Yılda Sadece Bir Bu Günü Babalar Günü Kutlayanlara Bir Örnek Baba’yı Tanıtalım!
Muhammed aleyhisselâm, bütün hayatı boyunca bizzat kendisi “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da âhirette de iyilik ver, bizi cehennem azabından koru” (2/Bakara 201) âyetinde olduğu gibi dünya ve ahiret dengesini, yaşayışında tesis etmiş, bunu aile hayatında da göstermiş ve mü’minlere yaşanılır ve izlenebilir örnekler bırakmıştır.
O’nun hanesi yeryüzünde gelmiş-geçmiş ve gelecek hanelerin, kurulacak yuvaların en mesudu, en bahtiyarı ve en bereketlisi olmuştur. O’nun hânesinde her zaman burcu burcu saâdet kokardı. Âlemde hiçbir kadın Hz. Peygamber’in, hanımlarını sevdiği gibi sevilmemiştir. Hiçbir erkek de Hz. Peygamber (s.a.s.) gibi sevilmiş değildir. Bu sevgi halesinin elbette bir sebebi vardı. Allah Rasulü eli altında bulunanlara uyguladığı terbiye usûlüyle onların kalplerinde, sonsuz bir alâka ve bağlılık hâsıl etmiştir.
Hiç şüphesiz Rasulullah (s.a.s.), orta halli insanlar için bir örnek teşkil etmeyen, tamamen zühd ve takvaya dönük insanüstü bir ömür sürmemiştir. Bilâkis o, her sıkıntıyı, her türlü problemi yaşamış, bunlara verdiği tepkilerle bize izlenmesi gereken bir yöntem, bir metot sunmuştur. Ümmete, hem sosyal hem de rûhî/mânevî alanlarda olmak üzere, gerekli asgari davranış yolunu göstermiş, bu asgari sınırı aşıp iyiye ve güzele doğru yükselmek yönünde onları gayret göstermeye teşvik etmiş, yine de son kararı fertlere bırakmıştır.
Ancak peşinen söylemek gerekir ki onun aile reisi olarak çizdiği portre de hayranlıkla izlenecek mükemmelliktedir: Sabrın, merhametin, teennili davranışın, anlayışlılığın, inceliğin, hoşgörünün ve sorumluluğun timsalidir, o Peygamber. Ve bu faziletler belki de hiç kimsede kendini bu denli güzel ifade edememiştir.
Allah katında aile reisinin değeri, eşine ve yakınlarına verdiği değerle ölçülür. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.): “En hayırlınız, aileniz için hayırlı olandır. Bana gelince ben, aileme karşı sizden en hayırlı olanınızım” buyurmuştur.
Nafaka: Kur’an’ı Kerim’e göre, İslâm ailesinde reis, babadır. Çünkü Allah, mahlûkatın bazısını bazısına üstün kılmıştır ve erkek, malından kadın için harcamaktadır. “Veren el alan elden üstündür”ün gereği ailesine infakla erkek, üstünlüğünü izhar etmiş olur. İslâm, aile efradının maddî ihtiyaçlarını (gıda, yiyecek-giyecek, mesken, tedavi ve hatta estetiğe yönelik olanları ve zineti) karşılamak, terbiye, talim ve himayelerini sağlamak vazifesini erkeğe yükler.
İslâm ailesinde erkeğin ekonomik anlamdaki vazifesi, mehirle başlar. Hz. Peygamber (s), daha evlenirken hanımlarına vermesi gereken mehri ihmal etmemiş, hepsine o zamanın örfüne göre mehrini vermiştir. Sadece Hz. Safiyye’ye vermemiş, ona da “Hürriyete kavuşman mihrindir” buyurmuştur (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî). Ümmü Habibe’nin nikâhı Habeşistan’da kıyılırken, o da ihmal edilmemiş, Necaşi, Hz. Peygamber (s.a.s.) adına dört yüz dinar mehir vermiştir. Medine’ye hicretten sonra Hz. Peygamber (s.a.s.), Âişe’ye mehrini vermede zorluk hissetmiş ve bu yüzden gerdek gecikmiştir. Hz. Ebû Bekr durumu anlayınca Hz.Peygamber’e (s.a.s.) ödünç vermiş, bundan sonra Rasulullah, Âişe’yi evine getirmiştir.
Günlük ihtiyaçlar konusunda Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gösterdiği hassâsiyet, mehir meselesinden daha az değildir. Çünkü Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “O mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.”(4/Nisâ, 5) buyurur. Hanımının giyecek ve yiyeceği kocanın gelirine uygun olarak sağlanmalıdır. Yedirmenin, giydirmenin ve meskenin yanı sıra, koca, hanımı için hayırseverlik ve cömertlik sayılacak harcamalar da yapmalıdır. Nezaket ve zarafet timsâli Peygamber (s.a.s.) şöyle der: “Erkeğin hanımına harcadığı her şey sadakadır”, “Erkek hanımına su bile içirse onun ecri vardır”, “Kıyâmet günü kişinin mîzânına konacak ilk şey, ailesinin nafakası için harcadıklarıdır.” Eve ne zaman bir şey gelse, kocası onu öncelikle hanımına vermelidir. Kişi kendi nefsinde kıt kanaat yaşamayı tercih etse de, Hz.Peygamber gibi ailesine geniş davranmalı, cimrilik etmemelidir. Yeme ve içmenin kıt olduğu ile ilgili hadisler, hicretten sonra yaşanan umumi darlıkla ilgilidir.
Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor: “Benî Nadir’in emvali, Cenâb-ı Hakk’ın Rasulüne (s.a.s.) fey’ kıldığı, üzerine at ve deve koşulmayan (yani savaşsız elde edilen) mallardandı. Ureyne köyleri, Fedek, tıpkı (Beni Kureyza ve Beni Nadir’in emvali gibi) sırf Rasûlullah’a âit yerlerdi. Rasûlullah (s.a.s.), buralardan elde edilen gelirlerden ailesinin bir yıllık nafakasını ayırırdı. Geri kalanı da Allah yolunda hazırlık olmak üzere silah ve binek için sarfederdi. Nitekim âyette şöyle buyrulmuştur: “Allah’ın (fethedilen diğer küffâr) memleketleri ahâlisinden Peygamber’ine verdiği fey’i, Allah’a, Peygamberine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir. Tâ ki bu mallar içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın…” (59/Haşr, 7) (Ebû Dâvud, Harâc)
Süs ve güzel giyim kadının zinetidir. Hz. Peygamber’i dikkatle tâkip eden ve onun yaşayışının dışına çıkmamak için yoğun gayret gösteren gönül erleri sahabilerden Hz. Osman, eşine iki yüz dirhem değerinde ipek elbise almış ve “bununla onu sevindireceğim” demiştir.
“İçinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O’dur” (16/Nahl, 14). “ De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde mü’minlerindir. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz” (7/A’râf, 32). Âyetlerde gördüğümüz gibi Kur’ân-ı Kerim, ziyneti, süsü teşvik eder ve yasaklamaz. Hz. Âişe’nin bir değil, birçok altın yüzük taktığı bilinmektedir. Hatta sefer dönüşü taktığı gerdanlığın kaybolması ifk hâdisesine neden olmuştur. Necâşî’den hediye gelen ud, parfüm vs. gibi şeyleri Hz. Peygamber (s.a.s.), hanımlarına taksim eder, kullanmalarına da yasak getirmezdi. Tabii Peygamber hanımları da süs ve zinetlerini kullanma şekil ve şartlarını iyi biliyorlardı.
Nafakanın en önemli kısmını elbette mesken oluşturmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.), eşlerinin her biri için müstakil bir mekân tahsis etmiştir. Her odanın, bugünün tabiriyle müstakil bir daire gibi ihtiyacı karşılayacak temel unsurları ihtiva ettiğini muhtelif rivâyetler göstermektedir (mutfak, banyo vs.). Hz. Peygamber’in bu mevzûdaki tutumu kesinlikle dikkate değerdir. Kalabalık ve birkaç ailenin birlikte yaşadığı evlerde Hz. Peygamber’in hassâsiyetini bulabilmek mümkün değildir ve bu durumda mahremiyet zarar görür.
Hz. Peygamber, âilesinin geçimini temin etmekle beraber, hanımlarının kazanç sağlamalarına da engel olmuyordu. Nitekim Hz. Zeynep, deri işlemekte ve dikmekte mahir olup, bu işi yapmakta; gelirini de sadaka olarak dağıtmaktaydı.
İlgi ve Sevgi: Bir eş ve babanın ailesine olan ilgisinin en önemli göstergesi, onlarla birlikte vakit geçirmesidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), buna îtinî eder, ne ibâdeti, ne arkadaşlarıyla geçirdiği vakit ne de dünya meşguliyeti buna mani olmazdı. O, ailesi ile birlikte olduğunda, onlarla sohbet eder, hal ve hatırlarını sorar, şakalaşır ve eğitmeye çalışırdı.
Rivâyetler, Hz. Peygamber’in âilevî sohbeti iki istikamette oluştuğunu göstermektedir: Birincisi, âile fertlerinin her biri ile şahsen teması ve husûsî sohbeti; İkincisi, âile fertlerinin tamamının birbiriyle temas ve sohbeti.
Bu her iki sohbetin, günlük siyasi ve irşadi faaliyet ve diğer meşguliyetler içerisinde ihmale uğramaması için Rasulullah (s.a.s.), birkaç kesin prensibe yer vermiştir:
Hanımlarıyla geçireceği gece, belli bir esasa bağlanmış, kur’a ile tesbit edilen bir sıra ile her gece birinin yanında kalmak, prensip olmuştur. Nevevi’nin açıklamasına göre kadın hayızlı halde olsa bile sohbet nöbetinde atlama yapılmamıştır.
Ayrıca her sabah mescitten çıktıktan sonra ve her ikindi vakti namaz kıldıktan sonra kadınların her birine teker teker ziyaretler yapar, alışılan muayyen bir müddet boyunca onlarla sohbet ederdi.
Bir de özellikle âilenin bir araya gelmesini sağlamak maksadıyla her akşam, bütün hanımlar, Rasulullah (s.a.s.), o gece kimin yanında geceleyecek ise, topluca oraya gelirler, sohbet ederlerdi. Bu toplantılarda Rasulullah’ın zevcelerine ibretli kıssalar anlattığı, hepsinin güldürücü şakalar yaptığı rivâyetedilmiştir.
Hz. Peygamber, günlük sabah ve ikindi ziyaretlerine müsadesiz girer (zaten bütün hanımlar onu bekliyor olduğu için izne gerek de yok), selam verir, elini omuzlarına ya da başlarına koyarak öper, hal-hatır sorup meseleleriyle alakadar olurdu. Ondaki bu incelik, hanımlarının ruhlarına bütün letâfeti ve nûrâniyetiyle sirâyet etmiş olacak ki, bir değil bir çok hanım birbirlerine aynı zarâfetle yaklaşmışlardır. Arada bir, görülen kıskançlıktan kaynaklanan meseleler ise kadın fıtratının ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirilebilir. Burada da Hz. Peygamber, tavır ve davranışlarıyla hanımlarına örnek olmuştur. Bundan ötürü aile reisi, eşinden hangi tutumu sergilemesini bekliyorsa kendisi de o tutum içinde olmalıdır. Kişi nasıl muamele ederse aynıyla mukabele görür.
Meselâ, bir gün önce, savaşta babası ve bazı yakınlarını kaybeden Safiyye’nin yanında Hz. Peygamber (s.a.s.) hiç uyumamış, sabaha kadar kendisiyle sohbet edip, ilgilenmiştir. Böyle bir ilgiye de ihtiyacı vardır ve kendisinden bu ilgi esirgenmemiştir. Ve neticede Hz. Peygamber’e gönülden bağlı, onu hiçbir dünya nimetine değişmeyen samimi bir müslüman çıkar karşımıza. Safiyye, Medine’ye geldiğinde bütün kadınlar onu görmeye gelirler. Âişede tanınmayacak bir kıyafetle onu görmeye gider. Ancak Rasulullah, Âişe’yi tanır ve “Safiyye’yi nasıl buldun?” diye sorar. “Bir yahudi kızından başka bir şey değil” deyince, “Böyle söyleme ey Âişe! O müslüman oldu ve samimiyetle İslâm’ı benimsedi” der. Hz. Peygamber hastalandığında “keşke senin uğradığın hastalığa ben uğrasaydım, senin yerinde yatan ben olsaydım” deyince diğer hanımlar birbirlerine göz kırparlar. Bunu gören Rasulullah, “Safiyye bu sözünde sâdıktır” buyurur.
Hz. Peygamber’in hanımlarıyla sohbetinde, basit denilebilecek problemleriyle bile ilgilendiğini görüyoruz. Bir defasında Safiyye validemiz Hafsa ve Âişe’nin kendisine “yahûdi kızı, yahûdi kızı” diyerek takıldıklarını ve şakada ileri gidip “biz senden daha üstünüz, Hz. Peygamber’in hanımları ve amcasının kızlarıyız” dediklerini anlatır eşine. Hz. Peygamber de Safiyye’yi teselli eder ve şöyle söyleseydin der: “Benim kocam Muhammed, babam Hârun, amcam Mûsâ iken nasıl benden daha üstün olabilirsiniz?”
Hz. Cüveyriye de aynı tarzda bir şikâyette bulunur ve diğer hanımların: “sen hür zevcesi değilsin, câriyesisin” sataşmalarını anlatınca, “Senin mihrin hepsininkinden büyük değil mi, senin sâyende kavminden kırk kişi âzâd edilmedi mi?” diyerek gönlünü alır, onu memnun eder.
İlgi ve alâkanın varlığını gösteren bir husus da kişinin, karşısındakinin ihtiyaçlarını fark etmesi ve bu ihtiyacın giderilmesine imkân tanımasıdır. Bu meyanda Hz. Âişe, önemli bir örnektir. Yaşının küçük olmasından dolayı arkadaşlarıyla beraber bebeklerle oynarken kendisini gören Hz. Peygamber ses çıkarmamış, hatta arkadaşlarının gelip oynayabilmesi için zemin hazırlamıştır. Aynı şekilde insan fıtratında var olan eğlenme ve şakalaşma ihtiyacını bilen Rasulullah (s.a.s.) buna da imkân tanımış ve bizzat eşleriyle şakalaşmıştır. Muhtelif seferlerde Hz. Âişe ile koşu yarışması yaptığını vâlidemiz kendisi söyler ve bir başka latifesini aktarır: “Sen benden önce ölsen de, seni kendim yıkasam, kendim kefenlesem, üzerine namazını kılsam, kendim defnetsem!” deyince, vâlidemiz dayanamaz ve “…böyle yapsan, sonra evime gitsen, orada kadınlarından biriyle yatsan” diyerek sözünü devam ettirir. Hz. Peygamber de tebessümle mukabele eder.
İlgilenme ve değer verme, kendisini, muhâtabının fikrine saygı duyma ve önerilerini dikkate almada da gösterir. Ve tabiî ki Hz. Peygamber bu konuda da örnek teşkil eder bugünün erkeklerine ve tüm insanlara. Özellikle eşinin sözüne ve düşüncesine, doğrudan hanımını ilgilendiren konularda bile müracaat etmeyen aile reisleri, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yaşayışı göz önüne alındığında en yakın arkadaşlarına haksızlık etmektedirler. Oysa Hz. Peygamber çok kritik anlarda eşlerinin fikrini almış ve uygulamıştır.
Hudeybiye anlaşması, müslümanlara çok ağır gelmişti. Kâbe’ye varamadan geri döneceklerdi. Anlaşmayı yazma işinden çıkınca, Rasulullah, ashâbına: “Kalkın kurbanlarınızı kesin, sonra da tıraş olun!” buyurdu. Ancak (müşriklerle yapılan bu antlaşmadan hiç kimse memnun değildi. Bu sebeple) kimse kalkamadı. Rasulullah (s), emrini üç kere tekrar etti. Yine kalkan olmayınca Ümmü Seleme’nin çadırına girdi. Ona halktan mâruz kaldığı bu hali anlattı. o, kendisine: “Ey Allah’ın Rasulü! Bunu (yani halkın kurbanını kesip, tıraşını olmasını) istiyor musun? Öyleyse çık, ashaptan hiçbiriyle konuşma, deveni kes, berberini çağır, seni tıraş etsin!” dedi. Hz. Peygamber kalktı, hiç kimse ile konuşmadan bunların hepsini yaptı: Devesini kesti, berberini çağırdı, tıraş oldu. Ashâb bunları görünce kalktılar ve kurbanlarını kestiler, birbirlerini tıraş ettiler.
Üzerinde durulması gereken çok hassas bir konu bu. Kim, kadınlara karşı bu denli iltifatkar olabilmiştir? En kritik anda hanımıyla istişare eden kaç devlet reisi vardır? Bir aile reisi olarak kaç kişi, aile hayatında hanımıyla istişareye yer vermektedir? Hz. Peygamber’in (s.a.s.)örnek olduğu her alanla ilgili bu soruları çoğaltmak mümkündür. Ve maalesef soruların çoğunda cevap olumsuz olacaktır. İşte bu nedenledir ki mükemmel olan dinimiz, bizlerin yaşayışında aynı seviyede değildir. Halbuki Efendimiz nasıl davranışlarıyla kadınlara karşı lütufkar davranıyordu; nurlu sözleriyle de hep bu şekilde davranmayı teşvik ediyordu: “Mü’minlerin iman bakımından en kusursuzu, ahlâkı en güzel olanıdır. Ahlâkı en güzel olanınız da, kadınlarına en güzel davrananınızdır.” (Ebû Dâvud, Tirmizî, Dârimî)
Hz. Peygamber, âile fertlerine ilgi gösterdiğini, kıymet verdiğini ifade eden çeşitli söz ve davranışlarıyla, onları memnun etmiş ve ruhen tatmin etmeye de ehemmiyet vermiştir. Hanımlarına faziletlerini söylemesi, sevdiğini ifade etmesi, bineğine alması, aynı kabın suyu ile müştereken yıkanılması, hanımının hayvana binmesinde yardımcı olması ve dizine bastırarak bindirmesi, kendisine yapılan yemek davetine “hanım da olursa” kaydıyla icabet etmesi, bir sıkıntıyla kederlenip ağlayanın gözyaşlarını elleriyle silerek teselli etmesi gibi Rasulullah’ın (s.a.s.) pekçok davranışı hanımlarını memnun etmeye yöneliktir. “Rasûlullah, Hatice’yi anınca artık ne onu senâ etmekten, ne de ona istiğfarda bulunmaktan usanırdı.” Nitekim “O’nun gibi var mıydı? O şöyleydi, o böyleydi… diye faziletlerini sayardı”. Ahmed İbn Hanbel’in bir rivâyeti bu hususu tavzih eder. Ona göre Aleyhissalâtu vesselâm bir seferinde: “İnsanlar beni inkâr ederken, o inandı; herkes beni tekzib ederken o tasdik etti. Herkes bana haram ederken, o malıyla benim için harcadı. Allah onun vesilesiyle bana çocuk nasib etti, diğer kadınlardan çocuğum olmadı” buyurmuştur. Şurası muhakkak ki Rasûlullah, Hz. Hatice hakkında daha nice faziletler saymıştır: “O akıllı idi, o faziletli idi, o ferâsetli idi.” gibi.
Rasulullah (s.a.s.), sadece hanımlarına değil, “âilesinden addettiği” her ferde eşit seviyede olmasa bile, husûsî bir itibar atfetmiştir. Amcası Abbas’ı öz babası kadar sevmiş, birçok meselede fikrini almış, onun yardımlarını hep kabul etmiştir.
Hz. Peygamberimiz’in âzatlısı Zeyd ve onun oğlu Üsâme de hususi sevgiye mazhar olanlardandır. Üsâme “hıbb-ı Rasulullah” (Allah Rasulünün sevgilisi) unvanıyla meşhur olacak kadar nebevi sevgiye mazhar olmuştur.
Hz. Peygamber, ehlinin yakınlarına da iltifat ve alakayı ihmal etmemiş, vefat eden eşi Hz. Hatice’nin yakınlarını ve dostlarını da gözeterek eşi bulunmaz bir vefa örneği olmuştur.
Hz. Âişe: “Rasulullah (s.a.s.), onun (Hz. Hatice’nin) yâdını çok yapardı. Ne zaman bir koyun kesip parçalara ayırsa Hatice’nin dostlarına da gönderirdi. Bazan ona: “Sanki dünyada Hatice’den başka kadın yok!” derdim de bana: “(Onun gibisi var mıydı!) o şöyleydi, o böyleydi… (Öbür kadınlar beni çocuktan mahrum ederken) benim çocuklarım ondan oldu” diye karşılık verirdi. Hz. Âişe der ki: İçimden “Bir daha Hatice hakkında kötü söz söylemeyeceğim” dedim. Hz. Âişe devamla der ki: “Rasûlullah (s), Hatice’den üç yıl sonra benimle evlendi.”
Hz. Peygamber’e babasından kalan, Hz. Hatice ile evlendikten sonra âzat ettiği Ümmü Eymen’i de âilesinden bir parça saymış, kendisine anneye gösterilen alâkayı göstermiştir. Hitabettiği zaman “ey anneciğim” demiş, ona bakarak “sen ailemizin son bakıyesisin” diyerek sevgi ve bağlılığını izhar etmiştir. Süt annesi, süt babası ve süt kardeşleri de aynı iltifata mazhar olmuş, üzerindeki elbiselerini onlara ikrâmen, altlarına yaygı yapıp üstüne oturtmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.s.), büyüklere böyle ilgili böyle sevgili ve bu denli şefkatli olur da çocuklar hiç bundan yoksun kalır mı? Kalmaz elbette. O, zevcelerinin indinde fevkalade bir aile reisi olduğu gibi, mükemmel bir baba idi. Babalığı ölçüsünde misilsiz bir dede, aynı zaman da.
Rasulullah, çocuklarıyla doğmadan önce, fiilen ilgilenmeye başlamıştır. Hz. Fatıma’nın ilk doğumu yaklaşınca Hz. Peygamber sık sık uğramış, halini hatırını sormuş, “çocuk doğunca bana haber vermeden çocuğa hiçbir şey yapmayın” tembihinde bulunmuştur. Enes b. Malik, Ümmü Süleym’in oğlu Abdullah’ın doğumu yaklaşınca: ”Çocuğun göbeğini kesince bana haber ver, benden evvel ağzına hiçbir şey koyma” diye haber saldığını belirtir.
Hz. Peygamber, yeni doğan çocuklara duâda bulunur, kulaklarına ezan ve ikamet okur, isim koyardı. Daha sonra ilk yedi gün içinde sünnet ettirmek, başındaki ilk tüyü traş edip ağırlığınca tasaddukta bulunmak, akika kurbanını kesmek gibi mevzularla yakından alâkadar olurdu. Çocuk su istediğinde, hiç bekletmez hemen verir, belki de çocuğun asabi olmaması için buna çok özen gösterirdi.
Hz.Peygamber’in çocuklara karşı tavrında en dikkat çekici yönlerinden biri, onlara karşı izhar ettiği sevgidir. “Çocukları cennet kokusu”, “gözümün nuru” diye târif eder, “her öpücük için cennette beş yüz yıllık mesâfesi olan bir derece verilir” diyerek çocukların sevgiyle yetiştirilmes tavsiye ederdi.
Günümüz babalarında görülen, çocuk, iyi, neşeli ve problemsiz iken çocuğa gösterilen ilgi, Hz.Peygamber’in hayatında hep vardı. Çocuğun ağlamaya terk edilmesine hiç taraftar değildi. Namaz kıldırırken bir çocuk ağlaması işitse, annenin de namazda olacağını düşünerek en kısa surelerle namazı tamamlardı. Hatta çocuk kucağında üstüne akıttığı zaman, akıtmasını kestirmemiş, müdâhale etmek isteyene “bırakın oğlumu, tamamlasın” demiştir.
O, çocuklarına, torunlarına şefkatle muâmele eder, böyle davranırken de dikkatlerini Allah’ın dinine çekerdi. Onları bağrında beslerken yüzlerine tebessüm eder, okşar ve aziz tutar, bu arada onların uhrevî meseleleri ihmallerine de rızâ göstermezdi. Günlük yaşamla ilgili hataları görmezden gelir, takva ile çelişebilecek istek ve arzularını, yumuşak bir üslupla ve âyetler ile reddederdi.
Kendisine on sene hizmet eden Enes b. Malik: “Aile fertlerine karşı, Hz. Peygamber’den daha şefkatlisini görmedim” demiştir.
Torunlarını okşar, sever; kirlenmiş yüzlerini temizler; onları dört ayak üstünde sırtında taşır; namazda secdede sırtına çıkarlarsa, ininceye kadar secdeyi uzatırdı. Bir gün Hasan ve Hüseyin sırtında iken Hz. Ömer içeri girdi. Onları böyle şerefli bir yerde görünce, “ne güzel bineğiniz var” dedi. Ve hemen O gönüller sultanı şöyle mukabele etti: “Ya, ne güzel süvariler onlar!” Bu ilgi sadece erkek torunlara değildi. Kız torunu olan Ümâme’yi de aynı şekilde sever, süslü bir giyimi ona yakıştırırdı. Namaz kılarken sırtına çıkarsa, secde yapacağı zaman yere kor, secdeden kalkarken de yine omzuna alırdı. “Bağış ve ihsanda çocuklarınızın arasını eşit tutun. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım.”derdi.
Zeyd İbn Harise, Rasulullah’ın âzatlısıdır ve azatlılarının en meşhurudur. Üsâme de onun oğlu olduğu için EbûÜsame diye künyesi vardır. Rasulullah her ikisini de çok sevdiği için Hıbb-ı Rasulullah (Allah Rasulünün sevgilisi) bilinirlerdi. Zeyd İbn Harise, cahiliye devrinde bir baskınla kaçırılıp, Ukaz panayırında köle olarak satılmıştı. Hâkim İbn Hızam onu, halası Hatice adına satın almıştı. Bilâhare Hz. Hatice, onu zevci Muhammed’e (s.a.s.), daha peygamberlik gelmezden önce bağışlayacaktır. O sıralarda, henüz sekiz yaşında bir çocuktur. Zeyd’in babası oğlunun izini bulur, onu kurtarmak ister. Rasulullah, gitmek ya da kalmak hususunda serbest olduğunu bildirir. Zeyd babasıyla dönmeyi istemez. Bu karara çok şaşıran babasına, “ben onda öyle bir şey gördüm ki ebediyen ondan ayrılmam” şeklinde açıklamada bulunur. Rasulullah’ın yanında kalmayı tercih eder. Aleyhissalâtu vesselâm onu âzâd edip, evlâtlık edinir.
Bir çocuk, kendisine kan bağı olmayan birinde nasıl bir içtenlik, nasıl bir yakınlık, sevgi, alaka ve saygı görmüştür ki, O’nu öz babasına tercih etmiştir? Üstelik babasını uzun zamandır görmediği ve özlediği halde. İnsan anlamakta güçlük çekiyor doğrusu. Ancak Hz. Peygamber’in hayatı, kişiliği, sonsuz merhameti ve bütün insanlara beslediği eşsiz sevgisi düşünülecek olursa, bu anlaşılabilir. Sayılan sıfatların bir insanda toplanması ve bu gün belki de böyle modellerden yoksun oluşumuz bu güzîde tercihi anlamamızı zorlaştırıyor.
Üsâme İbn Zeyd, Rasulullah’ın terbiyesinde yetişmiş bahtiyarlardandır. Hz. Âişeder ki: “Üsâme bir gün kapının eşiğine takılıp düştü, alnı kanadı. Aleyhissalâtu vesselâm bana: “Şu kanı temizleyiver!” dedi. Ben iğrenerek ağırdan almıştım. Rasulullah (s), o kanı emip püskürttü ve şöyle dedi: “Eğer Üsâme kız olsaydı, (ona güzel elbiseler) giydirir, takılar takar (onu câzip kılar)dım.”
İyi Muâmele ve Sabır
Hz. Ebû Hüreyre anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Mü’minler arasında imanca en kâmil olanı, ahlâkça en güzel olanıdır. En hayırlınız da ailesine hayırlı olandır.”
İbn Abbas anlatıyor: “Rasûlullah buyurdular ki: “Sizin en hayırlınız, ehline karşı en iyi davrananınızdır. Ben aileme en iyi olanınızım.”
Rasûlullah (s.a.s.) kadınlara iyi davranmayı emretmiş, en hayırlı kimsenin, hanımına en iyi davranan kimse olduğunu belirtmiştir. Şüphesiz “iyi davranma” izafi bir durumdur. Bu “iyilik”in içine öncelikle kadınların haklarına hakkıyla riâyet gelir: Nafaka hakkı, tahkir edilmeme, hatalarını başına kakmama gibi hadislerde belirtilen haklara riâyet. Ayrıca onların bir kısım huysuzlukları, kıskançlıkları karşısında sabretmek, terbiyelerinde iyi davranmak, geçimi iyi yapmak… hep kadınına karşı iyi olmanın içine girer. Ancak kişinin “en iyi” olması için kadınına karşı iyiliğin yetmeyeceği de açıktır. Âyet ve hadislerde, bunun için başka şartlar da sayılmıştır: Takvâ, zühd, amel-i sâlih… gibi. Şu halde o şartları yerine getiren, hanımına karşı da iyi olunca iyilikte kemale yaklaşmış olur. Rasûlullah’ın zevcelerine karşı davranışları ile kadın hususundaki tavsiyeleri tahlil edilince bu “iyilik”ten kastedilen teferruat ortaya çıkarılabilir.
Rasulullah, “Kadın eğe kemiği gibidir, doğrultmaya kalkarsan, kırarsın. Onu bırakırsan eğri olduğu halde istifade edersin.” buyurarak sert, haşin davranışlardan uzak durmakla beraber, ilgi ve alakanın hiçbir şekilde kesilmemesi gerektiği ikazında bulunmuştur. Kadın, erkekten daha hassas, daha ince mizaca sahiptir. Hz. Peygamber bu telâkkî ile, bazı fırsatlarda “zevcelerini camdan yapılmış şişeye” teşbih buyurmuştur.
Öyle ise hoşa gitmeyen davranışlarına karşı anlayış ve müsamaha esas olacaktır. Ashâba bir hatırlatması şöyledir: “Kadınlarınızı nasıl köle ya da hayvan döver gibi dövüyor, sonra da akşam olunca utanmadan, beraberce yatıyorsunuz?” Buna rağmen eşlerini dövenlere ya da dövmek isteyenlere, “Dövün (ancak bilin ki kadını) sadece şerlileriniz döver.”
Bilindiği üzere Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Hatice’nin vefatından sonra birçok izdivaç yapmıştır. Birbirine rakip durumdaki hanımların geçinmesi ise pek zordur. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s.) sabrı, anlayışlılığı, kadını iyi tanımasından dolayı, onları da birbirlerine yaklaştırmış, arkadaş olmalarına zemin hazırlamış, arada bir cereyan eden kıskançlık ve (birbirlerini) çekememezliklerine bazen gülümseyip geçmiş, bazen küsmüş, bazen uyarmıştır. İşte bunlardan bazıları:
Hz. Âişe anlatıyor: “Hz. Peygamber (s), balı ve tatlı şeyleri severdi. Ayrıca, ikindi namazlarını kıldıktan sonra her gün kadınlarını teker teker ziyaret eder, her birine yaklaşır (sohbette bulunurdu). Bu ziyaretlerinin birinde Hz. Hafsa’nın yanına girmişti. Bu defa onun yanında, her zamanki kaldığı mutad (alışılmış) müddetten fazla kaldı. Ben bunu kıskanarak sebebini Rasûlullah’ın diğer hanımlarından sordum. Bana: “Yakınlarından bir kadın Hafsa’ya bir okka (Tâif) balı hediye etti, Rasûlullah’a (s.a.s.)ondan şerbet yapıp ikram etmiş olmalı, (o da şerbet hatırına sohbetini biraz uzatmıştır)” dediler. Ben: “Öyleyse, kasem olsun biz de ona mutlaka bir hile kurmalıyız!” dedim. Sevde’ye: “Hafsa’dan sonra sıra senin, O girince sana yaklaşacak. Sana yaklaşınca O’na: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sen megâfir (urfut denen ve meşeye benzeyen bir ağaçtan sızan pis kokulu püs’e denir) mi yedin?” diyeceksin. Ben biliyorum ki, O sana “Hayır!” diyecek. O zaman sen de: “Öyleyse senden burnuma gelen bu koku da ne?” diyeceksin. Bir rivâyette Hz. Âişe şu açıklamayı yapar: “Rasûlullah (s.a.s.)kendisinde kötü bir koku hissedilmesine tahammül edemez, buna çok üzülürdü, bu sebeple gerçeği itiraf ederek, muhakkak “Hafsa bana bal şerbeti ikram etti” diyecek. O zaman sen kendisine “Demek ki arı, balını urfut ağacından almış” diyeceksin. Senden sonra bana uğradığı zaman ben de böyle hareket edip aynı şeyleri söyleyeceğim. Ey Safiyye, sana uğradığı zaman sen de aynı şeyleri söyle! dedim.” Hz. Âişeanlatmaya devam etti:”Sevde (bilâhere bana) dedi ki: “Kendinden başka ilâh bulunmayan Allah’a kasem olsun, bana tenbih ettiğin şeyleri, Rasûlullah (s.a.s.)kapıdan görünür görünmez, senden korktuğum için (unutmadan) hemen söylemek istedim.” Ne ise, Rasûlullah (s.a.s.)kendisine yaklaşınca Sevde: “Ey Allah’ın Rasûlü meğâfir mi yediniz?” der. “Hayır!” cevabını alır. Bunun üzerine aralarında şu konuşma geçer: “Öyleyse bu koku da ne?” “Hafsa bana bal şerbeti ikram etti.” “Demek ki arı urfut yemiş.” Hz. Âişe anlatmaya devam ediyor: “Rasûlullah (s.a.s.)bana uğrayınca ben de aynı şeyleri söyledim. Keza, Safiyye’ye uğrayınca O da aynı şeyleri söyledi. Müteâkiben Rasûlullah (s.a.s.)Hafsa’nın yanına girince:“Ey Allah’ın Rasûlü sana o şerbetten ikram edeyim mi?” diye sorar. Hz. Peygamber (s): “Hayır, ihtiyacım yok!” cevabını verir. Bu durumu işittiği zaman Sevde: “Allah’a kasem olsun balı O’na haram ettik!” dedi. Ben kendisine: “ Sus, (sesini çıkarma)” dedim.”
Hz. Âişe anlatıyor: “Safiyye Binti Huyeyy’in devesi hastalandı. Zeyneb Binti Cahş’ın yanında fazla deve vardı. Rasûlullah (s.a.s.) ona: “Safiyye’ye bir deve ver!” buyurdu. Zeyneb: “Ben bu yahudi kızına deve mi verecek mişim?” diyerek reddetti. Rasûlullah (s.a.s.) ona kızıp, Zilhicce ve Muharrem ayları ile Safer ayının bir kısmı boyunca küstü.”
Hanımların bazı kusurları ise eğitime fırsat olarak değerlendiriliyordu, Hz. Peygamber (s.a.s.)tarafından. Yine Hz. Âişe anlatıyor: “Safiyye gibi güzel yemek yapanı görmedim. Bir defasında Rasulullah (s.a.s.) benim odamda iken, Safiyye ona yemek yapıp göndermişti. Çok şiddetli bir kıskançlık hissettim. Öyle ki beni bir titreme sardı, kabını kırdım. Rasulullah (s.a.s.) “annenize kıskançlık geldi” buyurdu (ve başka hiçbir şey söylemedi). Sonra da pişman oldum ve: “Ey Allah’ın Rasûlü dedim, yaptığım bu hareketin keffâreti nedir?”, “Tabağa aynıyla tabak, yemeğe misliyle yemek!” buyurdular.”
Hz. Âişe: “Ey Allah’ın Rasûlü, sana Safiyye’deki şu şu hal yeter!” demiştim. (Bundan memnun kalmadı ve): “Öyle bir kelime sarf ettin ki, eğer o denize karıştırılsaydı (denizin suyuna galebe çalıp) ifsat edecekti.” buyurdu. Hz. Âişe ilaveten der ki: “Ben Rasulullah’a (s.a.s.) bir insanın (tahkir maksadıyla) taklidini yapmıştım. Bana hemen şunu söyledi: “Ben bir başkasını (kusuru sebebiyle söz ve fiille) taklit etmem. Hatta (buna mukabil) bana, şu şu kadar (pek çok dünyalık) verilse bile!”
Eğitim ve Öğretim
Rasulullah’ın (s.a.s.) aile ocağı aynı zamanda bir mekteptir. Bu mektep, meselesi olan kadın-erkek bütün Medinelilere açık idiyse de talebe olarak, öncelikle ümmühat-ı mü’minine aitti. Onlar buranın devamlı ve asli talebeleri idiler. Bu mektebe, nikâhla yapılan kayıtla tâlim başlıyordu. Nitekim Rasulullah (s), hanımlarla evlenir evlenmez, gerekiyorsa ismini değiştirmiştir. Cüveyriye, Meymûne isim değiştirenlerdendi. Hz. Peygamber (s), uygunsuz ismi sevmez, hanımlarına hoşlanmayacakları lakaplarla hitap etmezdi. Normal isimleri ne ise onunla hitap ederdi. “Ey Âişe!”, “Ey Zeyneb!” gibi. Rivâyetler, Şifa adlı, muhacirundan, okuma yazma bilen bir kadını Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Hz. Hafsa’ya yazı ve bazı tedavi usullerini öğretmek üzere muallime olarak istihdam ettiğini haber verir.
Hz. Peygamber (s), hanımlarının yetişmesine gayret eder, hepsinin beraber olduğu akşam toplantılarında eğitici sohbetler yaparlardı. Ve Rasulullah’ın (s.a.s.) refâkatinde bilgilenen hanımlar, bilgi ve tecrübelerini diğer kadınlara (hatta Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra, kadın-erkek herkese) aktarmaya hazır hale gelirlerdi. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ev halkı, şehir dâhilinde ve haricindeki kadınları kabul eder, itikadi konularla ilgili Hz. Peygamber’in (s.a.s.)talimini onlara bildirerek, din eğitimindeki rollerini yerine getirirlerdi.
Rasulullah (s), ailede gördüğü veya işittiği menfi durumlara her seferinde müdâhale ederdi. Bir seferinde Hz. Âişe kız kardeşi Esma ile otururken, Rasulullah (s.a.s.) içeri girer. Esma’nın üzerinde geniş kollu (yukarı sıyrılıp açılabilen) bir elbise mevcuttur. Rasulullah (s), Esma’yı görür görmez derhal çıkar. Hz. Âişe, Esma’ya: “uzaklaş, Rasulullah (s.a.s.) sende hoşlanmadığı bir şey gördü” der. Esma çıkar. Rasulullah (s.a.s.) tekrar gelince Hz. Âişe niçin çıktığını sorar. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Görmüyor musun durumu, müslüman bir kadının şu kadarı görülebilir” der ve elleri ile yenlerini tutup, parmaklara kadar kısmını örter, sonra da elleri ile şakaklarını örter. Sadece yüzünü açık bırakır.” Dikkati çekmesi gereken husus, hoşlanmadığı bu manzara karşısında bağırıp çağırmamış, öfkelenmemiş, bunu eğitim fırsatı olarak değerlendirmiştir.
Rasulullah’ın (s.a.s.) ailesinde çocukların talimi mühim meselelerden biridir. Doğumla birlikte çocuğun kulaklarına ezanın okunması, talim işinin ne kadar erken ele alınması gerektiğini sembolize eder. Fiilen talime konuşma yaşında ve Kur’an’ı Kerim’den âyetler ezberletilerek başlandığını şu rivâyetler haber vermektedir: İbn Şuayb der ki, “Abdulmuttalip oğullarından bir çocuk konuşmaya başlayınca Hz. Peygamber (s.a.s.) “el hamdülillahi’llezi lem yettehiz veleden ve lem yekün lehu şerikün fi’l mülki” âyetini yedi sefer okutarak talim ederdi.
İlk öğretilecek şeyin Lailahe illallah olmasını da emreden Hz. Peygamber (s), akıl ve muhakemeye müteallik talimin temyiz yaşından itibaren sistematize edilmesini irşat buyurur. Bundan dolayı yedi yaşında çocuk namaza alıştırılır, on yaşından itibaren düzenli kılması beklenir. Aile bu noktada öyle hassas olmalıdır ki, çocuğu dövmeye mahal kalmayacak şekilde, on yaşına gelinceye dek namaz eğitimini tamamlamış olmalıdır. Ayrıca çocuğa yazı, yüzme, ata binme gibi diğer bilgilerin öğretilmesi de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) emirleri arasındadır.
Terbiyesinde olan çocuklara karşı davranışlarını, sevgi ve müsamaha üzerine bina etmiştir. Hatalarını tashihte de aynı yolda devam etmiş, azar, tenkit, tahkir, surat ekşitme gibi yollara başvurmamıştır. Hz. Enes on yıl boyunca Hz. Peygamber’e (s.a.s.) hizmet ettiğini, hataları, yanlışları olduğunda bile hiç azar işitmediğini, bir kere olsun “of be” demediğini, “niçin böyle yaptın, şöyle yapsaydın..” şeklinde eleştirmediğini rivâyeteder.
Abdullah İbn Amir anlatıyor: “Bir gün, Rasulullah (s), evimizde otururken, annem beni çağırdı ve:”Hele bir gel sana ne vereceğim!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm anneme: “Çocuğa ne vermek istemiştin?” diye sordu. “Ona bir hurma vermek istemiştim” deyince, Aleyhissalâtu vesselâm: “Dikkat et! Eğer ona bir şey vermeyecek olursan üzerine bir yalan yazılacak!” buyurdular.”
Bu hadisin çocuk terbiyesiyle sıkı alâkası vardır. Efendimiz, terbiyede hiçbir surette yalana yer verilmemesini irşat buyurmaktadır. Bilhassa ağlayan çocuklara bazen yapılmayacak veya verilmeyecek şey vaat edilir yahut da olmayacak şeyle korkutulur. Bunların hepsi neticede “yalan” olmakta birleşir. Rasulullah (s), bütün bunların haram olduğunu, çocuk terbiyesinde hiçbir surette yalana yer verilmemesi gerektiğini ifade buyurmaktadır. Hadis, çocuğun, böyle basit durumda bile yalandan uzak tutulmasını vurguladığına göre, ciddi durumlarda yalana yer vermenin nasıl büyük bir hata ve yanlış olduğunu ifadede beliğ bir örnektir.
Hz. Peygamber (s), çocukların cemiyet şartları içerisinde yetişmesine dikkat ederek, aile dışı temaslara imkânvermiştir. Çocukların bir kısım hizmetlere koşulması, bayram, düğün, ziyafet, mescidin cemaati gibi içtimai tezahürlere iştirak ettirilmeleri, çocukların aile dışı kimselerle karşılaşmasına imkânvermekte, böylece içtimaileşmeleri gerçekleştirilmektedir. Bunların sünnette örneği çoktur.
Adâlet
Rasulullah’ın (s.a.s.) evlilik hayatı deyince ilk nazar-ı dikkate çarpan husus, birçok hanımla evlenmiş olmasıdır. Bu meseleye değinmekteki maksadımız çok evliliğinin en önemli sebebini vurgulamak ve zevceleri arasında gözettiği adâletin Kur’an’ı Kerim’le nasıl bütünleştiğini göstermektir.
Hemen şunu belirtelim ki, yirmi beş yaşında iken, kendisinden on beş yaş büyük bir kadın olan Hz. Hatice ile evlenip elli küsur yaşına kadar onunla yetinen Hz. Peygamber’in, İslâm ahkâmının teşrî ve neşir safhası olan Medine hayatında çok sayıda kadınla evlenmesinin birinci sebebi peygamberlik vazifesi ile ilgilidir. Sünnetinin aile hayatında geçen safhasının tesbitini, onların kadınlara intikal ve neşrini bu hanımlar yapmıştır. Alimler, “Dünyanızdan üç şey sevdirildi…” rivâyetinde, bunlardan birinin, “kadın” olduğunu söyleyen hadisi açıklarken, kadınların, Rasulullah tarafından sevilmesini, onların “İslâm’ın neşrine olan hizmetleri” sebebiyle izah ederler.
Çok kadınla evlenmede dikkat çeken bir diğer sebep siyasî yöndür. Müteakiben görüleceği üzere Hz. Safiyye ile evlilik, Hayber Yahudileri ile sıla-i rahm’e vesile olmuş, Cüveyriye ile evlilik Benî Müstalik’ten yedi yüz kadar harp esirinin bedava azatlıklarını sağlamıştır. Mekkelilerin lideri EbûSüfyan’ın kızı Ümmü Habibe ile evlilik, Ebû Süfyan’ın bozulan Hudeybiye Sulhü’nü yenileyebilmek için, kızını bahane ederek Medine’ye gelmesine, Hz. Peygamber’in hane-i saadetlerine kadar girmesine yol açmış, bu durum onun hasmane duygularını törpülemiştir. Diğer evliliklerinin her birinde tıpkı neşr-i din gibi siyasî bir yönün dahi varlığı inkâr edilemez. Rasulullah’ın evlilik bağının siyasî yönünü nasıl kullandığını anlayabilmek için İslâm’ın ilk baştaki kuruluş ve neşrini sağlayan siyasî lider kadronun evlilik bağıyla birbirine nasıl kenetlendiğini ibretle tetkikte zaruret var: Hülefa-i Raşidîn denen bu çekirdek kadro, evlilik bağlarıyla birbirlerine perçinlenmiş gibidir. Hz. Peygamber (s), Hz. EbûBekir ve Hz. Ömer’in kızlarını almış, onlara damat olmuştur. Hz. Osman ve Hz. Ali’ye kızlarını vermiş, onları kendine damat yapmıştır. Hz. Ali ile olan akrabalık bağının, Hz. Osman’daki eksikliğini, ona ikinci bir kızını da vererek telafi etmiştir. Hz. Hafsa ile evlenmeleri hususundaki teklife menfi cevap verdikleri için Hz. Osman ve Hz. EbûBekr’e karşı kırgınlık içine düşen Hz. Ömer’i memnun etmek ve öbürlerine karşı kalbinde yerleşecek bir gücenmeyi ve bunun kadroda hâsıl edeceği çatlağı bertaraf etmek için Rasulullah’ın Hz. Hafsa’yla evlenmesi fevkalâde siyasî bir ameliyedir.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetindeki ideal olan ailevi değerleri (karı-koca münasebetleri, terbiyevi, irşadi, te’dibi siyaset, maddî-mânevî ihtiyaçların karşılanması vs.) tesbitte, öncelikle bu iki evliliğin esas alınması gerektiği kanaatindeyiz: Hz. Hatice ve Hz. Âişe.
Çünkü, Hz. Hatice ile olan evlilikte siyasi ve teşrii mülahazalardan ziyade, beşeri mülahazalar hâkimdir. Normal olarak evlenmelerde birinci derecede rol oynayan hissiyat-ı gariziyyenin insan üzerinde müessir olduğu gençlik döneminde Hz. Peygamber (s), sadece Hz. Hatice ile yetinmiş, ikinci bir evlilik ne yapmış ne de düşünmüştür.
Hz. Âişe’ye gelince, Hz. Peygamber (s.a.s.)en çok onu sevmiş, onu takdir etmiştir. Üstelik ailevi hayatla ilgili pek çok teferruat onun vasıtasıyla rivâyetedilmiştir.
Hz. Peygamber’in (s), Âişe’yi çok sevmesi ya da takdir etmesi aynı zamanda gayri irâdî bir durumdu. Hiçbir insanın kalbî temâyüllere hâkim olması söz konusu değildir, Ondan da beklenemez. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu nedenle, “farkına varmadan birini diğerlerinden çok sevebililrim, bu da haksızlık olur. Onun için ey Rabbim! Elimden gelmeyen bu hususta Senin rahmetine sığınıyorum” diyerek istiğfarda bulunurdu.
Hz. Âişe, “beraber kalma hususunda yaptığı taksimde Hz. Peygamber’in (s.a.s.)h anımlar arasında hiçbirine imtiyaz tanımayıp, hepsine eşit davrandığını” kesin bir dille ifade eder; Sefere çıktığı zaman beraberinde gelecek hanımları da kur’a ile tesbit ederdi. Hayatının son günlerinde hanımlarının hücrelerini dolaşamayacak kadar hastalığı artınca, Hz. Âişe’nin yanında sâbit kalabilmek için, diğer hanımlarının rızâsını almıştır. Hz. Peygamber (s), hanımlar arasında uyguladığı adâlet ve eşitliğe hayatı boyunca riâyet etmiştir. İki istisnâ var ise de, her ikisi de rızâya dayanır:
Birincisi, Hz. Sevde çok yaşlı olduğu için kendi arzusuyla gecesini Hz. Âişe’ye vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de bunu kabul etmiştir. İkincisi ise, yukarıda zikrettiğimiz, hayatının son günlerinde Hz. Âişe’nin odasında kalmasıdır ki bütün hanımlar buna râzı olmuştur.
Hz. Peygamber adâleti gözetmesin de kim gözetsin? Bakınız o, ne buyuruyor: “Bir erkeğin nikâhında iki kadın bulunur da, aralarında adâlet gözetmezse, kıyâmet gününde bir tarafı felçli olarak diriltilir.” Çünkü adâlet, Kur’an’ı Kerim’in emridir: “Bunlar arasında adâleti sağlayamayacak olursanız, o zaman bir kadın veyahut sahip olduğunuz câriye ile iktifâ ediniz. Bu şekilde adâletten sapmamağa daha yakın olursunuz.”(4/Nisâ, 3), “Ne kadar gayret ederseniz edin kadınlar arasında adâlete güç yetiremezsiniz…” (4/Nisâ, 129)
Şunu belirtmekte fayda var. Mü’minlerin anneleri arasında kıskançlığın sevki ile cereyan eden hâdiseler, onları birbirlerine karşı insafsız olmaya sevk etmemiş, birbirlerini kötülemeye, aralarında uzun süren dargınlıklara sebep olmamıştır. Belki de, Rasulullah her gece birinin evinde olmak üzere sistemleştirdiği akşam sohbetlerinden, bunu da hedeflemiş olmalıdır. Rasulullah’ın (s.a.s.) bu siyaseti hedefine öyle ulaşmıştı ki, hepsinin en çok kıskandığı Hz. Âişe’nin aleyhinde değerlendirebilecekleri en iyi fırsat olan ifk hâdisesi sırasında, hanımların hiçbirinden menfi bir ima bile vaki olmamıştır.
Netice olarak; mü’minler, aile yaşayışında da Hz. Peygamber’i (s.a.s.) örnek alıp, önder edinerek saadete ulaşırlar. Çünkü Allah, Kur’ân’ı Kerim’de, “Gerçek şu ki, Allah’ı ve ahiret gününü (korku ve umutla bekleyen) ve O’nu her daim anan kimseler için Allah’ın elçisi güzel bir örnek teşkil eder.” (33/Ahzâb, 21), “Rasûlün size verdiğini alın, yasakladığından da sakının.” (59/Haşr, 7) buyurur.
Peygamberimiz’in Çocuklara Olan İlgisi ve Şefkati
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in tüm insanlığa örnek olan şefkati, merhameti ve mü’minlere olan düşkünlüğü, çocuklara olan tavrında da çok yoğun olarak görülmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.), hem kendi çocukları ve torunları hem de ashâbının çocukları ile çok yakından ilgilenmiş, doğumlarından isimlerinin konmasına, sağlıklarından ilimlerinin artmasına, giyimlerinden oynadıkları oyunlara kadar onlar için tavsiyelerde bulunmuş, hatta bizzat yol göstermiş, ilgilenmiştir.
Örneğin, Peygamber Efendimiz, kızı Hz. Fâtıma (r.a.)’ya, her iki torununun doğumundan hemen önce “Doğum olunca bana haber vermeden çocuğa hiçbir şey yapmayın” diye tenbihlemiştir. Bebeklerin doğumundan sonra ise onların beslenmelerini, bakımlarını ve nasıl korunacaklarını bizzat göstererek anlatmıştır. Peygamberimiz (s.a.s.) ayrıca, yeni doğan bebeklere, çocuklarına, torunlarına ve ashâbının çocuklarına hep duâ etmiştir. Onları severken ya da onların oyunlarını izlerken, onlar için Allah’tan hayırlı ve uzun bir ömür, ilim, hikmet ve iman istemiştir. Örneğin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e her vesilede duâ etmiş ve bu duâsının, Hz. İbrâhim’in Hz. İshak ve Hz. İsmâail için ettiği duâ olduğunu belirtmiştir (K. Sitte, c. 2, s. 450).
Ashâbından İbn-i Abbas (r.a.) çocukken Peygamberimiz (s.a.s.)’in kendisine “Allah’ım buna hikmeti öğret” diye duâ ettiğini aktarır. Ashâbından Enes (r.a.)’e ise çocukluk döneminde, Allah’ın mal ve evlâını çok ve ömrünü uzun kılması ve verdiklerinin Enes (r.a.) hakkında hayırlı ve mübârek olması için duâ etmiştir (A.g.e. c. 2, s. 450-451).
Peygamber Efendimiz çocukların oyununa da çok önem vermiş, hatta zaman zaman onlarla oyun oynayarak ilgilenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Çocuğu olan onunla çocuklaşsın” diyerek, anne babalara çocuklarını bizzat eğlendirmelerini tavsiye etmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.) çocukların yüzme, koşu, güreş gibi oyun ve sporlarla meşgul edilmelerini de tavsiye etmiş, hatta torunlarını ve çevresindeki çocukları buna teşvik etmiştir.
Birçok sahâbî, Peygamber Efendimiz’in çocukları nasıl sevdiğini, onlarla nasıl ilgilendiğini ve oyunlar oynadığını aktarmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir: Hz. Enes (r.a.): “Rasûlullah aleyhissalâtu vesselam çocuklarla şakalaşmada insanların en önde olanıydı.” (A.g.e. 15/209). El Bera (r.a.): “Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellemi Hasan omuzunda iken gördüm…” “Peygamberimiz (s.a.s.)kızı Hz. Fatıma (r.a.)’ya şöyle derdi: ‘Haydi şu oğullarımı (Hasan ve Hüseyin) çağır bana!’ Ondan sonra o ikisini göğsüne basar, koklardı.” Ya’lâ İbnu Mürre (r.a.) Peygamberimiz (s.a.s.)’in çocuklara olan sevgisine, onlarla nasıl şakalaştığına dair şunları anlatmıştır:
“Bir grup ashâb, Rasûlullah ile birlikte O’nun dâvet edildiği bir yemeğe gittiler. Yolda torunu Hüseyin’e rastladılar, çocuklarla oynuyordu. Rasûlullah (s.a.s.) çocuğu görünce ilerleyip cemaatin önüne geçip onu tutmak için ellerini açtı. Çocuk ise sağa sola kaçmaya başladı. Rasûlullah da onu takliden sağa sola koşarak, tutuncaya kadar peşinde koştu. Yakalayınca ellerinden birini çenesinin altına diğerini de ensesine koyup öptü ve ‘Hüseyin bendendir. Ben de Hüseyindenim. Kim Hüseyin’i severse Allah da onu sevsin. Hüseyin sıbtlardan (torunlardan) bir sıbttır’ buyurdu.”
Hz. Enes (r.a.)’in bildirdiğine göre Rasûlullah (s.a.s.), “dünyadaki iki reyhanım” dediği torunları Hasan ve Hüseyin’i sık sık yanına çağırtıp onları koklar ve bağrına basardı. İbn Rebi’ati’ibni’l Haris (r.a.) diyor ki: “Babam beni, Abbas (r.a.)’da oğlu el-Fadl (r.a.)’ı Rasûlullah’a gönderdi. Huzurlarına girdiğimiz zaman bizi sağlı sollu oturttu ve bizi öylesine sıkı kucakladı ki daha kuvvetlisini görmedik.”
Rasûlullah (s.a.s.) çocuklara olan sevgisini gösterirken sıkça onların başlarını okşardı ve onlara hayır duâlar ederdi. Örneğin Yusuf İbn Abdillah İbni Selam (r.a.), “Hz. Peygamber (s.a.s.) beni Yusuf diye isimlendirdi, başımı okşadı” der. Amr İbnu Hureys (r.a.) ise annesinin kendisini Hz. Peygamber (s.a.s.)’in huzuruna götürdüğünü, Rasûlullah (s.a.s.)’ın başını okşayıp bol rızka kavuşması için duâ ettiğini, Abdullah İbn Utbe (r.a.) de beş-altı yaşlarındayken Peygamberimiz’in başını okşayarak, zürriyeti ve bereketi için duâ ettiğini hatırlayabildiğini anlatır.
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in çocuklara gösterdiği ilgili ve sevgi dolu tavrı, Ebû Hüreyre (r.a.) de şu örneklerle anlatmıştır: “Meyvenin ilk çıkanı getirildiği zaman Rasûlullah (s.a.s.) şöyle derdi: ‘Allah’ım Bize, Medinemize, meyvelerimize, müdd ve saımıza (yani ölçeklerimize) kat kat bereket ver’ diye duâ ederdi. Sonra meyveyi orada bulunan en küçük yaştakine verirdi.”
“Çocuğa karşı yumuşak davranmak Allah Rasûlü’nün âdetlerindendi. Allah Rasûlü bir seferden döndüklerinde çocuklar kendilerini karşılarlardı. Allah Rasûlü de durur, sahâbîlerine çocukları kaldırmalarını emrederdi. Onlar da çocukların kimini Allah Rasûlü’nün önüne, kimisini terkisine bindirir ve bazılarını da kendileri bineklerine alırlardı.”
“Rasûlullah (s.a.s.), kızı Hz. Fâtıma’nın evinin avlusuna geldi ve oturdu. ‘Burada çocuk var mıdır?’ diye sordu. Hz. Fâtıma’nın çocuğu (Rasûlullah’ın torunu), süratle koşarak geldi ve Rasûlullah’ın boynuna sarıldı. Rasûlullah çocuğu öptü.”
“Çocuklarla o kadar içiçe olmuştu ki, bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu.”
Cabir İbnu Semüre (r.a.) de aynı konuda şunları anlatmıştır: “Rasûlullah (s.a.s.)’la birlikte ilk namazı kıldım. Sonra Peygamberimiz ehline gitti. Onunla ben de çıktım. Onu bazı çocuklar karşıladı. Derken onların yanaklarını bir bir okşamaya başladı. Benim yanağımı da okşadı. Elinde bir serinlik ve hoş bir koku hissettim.”
Kız çocuklarının doğar doğmaz öldürüldükleri bir dönemde peygamber olarak görevlendirilen Hz. Muhammed (s.a.s.), kız çocuklarını da erkek çocuklardan ayırmamak gerektiğini, kız çocuklarını öldürmenin günah olduğunu bildirmiş ve hepsine eşit sevgi ve ilgi göstererek, topluma da güzel bir örnek olmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.)’in kız çocuklarındaki güzel özellikleri vurguladığı sözlerinden biri şudur: “Kız ne güzel evlâttır. Şefkatli, yardımsever, mûnis, kutlu ve analık duyguları ile doludur.”
Peygamberimiz (s.a.s.) sevgisini hem sözleriyle hem de davranışlarıyla gösterirdi. Çocuklara, onları sevdiğini söylerdi. Peygamber Efendimiz, çocuklara olan şefkatinde hiçbir ayırım gözetmezdi. Kendi çocuklarına ve torunlarına gösterdiği sevgi ve merhametin aynısını diğer sahâbî çocuklarına da gösterirdi. Halid bin Said (r.a.), Peygamberimiz (s.a.s.)’i ziyârete geldiğinde yanında küçük kızı da vardı. Habeşistan’da doğduğu için, Peygamberimiz (s.a.s.) ona ayrı bir yakınlık gösterirdi. Bir seferinde Peygamberimiz (s.a.s.)’in eline işlemeli bir kumaş parçası geçmişti. Hz. Halid’in kızını çağırttı ve ona verdi, sevindirdi.
Cemre o sıralar küçük bir çocuktu. Babası alır, onu Peygamberimiz (s.a.s.)’in huzuruna götürür, derdi ki: “Yâ Rasûlallah, şu kızım için Allah’a bereketle duâ eder misiniz?” Peygamber Efendimiz Cemre’yi kucağına oturttu, elini başına koydu ve bereketle duâ buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.s.)’in yardımcısı Hz. Zeyd (r.a.)’in oğlu Üsame (r.a.), Peygamber Efendimiz’le ilgili şunları anlatmıştır: “Rasûlullah bir dizine beni, bir dizine de torunu Hasan’ı oturtur; sonra ikimizi birden bağrına basar ve ‘Ya Rabbi, bunlara rahmet et. Ben bunlara karşı merhametliyim’ diye duâ ederdi.” Bazı kimseler, Peygamberimiz (s.a.s.)’in çocuklarla oyun oynamasını, onlarla ilgilenmesini anlamıyorlardı. Bir defasında Akra bin Habis (r.a.), Peygamberimiz (s.a.s.)’i, Hz. Hasan’ı öperken gördü ve şöyle dedi: “Benim on çocuğum var. Şimdiye kadar hiçbirini öpmedim.” Bunun üzerine Peygamberimiz, “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” buyurdu.” (K. Sitte, c. 2, s. 507)
Peygamber Efendimiz mübârek evlâdı İbrâhim’i de, süt annesinin evinde sık sık ziyârete gider, şefkat ve merhametini göstererek, başını okşar, bağrına basardı. Peygamber Efendimiz’in hizmetkârı Hz. Enes (r.a.), bir hâtırasını şöyle anlatır: “Ben, ev halkına Rasûl-i Ekrem’den (s.a.s.) daha şefkatli, daha merhametli davranan bir kimse hayatımda görmedim. İbrâhim, Medine’nin Avâli kısmında sütannesinin yanında bulunurken, Peygamberimiz onu görmeye gider, biz de beraberinde bulunurduk. Peygamberimiz içeri girer, oğlunu alır, öper, sonra dönerdi. Yine bir gün gittiğimizde Rasûlullah çocuğunu getirtti, bağrına bastı. Ona bazı sözler söyledi, onunla konuştu.” (Müslim, 4, 1807; Ahmed bin Hanbel, 4, 194; A.g.e. 506-507)
Hazret-i Ali anlatıyor: “Peygamber Efendimiz bize ziyârete gelmişti. O gece bizde kaldı. Hasan ve Hüseyin de uyuyorlardı. Bir ara Hasan su istedi. Peygamberimiz hemen kalktı ve su kırbasından bir bardak su aldı, çocuğa verdi.” Peygamberimiz (s.a.s.), ayrıca mü’minlere çocukları arasında adâletle davranmalarını hatırlatmış ve şöyle demiştir: “Allah’tan korkun. Çocuklarınızın size itaatli olmalarını istediğiniz gibi, siz de onların aralarında adâletle davranınız.” (Râmûz el-Ehâdis, 1. cilt, 13/10). “Allah, öpücüğe varıncaya kadar her hususta çocuklar arasında adâletli davranmanızı sever.” (K. Sitte, c. 2, s. 498)
Peygamberimiz (s.a.s.) çocukların eğitilmeleri ve güzel ahlâk ile terbiye edilmeleri üzerinde de önemle durmuş ve bu konuda birçok tavsiyede bulunarak yol göstermiştir. Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu konudaki sözlerinden bazıları şöyledir: “Bir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha üstün bir miras bırakamaz.” (K. Sitte, c. 2, s. 512). “Çocuğun, babası üzerindeki haklarından biri, ismini ve edebini, terbiyesini güzel yapmasıdır.” (K. Sitte, c. 2, s. 512). “Çocuklarınıza ikram edin ve terbiyelerini güzel yapın…” (A.g.e. c. 2, s. 515)
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), her konuda olduğu gibi, çocuklarla ilgilenmesi, onlara gösterdiği sevgi ve şefkat ile de mü’minlere en güzel örnektir. Peygamberimiz (s.a.s.) “Küçüklerimize şefkat etmeyen bizden değildir” (A.g.e. c. 2, s. 506) diyerek, çocuklara gösterilen şefkatin önemini belirtmiştir.