem naslarına, tevhidi ölçülere davetten asla taviz vermeyen bir örneklik oluşturup Müslümanlara sürekli istikameti hatırlatan bir çabada yoğunlaşmaları gerekirken İhvan’ı sistem içi hükümet arayışına yönlendirmeleri, kanaatimce ilmi birikimlerine yakışmamıştır. Ancak Karadavi’nin, İslami kimlik ve ilkelerini koruyarak sadece demokrasiyi seçime indirgeyip sistem içi hükümet arayışına giren İhvan’ı yanlış olsa da bu yolda teşvik etmesinin, İslam dairesinde te’vili daha önce ifade ettiğimiz gibi mümkündür. Fakat Karadavi’nin burada durmayıp, dünya Müslümanlarını, sırf muhaliflerine nazaran ümmet açısından bazı görece olumlulukları temsil ettiği için laik liberal demokrat olan partilere de oy vermeye çağırması ve üstelik bu amelin “dini fariza”, “Kur’an’ın emri” olduğunu söyleyecek kadar sınır tanımaz bir aşırılığa kayması, şer’i delil açısından izahı mümkün olamayacak bir tutumdur.
Mesela Yusuf el-Karadavi; “din bireyseldir”, “ekonominin dini imanı olmaz”, “bu çağda faizsiz ekonomi mi olur” anlayışına sahip ve Müslümanları bu anlayışa ve bütün dinlere eşit uzaklıkta duracağı iddia edilen Anglosakson laikliğine (Ilımlı Laikliğe ve onunla uyumlu Ilımlı İslam’a) çağıran, üstelik “laiklikle İslam bağdaşır” diyerek İslam’ı da tahrif etmekten çekinmeyen AKP ve Erdoğan’a oy verilmesinin “dini bir fariza” olduğunu söyleyebilmiştir. “Türkiye halkı son yıllarda farklı alanlarda kalkınmayı beraberinde getiren büyük bir demokrasi örneği sergiledi. Ben bu demokrasi yolundaki başarıyı Türkiye ve İslam ümmetine hayır getirmek üzere yollarını tamamlamaları için çağrıda bulunuyorum, Oylarınızı heba etmeyin” diyebilmiştir.
“Kendi şahsım adına ve Dünya Müslüman Alimler Birliği Kurumu adına”şerhini düşerek yaptığı açıklamada, herkesin oy kullanması ve bu hakkını heba etmemesi gerektiğini söyleyen Karadavi; “Ülkesinin ve halkının yararı doğrultusunda doğru bulduğu kimseye oy vermek dini bir farizadır. Kur’an bize bu yönde talimat vermiştir” ifadesini bile kullanabilmiştir. “Müslüman Türkiye toplumunun cumhurbaşkanlığı seçiminde samimiyeti ve cesaretiyle, güçlü, güvenilir, bilgili, vatanına, dinine ve milletine sadık olduğunu ispatlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı seçmesine davet ediyorum. Zekası ve geniş perspektifiyle halkının desteğini alan Erdoğan, bu duruşuyla, Allah’ın onunla olmamızı emrettiği bir kişi olduğunu gösteriyor. Çünkü Allah bize, ‘Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun’ diyor”[14] açıklamasıyla tevhid dininin ölçü ve ilkelerini laik demokratik siyaset için kullanacak kadar ileri gidebilmiştir.
Karadavi, ümmet çapında yaşanan bu tür savrulma ve yönlendirmelere engel olacak ilmi birikimini gündemleştirip yanlışa yönelenleri uyaracak yerde, bölgemiz ve ülkemiz Müslümanlarını bu yanlış yöntem ve batıl modellere destek vermeye çağırmakla ilmi birikimine sadakatsizlik yapmış olmuyor mu? AKP hükümeti ve Erdoğan’ın ümmet için görece olumluluk teşkil eden duruş ve politikalarını, halka hizmet götüren çabalarını, halka yakın duran eğilimini takdir edip, bu yüzden (CHP-MHP-HDP-Paralel Yapı-DHKP-C ve PKK’dan ibaret Batı destekli cepheden oluşan) muhaliflerine nazaran daha olumlu olduğunu söylemek tabii ki mümkündür. İşte bu muhaliflerin açık İslam ve ümmet düşmanı tutumlarından ve şiddet, kargaşa, kaostan başka bir şey vadetmeyen temsillerinden dolayı mağlubiyetini istemek makul ve şer’i hudutlar içinde kabul edilebilir. Ancak bu tutumun bile şer’i hudutları aşmadan ifade edilmesi gerekir. Ayrıca AKP hükümetinin görece olumlu kimi politikalarının ümmetin maslahatına olduğu değerlendirilip, bu konularda devamı için takdir ve teşvik edilmesi de makul ve mümkündür. Asla makul ve meşru olmayan ise, AKP Hükümetinin laik, seküler kapitalist parti olduğunun unutulup, ona meşruiyet kazandırılmaya ve Müslümanların bu saflarda yer almasını “dini bir fariza” ve “Kur’an’ın emri” olarak niteleyip, onları bu batıla doğru, hem de Hak adına yönlendirecek kadar hududullahı aşacak söylemler geliştirmektir.
Tevhidi Uyanış Süreci Öncülerinin Sistem İçi Batıl Siyasete Destek Çağrıları ve Bu Tercihlerini İslamileştirme Çabaları, Tevhidi Uyanış Sürecinde Çözülmelere, Dağılmalara ve Geriye Gidişe Yol Açmıştır
Hadi diyelim ki Karadavi gibi alimler Türkiye gerçeklerini bilmeden, AKP ve Erdoğan’ın ümmet lehine olduğunu gördükleri kimi çıkışları ve politikaları sebebiyle etkilenip duygusal davranıyorlar. Gerçi, Mısır ve Tunus’a giderek onları bile laik olmaya çağırdığını ve bu tezini itirazlara rağmen savunup “laiklikle İslam’ın bağdaştığını” ısrarla tekrar ettiğini ve tabii ki “Dünya Alimler Birliği Başkanı” gibi bir makama oturup da daha fazlasını bilmemesi mümkün olmadığı gibi, asla mazur da kabul edilemez. Ama onu bırakalım da onunla beraber aynı Alimler Birliği”nin üyesi olan yerli bir çok ilahiyatçı akademisyeni, Müslüman alimi, mollayı, hocayı, aydını, yazarı ve cemaat öncülerini, hatta tevhidi uyanış sürecinin taşıyıcı öncülüğünü yıllarca yapmış kişilerin kendilerinin ve başında bulundukları STK’larının aynı paraleldeki tutumlarını ne yapacağız? Bunların hepsi Karadavi gibi davranıyorlar. Sadece sistem içi AKP siyasetinin görece olumluluklarını takdir etmekle yetinmiyorlar. Günlük gazete ve televizyonlarda, sosyal medyada “demokrasi ve AKP’ye oy verme çağrısı” yapan, tarihi kültür ve medeniyet birikimi geleneksel hurafelerle, türbe kültürüyle laik, liberal demokratik modern hurafeleri sentez edip ihya etme çabası olan “Yeni Türkiye” projesini desteklediklerini açıklayan tam sayfa ilanlar veriyorlar, makaleler yazıyor, konuşmalar yapıyor, bildiriler yayınlıyorlar.
Faşist, Kemalist, baskıcı eski statükoya karşı olmanın haklılığından kalkıp, durulması gereken ilkeli yerde duramayarak, görece özgürlükçü ama o da laik, liberal, demokrat, kapitalist olan “Yeni Statüko/Yeni Türkiye”ye teolojik alt yapı hazırlama ve meşruiyet kazandırma konumuna sürüklenerek şu söylemleri geliştiriyorlar, Müslümanları bu açıklamalarla sistem içi siyasete yönlendirmeye ve aktif destekçi kılmaya çalışıyorlar. Mesela alim ve hoca sıfatını taşıyan bir Müslüman 19.02.2010 tarihli hutbesindeki şu sözleri ibretlik bir savrulmaya işaret değil midir?“Devletin imanı olmaz, Devletin imanı adalettir. Adaletli devlet mü’min devlet olur. Kim yönetiyor olursa olsun, ister gayrimüslim, ister Müslim yönetsin. Allah adaleti emretmiştir, kim olursa olsun, yöneten ne ile yönetiyor olursa olsun, yönetenin ideolojisi, dini, inancı ne olursa olsun, o tali bir hadisedir.”
Aynı şahsiyet, “Ulustan Ümmete” programında ise, tevhidi uyanış süreci öncülerinden bir kardeşimizin sessiz durarak onay verdiği şu ifadeleri kullanabilmiştir: “Biz siyaseti Akaid’i konuşur gibi konuşuyoruz. Bu, çok yanlış bir şey. Akidede siyah ve beyaz üzerinden konuşulur. Siyasette grinin tonları üzerinden konuşulur. Siyasette gelirler ve giderler, faydalar ve zararlar üzerinden konuşulur” diyerek akıde ve siyaset ayrımı yapabilmiştir. Daha sonra da, “Allah Rasûlü, Kâbe’ye doğru namaz kılarken Kâbe’nin içinde 360 tane put vardı, bunu unutmuyoruz. Tırnak içinde: “Allah Rasûlü, reel politiği gözetti.”“Bazen insanın yüzü ile gönlü farklı yerlere döner. Gönlünüz dönmesin. Yani gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele yok” diyerek kendini İslam’a nispet edenlerin şirk sistemine eklemlenmiş “reel politik” tercihlerine batıl kıyaslarla meşruiyet sağamaya yeltenebilmiş ve bazen “gönül kıblesi”yle, amellerin kıblesinin farklı olabileceği fetvasını üretebilmiştir. Üstelik sırf yandaşı olduğu yeni statükoya ve öncülerinin hak-batıl karışımı tutumlarına meşruiyet kazandırmak için yaptığı bu batıl ifade ve kıyasla Resulullah (s)’in de “gönül kıblesiyle, amellerinin kıblesinin zaman zaman şartlar gerektirdiğinde farklı olabildiği” gibi bir zanna yol açabilmiştir. Aynı televizyonda referandum sürecinde yaptığı bir başka konuşmasında şirk anayasasının yapımına iştirak etmeye, destek vermeye çağırmış ve tıpkı Karadavi gibi bu şirk amelinin “ibadet, takva ve Allah’a teslimiyet” olduğunu bile söyleyebilmiştir.
Bir başka yazar kardeşimiz ise, “Demokrasi olmasın” dediğimizde“İslami olan ne?” sorusunun hem tarihsel hem de bugüne ilişkin karşılığı yok” diyebilmiştir. Aynı kesim bir süre sonra, “bürün gayri İslami rejimler tağut değildir” demeye ve Yıllarca kendisine konferanslar verdirip istifade etmeye çalıştığımız bir ilahiyatçı Profesör kardeşimiz ise, bu değişim ve dönüşüm sürecinde şu beyanlarda bulunabilmiştir: “Demokrasinin ilk ve en iyi uygulandığı yer, Resulün dönemi ve 4 halife dönemi en iyi demokrasi orada uygulanmıştır.” Tevhidi uyanış süreci öncülerinden bazı alim ve aydınlar, katıldıkları bir Abant toplantısında imza attıkları bildiri de şunları ifade edebilmişlerdir:“Demokratik hukuk devleti, şiddet içermeyen bütün inanç ve düşünce sistemleri ve bunlara dayanan hayat tarzları karşısında eşit mesafede durur. İslam demokratik hukuk devleti’nin önünde bir engel değildir”.Görüldüğü üzere, sistem içi siyasete destekçi olanlar, sadece görece olumlu gördükleri sistem içi alternatifi oylarıyla desteklemekle de kalmamışlar, bu tercihlerini İslami göstermeye, laik, liberal demokrat bir siyasi parti ve politikalarının meşru olduğu imajı uyandıracak söylemler geliştirmeye kalkışmışlardır. Hatta kimileri “tagut” kavramını da vahyin müsaade etmeyeceği bir anlamla yeniden tanımlamaya çalışarak, “bütün gayrı İslami rejimler tagut değildir” diyerek Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen, görece özgürlükçü yeni laik liberal demokrat sistemlere, AKP hatırına farklı yaklaşmaya başlamışlardır.
Halbuki, AKP politika ve uygulamalarındaki görece olumlulukları takdir ederken bile, İslami kimliğe uygun adil bir konumda durmak için, bu görece olumlu laik liberal partinin, uygulamada yol açtığı yozlaşmayı, zengini daha zengin fakiri daha fakir yapan neo-liberal politikalarını, din anlayışlarını tahrif ederek kapitalistleştirdiği Müslüman kesimlerin sekülerleşmelerini, meşruiyet ölçülerini dikkate almadan daha çok kazanıp daha çok tüketen bir azgınlıkla dünyevileşmelerini sağladığı gerçeğini de açıkça ifade edip uyarmak gerekirdi. Liberal ekonomi politikaları sonucu, gelir dağılımında yol açtığı büyük adaletsizliklerin, emeğe yönelik sömürünün devam ettiğinin, gerekli tedbirler alınmadığı için Maden ocaklarında katledilen yüzlerce işçinin arkasından “işin fıtratında bu var” söylemleriyle İslami adalete ne kadar aykırı düşüldüğünün, bir çok AKP kadrosunun bulaştığı yolsuzlukların da açıkça ifade edilip net biçimde ve bağımsız İslami kimlik adına eleştirilmesi gerekirdi.
Uludere Roboski gibi halka yönelik katliam boyutunda zulümlerin bu dönemde de sürdürüldüğünü, İslami adalet adına açıkça ifade edip eleştirmek gerekirdi. Ceza hukukunda bu dönemde yapılan değişiklikler ve dünyevileşmenin zirve yapması sonucu zinanın, fuhşiyatın bu dönemde daha fazla arttığının, ahlakı bozan, aileyi yozlaştıran dizilerin bu dönemde daha fazla artıp, üstelik ümmet coğrafyasına ihracının bu dönemde zirve yaptığının da altı çizilip ciddi eleştireler gündemleştirilmeliydi. Bu yüzden, bu dönemde boşanmaların artmasının, çocukların ailede, çevrede, internette ve okulda daha çok yozlaşmasının, eğitim sisteminin ısrarla “tevhidi tedrisat” baskısı altında seküler programlar dayatılarak tam bir laçkalık içinde gençliği daha fazla yozlaştırmasının üstünde durulmalı, önemli uyarılar gerçekleştirilmeliydi. Her vilayete üniversite açıp, nitelikli kadro yetiştirmek ihmal edildiği için sonuçta kalitesiz seküler bir eğitimin yaygınlaştırıldığı, büyük illere bir çok “Adalet Saray”ı açıp ama Bülent Arınç’ın “Sarayı yaptık şimdi sıra adalete geldi”, “Çok güzel saraylar yaptık ama yargıya güveni sağlayamadık” diyerek, saraylar yaptık ama adaleti sağlayamadık itirafında ifade edildiği gibi adaletsiz bir düzenin devam ettirildiği de açıkça söylenip eleştirilmeliydi.
Hakan Albayrak’ın TRT Diyanet Kanalında hazırlayıp sunduğu ‘Neden?’ isimli programda Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Yusuf Kaplan bile, AKP hükümetinin politikaları hakkında şu tespitleri yapabilmiştir: “Çok büyük hatalar yapılıyor. Gençlik gidiyor, medya berbat durumda! Dünyaya ahlaksızlık satıyoruz. Birileri çıkıp söyleyecek bunu. Dünya bize bakıyor. Türkiye’de kültürde yokuz. Toplumsal doku çözülüyor. Yapılan yanlışlıklara dikkat çekmek zorundayız. Eğer bir önlem alınmayacaksa biz istikametimizi yitirmek üzereyiz”. Halbuki istikamet hiç yakalanmadığı ve hep zulümat içinde kalındığı ve yozlaştırıcı seküler politika ve uygulamalar tam gaz devam ettiği halde, Yusuf Kaplan hem AKP’yi temelde benimseyip desteklediği, hem de sistemi aşan, önce toplumu ve sistemi değiştirmeye yoğunlaşmayı savunan bir tasavvura sahip olmadığı için ancak bu kadar söyleyebilmiştir.
“Yandaş Medya” yazarlarından Yusuf Kaplan’ın yaptığı kadar bile bir eleştiri yapmadan, AKP’ye ve Erdoğan’a “oy vermek dini bir farizadır.Kur’an bize bu yönde talimat vermiştir“, “(insanları)… dinine ve milletine sadık olduğunu ispatlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı seçmeye davet ediyorum”, “… Erdoğan, bu duruşuyla, Allah’ın onunla olmamızı emrettiği bir kişi olduğunu gösteriyor. Çünkü Allah bize, ‘Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun’ diyor” ifadelerini bu kadar kolay sarf etmesi ve bu kadar cüretkarca kullanması, Kur’an ilimleri alanında birikimi olan bir alimin bu ilmi birikimine yakışır mı? Yerli alim, hoca ve öncülerin yukarıda zikredilen sistem içi laik demokratik siyasete meşruiyet kazandırma çabaları, seküler siyasete aktif destekçi olmayı “ibadet, takva ve Allah’a teslimiyet” olarak niteleyen, tağutu Kur’an dışı yaklaşımla yeniden tanımlayan, tevhidsiz adaletin mümkünlüğünü iddia eden söylem ve tutumları, üstelik tüm bunları İslam adına zorlama yorum ve açıklamalarla ortaya koymaları nasıl izah edilecektir?
Kimi inisiyatif aralıklarını kullanıp halkın gasp edilmiş bazı haklarını iade ederek, ümmet coğrafyasındaki mazlum halkların hiç değilse bazılarının yanında despotlara, darbecilere ve arkalarındaki batılı devletlere karşı açık tepki vererek Müslümanların ve ümmetin maslahatına uygun görece olumlu politikaları sebebiyle, yukarıda ifade ettiğimiz diğer büyük zaaflarına rağmen AKP Hükümeti, sistem içinde “gri” bir ton oluşturmaktadır. Kur’an’ın aydınlığına ve tevhidi bilince ulaşamamış“dindar” ya da “muhafazakar” olarak nitelenen kitlelerin, fıtri özgürlük arayışı sonucu zulümatın koyu tonlarından kaçarak, zulümat içinde görece özgürlükçü ve görece ümmetçi çizgiyi teşkil eden bu “gri” tonlara doğru geçiş yapmaları da sistem içi görece olumluluk olarak nitelenebilir.
Ancak bu halk kitlelerinin söz konusu “gri” pozisyonları “aydınlık”/”Nur”zannetmemeleri için tevhidi istikameti sürekli işaret ederek, geldikleri gri tonlara aldanmayıp, kurtuluş için burayı da aşarak “Nur”a sıçrama yapmaları gerektiğini vurgulamayı da ihmal etmemek gerekir. Özellikle de, Müslümanları, zulümat içindeki sistem içi bu “gri” partilere “oy” vermeye de çağırmamak ve her şartta tevhidi daveti, Nebevi yöntemi işaret ederek sadece oraya çağıran ve istikameti ısrarla koruyan bir örneklikle doğru bir biçimde Hakk’a şahidlik yapmak gerekir. Aksi takdirde, hem Müslümanlar ve davetin muhatapları nezdinde batıla meşruiyet kazandırarak vahye aykırı davranmanın, hem de İslam ile alakası olmayan laik liberal bir partinin ve seküler politikalarının uygulaması sürecinde gerçekleştirilmesi kaçınılmaz olan bütün adaletsizliklerin, yolsuzlukların ve ahlaksızlıkların faturasının, bilmeyenler gözünde İslam’a ve Müslümanlara fatura edilmesinin büyük vebali üstlenilmiş olacaktır.
Nitekim bizler de, vasatta durarak, bir yandan AKP’nin batıl içinde “gri” bir ton oluşturduğunu, halk ve ümmet için faydalı kimi görece olumlukları olduğunu tespit ve teşvik etmekteyiz. Ancak bunun yanında, büyük tahrifat ve tahribatlarının bulunduğunu, sekülerlleşmiş/dünyevileşmiş kadro ve liberal politikalarından kaynaklanan zulümlerinin olduğunu vurgulayan, ama görece olumlulukları sebebiyle karşısındaki daha zalim muhalefetin mağlubiyetinden de memnun olduğumuzu ifade etmekteyiz. Hatta bu sebeple, Karadavi gibilerin oluşturduğu yanlış duruşun yerleştiği ucun karşısında olup da vasatta duramayıp diğer uca savrulan bazı kardeşlerimiz tarafından da bu konuda eleştirilmekteyiz.
“İslam âlimi”, “Müslüman aydın, hoca” ya da “İslami cemaat önderi”sıfatlarıyla anılan şahsiyetlerin maalesef çok büyük ekseriyetinin“gelecek tasavvuru” da, gaye ve hedeflere dair ufku da; sistem içi siyaset ve sistem içi değişimle iktidar olma sınırlarını aşamamaktadır. Bu yüzden de vahye ve sünnete uygun özgün bir istikamet ve hedef belirlenememekte, zaman zaman bu tür eğilimler ortaya çıksa da istikrarlı olunamamakta, korunup geliştirilemeden tekrar sistem içinden esen rüzgarlara göre yelken açılmaktadır. Sonuçta da, istikamet ve hedef sapması sebebiyle İslami adalet sistemine doğru hiç bir gelişme olamadığı gibi, çeşitli ülkelerde Müslümanlar sistem içi hükümet arayışında oyalanmakta, çözülüp kirlenmekte, tevhidi netliklerini kaybedip sekülerleşmekte, hatta çoğu kez olduğu gibi darbelerle bastırılıp mevcut birikimlerinden de geriye gidilip büyük ve acı bedeller ödenmektedir.
Bütün bölgede, zaman zaman zor şartlarda yakalanan doğru istikamet ve tevhidi nebevi yöntem kalıcılaştırılamamakta, bu yolda sabırlı ve azimli bir örneklik oluşturulamamaktadır. Görece özgürlük dönemlerinde ise, maalesef alimlerin de yanlış yönlendirmesi sonucunda yaşanan sistem içi oyalanmalar sebebiyle ve bir an önce iktidar olmak ya da iktidar nimetlerine kavuşmak, zulmü azaltıp kimi kazanımlar elde etmek aceleciliğiyle ve sonra da bunları korumak endişesiyle ciddi savrulmalar yaşanmaktadır. Üstelik alimlerin de desteğini alan Türkiye örnekliğinde ise, sistem içinde kalarak, ama en fazla geçmiş tarihsel süreçte üretilmiş kültür ve medeniyet birikimini yeniden ihya etme hedefini de gündemleştirerek ve bu hedef kutsallaştırılıp mevcut batıl sistemle bütünleştirilerek seküler sistemlere meşruiyet sağlanmaya çalışılmaktadır.
Öncelikle geleneksel cahiliye olarak nitelendirilebilecek bid’at ve hurafeleriyle bir bütün olarak kutsallaştırılan geleneksel kültür ve medeniyet birikiminin olduğu gibi ihyası bir sapmadır. Bir de geleneksel birikimi, modern cahiliye olan laik ulus devlet ve onun seküler liberal kavram ve değerleriyle de harmanlayıp bunları da kutsal ilan eden eklektik bir anlayışa saplanmak da, sonuçta bu eklektik ideolojili laik devleti sahiplenmek de bir diğer sapmadır. Böylece ortaya çıkan sentezle Allah’ın hükmünü ve vahyi belirleyici kılmayan “Yeni Türkiye” oluşturmak ve bu hedefi kutsallaştırmak, İslami göstermeye çalışmak bir diğer saptırma gayretidir. Maalesef mevcut batıl sistemlere meşruiyet kazandıran, böylece seküler rejimi kutsallaştırıp geniş kitlelere benimseterek ömrünü uzatan ve toplumun din algısını hak-batıl karşımı istikamette yönlendirmeye yol açan bu gidişe en fazla karşı çıkması gereken tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimler bile bu söylemden çok etkilenip sahiplenmekte ve bu sistem içi siyasete eklemlenivermektedirler.
İşte bu sebeple bugün, seküler modern sapkınlığın küresel hakimiyeti ele geçirip, insani-fıtri olanın tüketildiği ve fesadın küreselleştiği bir süreçte bulunuyoruz. Bu süreç, kendisini Müslüman ve dindar olarak tanımlayanların bile çok büyük ekseriyetinin söz konusu seküler sapmanın kuşatması altında zihinlerinin işgal edilip dönüştürüldüğü bir süreçtir. Hatta İslami duyarlılıkları ortalamanın üzerinde olup, bir şekilde Kur’an okumaları yapan kesimlerin, hatta kendilerine “alim”, “ilahiyatçı akademisyen”, “hoca efendi” ve “cemaat önderi” payesi verilenlerin bile İslam’ın demokrasiyle uyumlu olduğunu, İslam’ın “halk çoğunluğunun seçtiği temsilcilerin laik parlamentolarda hevanın kayıtsız şartsız hakimiyetiyle yaptıkları yasalarla yönetim” olarak tanımlanan “demokrasi”yle uzlaştığını iddia edip savunabilmektedirler. Hatta giderek kimilerinin laikliği, liberalizmi, kapitalizmi İslam ile bağdaştırarak, bazılarının da sosyalizmin İslam ile uzlaştığını iddia ederek, hak ile batılı sentez yapmaya savruldukları görülmektedir. Sonuçta, bilinçli olarak Müslüman’ım diyenlerin bile zamanla bireysel ve toplumsal hayatlarının büyük kısmı Allah’ın emri ve hükümlerinden soyutlanarak sekülerleşmekte, sonuçta kapitalist üretim ve tüketim çılgınlığı geniş Müslüman kesimleri kuşatmış bulunmaktadır.
Bu değerlendirme ve tespitler muvacehesinde seçim sonuçlarının; bir süredir sistem içi demokratik mücadeleye aktif destekçi olan kardeşlerimiz bakımından bir sorgulamaya vesile olarak, bu vahim gidişe dur demeye yol açmasını temenni ediyorum. Tevhidi mücadelenin istikameti koruyan stratejik yürüyüşünde yeniden omuz omuza vermemize, sistem içinde kaybedilen 12 yılı telafi etmek üzere tevhid ve adalet mücadelesinde tekrar kucaklaşmamıza yol açması için Rabbimize dua ediyorum. Bu sonuca vesile olmak için de, yapılan yanlışları delilleriyle bir daha izah edip çağrılarımızı yenilemek istiyorum. Yazıda aktarılan yanlışlar gazete, televizyon ve çok tıklanan internet siteleriyle on binlere, yüz binlere, hatta bazıları için milyonlara ulaşabilirken, tabii ki, bizim yazılarımız sadece İLKAV ve İslamveHayat Sitelerinde yer alabildiği için sesimizi çok az kardeşimize (tıklamalara bakılırsa ve onların da çok azının okuduğu dikkate alınırsa muhtemelen 50-100 arası kardeşimize) ulaştırabileceğiz. Ama hiç değilse, Rabbimize bir mazeretimiz olması, az da olsa bugünlerdeki yanlış gidişata itirazların da bulunduğunun kayda geçirilmesiyle Allah’ın dininin arı duru biçimde gelecek nesillere aktarılmasına vesile kılınması bakımından, çok önemli bir sorumluluğun yerine getirilmesi olacaktır diye düşünüyorum. Üstelik belki birileri ihtiyacı olanlara sesimizin ulaşmasında aracılık eder de, muhataplardan bir kısmının da olsa yanlışlarından dönmelerine vesile olunarak “emri bil maruf” bağlamında önemli bir kulluk görevi de ifa edilmiş ve sonuçta da inşaallah Rabbimizin rızasını kazandıracak bir amel ortaya konmuş olur diye umut ve dua ediyorum.
Not: İnşaallah bundan sonraki yazımda; seçim öncesi ve sonrası bazı tevhidi uyanış süreci öbeklerinin yaptıkları açıklamaları ve bu tercihlerini meşrulaştırmak için ortaya koydukları argümanları, bazı kardeşlerimizin AKP’ye yaklaşımda tercih ettikleri uçları ve bizim durmaya çalıştığımız vasatı daha somut örnekler üzerinden değerlendirmeye ve görüşümü bir kaç yazıda ortaya koymaya çalışacağım. Allah’ın selamı üzerinize olsun.
[1] http://islamvehayat.com/4538_pamak-bir-sey-ya-haktir-ya-btil-ikisininortasi-olmaz.html
[2] Hud 112
[3] Hud 113
[4] Kalem8-9
[5] İsra 73-75
[6] (Araf 54)
[7] (Nahl 36)
[8] (Casiye 18)
[9] Şura 21
[10] Tegabun/1
[11] Zuhruf 84
[12] Kasas 70
[13] “Siyer’in Mekke bölümü, hâkim olunmayan ortamda nasıl bir varoluş mücadelesi verilmesi gerektiği sorusunun da cevabıdır.Mekke’deki kuşatılmışlığın bugünkü karşılığı ulus-devlettir, ulus toplumdur… Bu kuşatılmışlık içerisinde var olma mücadelesi veriyoruz. Ticaretimizi de siyasetimizi de bu sistemin içerisinde yapıyoruz. Sistemin dışına çıkmak, onu aşmak için önümüzde iki yol var: 1- Ya gizli-yeraltında bir hazırlık sonucunda silahlı mücadeleye girişerek rejimi devireceğiz 2- ya da sistem içi/demokratik araçları kullanarak uzun soluklu bir toplumsal ve siyasal dönüşüm çabası içerisinde olacağız”. http://www.ozgurder.org/news_print.php?id=3034
“Ya tüm sistem içi ilişkileri reddedip silahlı mücadele tercihini kullanmak… veya çağımızda demokratik seçimlerden yararlanılacaktır”. http://www.haksozhaber.net/misir-direnisi-islami-ogrenim-ve-demokrasi-meselesi-27234yy.htm
[14] AA – http://www.aa.com.tr/tr/s/370800–guvenlir-samimi-ve-guclu-lider-erdogani-destekliyorum